Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ocak '09

 
Kategori
Öykü
 

Küçük Dedektifler Tavşan Adası'nda

Küçük Dedektifler Tavşan Adası'nda
 

Şule duvardaki saate baktı. 13.30’u gösteriyordu. Usulca annesinin yanına gelerek;

—Anneciğim benden istediğin bir şey var mı? Biliyorsun bugün günlerden cuma ve az sonra arkadaşlarla evin bahçesindeki çardakta buluşacağız.” Dedi.

O sırada mutfakta olan Nermin Hanım, öğle yemeği için gerekli hazırlıkları yapmakla meşguldü. Kızının nerede ise fısıltı ile söylenen sözlerini duymadı bile. Salata için yıkadığı marulları doğramakta olan annesinin dalgınlığını fark eden Şule, bu kez daha yüksek bir sesle;

- “ Anne birazdan arkadaşlarım çardakta olacak ben çıkıyorum” dedi. Bunun üzerine kadın;

- “ Peki, ama sakın geç kalma! Baban az sonra burada olur. Bir saate kadar evde olmalısın.” Diye karşılık verdi. Şule;

- “ Kalmam, görüşürüz anneciğim” dedi ve oradan ayrıldı. Arkadaşlarıyla çardakta buluşacak olması minicik yüreğini sevinçle doldurmuştu.

Kapı girişindeki taş basamakları ikişer üçer atlayarak soluğu bahçede aldı. Hızlı adımlarla yirmi metre kadar ötedeki bahçe kapısına ulaştı.

Bir çırpıda burayı aşarak çardağa uzanan patika yola koyuldu. Yol, güzergâh boyunca bir incelip bir genişliyor, kıvrımlar oluşturarak çardağın bulunduğu tepede gözden kayboluyordu. Dağ yamaçlarından deniz tarafına doğru esen meltem rüzgârları, henüz yeterince ısınmamış olan havanın daha da serin hissedilmesine neden oluyordu.

Şule paltosuna sıkı, sıkı sarıldı. Üşümemek için adımlarını hızlandırdı. Yol boyunca, baharı müjdelercesine öbek öbek açmış kır çiçekleri arasından geçerek çardağın bulunduğu tepeye doğru tırmanmaya başladı.

Bir gün önce okul çıkışında Şule ve Kübra, kendilerini kasabadan köye taşıyan okul servisine binecekleri sırada sınıf arkadaşları Ahmet yanlarına gelmiş ve

- “ Arkadaşlar, yarın çardakta buluşuyoruz öyle değil mi? size anlatacağım şeyler var! Demişti. Şule ve Kübra, ikisi de bir ağızdan yanıtlayarak;

- “ Elbette Ahmet, her zaman ki gibi” dediler. Sonra aynı anda birlikte verdikleri bu cevap için birbirlerine bakarak gülüştüler. Ahmet konuşmasını sürdürerek;

- “ Fakat bir şey daha var. Bu kez küçük kardeşim Neslihan’da gelmek istiyor benimle…” Şule;

- “ Bizce sakıncası yok. Neden olmasın” dedi. Ahmet kısa bir duraksamadan sonra;

- “ Şeyy, çocuklar, sanırım tavşan adasındaki madene gitmemiz gerekecek! ”

Kızlar, duyduklarına inanamamışçasına;

- “ Nee! Tavşan adasına mı gideceğiz yani? ” diyerek şaşkınlıklarını belirttiler. Ahmet;

- “ Ne o, korktunuz mu yoksa? Sizin gibi kızlar…”

Ahmet daha sözlerini tamamlayamadan servis şoförü Harun’un tiz ve ince sesi duyuldu arabada;

- “ Haydi, çocuklar, kesin artık şu şamatayı! Yola çıkıyoruz.” Ortalığı saran gürültülü motor sesi ve egzoz dumanı çocukların konuşmasını yarıda bırakmıştı. Kapı kapanırken Şule aracın arka kısmına geçerek Kübra’nın yanındaki yerini almıştı bile.

İşte çardak şimdi tam karşısındaydı. Şule etrafına bakındı, her zamanki gibi buluşma noktasına en erken gelen kendisi olmuştu. Kendi kendine söylenerek;

— “Ahmet’in derdi neydi acaba? ”

Birden az öteden gelen Kübra’nın tanıdık sesiyle irkildi. Başını kaldırıp arkadaşına baktı ve

- “ sen miydin kız beni çok korkuttun” dedi.

Kübra,

- “ Neyin var senin böyle! Çok dalgınsın. Hanidir el sallıyorum sana, beni fark etmedin bile.” Şule;

- “ Bir şeyim yok. Fakat Ahmet’in söyledikleri takıldı kafama. Tavşan adası biliyorsun ki tehlikeli bir yer. Geçen sene orada olanları unutmuş olamazsın! Buna rağmen Ahmet, acaba niçin gitmek istedi oraya? ”

Kübra merakla;

- “ Eeee, sahi ben Ahmet’i bugün okulda hiç görmedim. Sakın başına bir şey gelmiş olmasın!”

Şule;

- “ Sanmıyorum. Çünkü oraya birlikte gitmekten bahsetmişti bize. Yalnız başına hareket etmiş olamaz.”

Kübra, başını öne doğru sallayarak onayladı arkadaşını ve ardından ekledi;

- “ Galiba haklısın, dediğin gibi olmalı. Fakat biraz bekleyelim, eğer gecikecek olursa telefon eder ararız kendisini.”

Aralarında bir süre daha konuşan çocuklar soğuğun da etkisiyle bir an önce çardağa çıkıp ısınmaya karar verdiler. Kübra merdivenlere tırmanırken Şule maşingayı yakmak için daha önce ağaç kovuğuna istiflediği kışlık odunlardan bir kucak dolusu aldı yanına. Ağırlığın etkisiyle rutubetli, ıslak basamaklardan kayıp düşmemek için boşta kalan eliyle sıkı sıkıya tutuyordu basamakları. Yaklaşık on beş metre karelik bir kullanım alanı bulunan çardak, çocukların burada hoşça vakit geçirmeleri için yetip artıyordu bile. Maşinga, denize bakan pencere kenarındaki köşeye yakın bir yere kurulmuştu. İki metre yükseklikteki tavana kadar uzanan borular, ağaçtan yapılmış çardağın duvarındaki delikten olabildiğince öteye, dışarı doğru iyice uzatılmıştı. Maşinga boruları, dıştan bakıldığında hoş bir görüntü vermese de çıkan dumandan ağacın zarar görmemesi için bu şekilde yapılmıştı. Çocuklar, maşingayı yaktıkları zaman söndüğünden emin olmadıkça oradan ayrılmayacaklarına dair söz vermişlerdi ailelerine. Okulda gördükleri derslerden ağaç ve ormanların çevre için ne kadar önemli olduğunu öğrenmişlerdi. Orman yangınlarının ülke ekonomilerine, çevreye ne büyük zararlar verdiğini, ekolojik dengenin bu durumdan nasıl etkilendiğini çok iyi biliyorlardı. Hatta bir ara okulda yapılan “ Ormanlar ve çevremiz ” konulu etkinlikte, hazırladıkları duvar gazetesinden dolayı ödül dahi kazanmışlardı. İşte bu nedenle ateşi yakarken etrafa kıvılcım sıçratmamaya son derece dikkat ediyorlardı.

Şule, maşingada içinde ateş yakmaya yarayan boşluğun kapağını açtı. Kesilip, maşinganın alabileceği şekilde doğranmış meşe odunlarından birkaç tanesini buraya yerleştirdi. Aralarına bıraktığı çıraları tutuşturdu ve sonra kapağını kapattı. Rafa uzanarak oradan aldığı çaydanlığı güzelce temizledikten sonra maşinganın üzerine bıraktı. Bu arada, oturduğu iskemleden şaşkın bakışlarla kendisini izlemeye koyulmuş olan Kübra’ya seslenerek yanındaki su testisini uzatmasını istedi ondan.

Az sonra odunlar gürül gürül yanmaya başlamıştı. Çıtırdayarak gürültüler halinde yanan ateş, küçücük odanın hemen ısınmasını sağladı. Bu arada Şule Kübra’ya dönerek;

—Göreceksin bu, hayatında içtiğin en lezzetli çay olacak dedi ona. Ve ardından ekledi;

—Odun ateşinde demlenen çayın bir başka lezzette olduğunu duymuştum babamdan ama burada bunu denemeden önce ne demek istediğini doğrusu tam olarak anlayamamıştım. İşte bak! Çaydanlıktaki su da kaynadı. Hemen demleyelim şunu.

Çocuklar, çaylarını yudumlarken Kübra içtiği bu çayın lezzetini o kadar abartıyordu ki, bunun o ana kadar içtiklerinin en lezzetlisi olduğu konusunda yeminler ederek aklına gelen her tür övgü dolu sözcüğü ardı ardına sıralamaktan hiç kaçınmıyordu. Hatta bir ara sözü dönüp dolaştırarak okul kantinine bile getirmiş, orada satılan çayın kötülüğünden şikâyet etmişti. Sonra konuşmasına devam ederek;

— Biliyor musun aslında bu durumu anlatmalıyız okul müdürüne dedi usulca. Şule;

— Anlamadım. Ciddi olamazsın. Kübra;

— Neden olmasın! Hem böylece aklı başına gelmiş olur kantincinin dedi. Şule;

— Değer mi buna? İçmezsin çayı olur biter. Yâda çay yerine meşrubat içersin. Kübra itiraz ederek;

— Hayır, konu kantincinin öğrencilere yalnızca bayat çaydan vermesi değil. Görmüyor musun adam düpe düz aldatıyor bizi. Hem kabahati sadece bununla da sınırlı değil. Paranın üstünü noksan veriyor çocuklara. Özellikle de alt sınıflarda okuyanlara. Bir keresinde bana da aynı şeyi yapmaya kalkmıştı da tartışmıştık. Hesaba itiraz edip karşı çıkınca beni azarlayıp kovmuştu oradan. Şule;

—Görünüşe göre haklısın dedi ona.

Kübra konuşmasına kaldığı yerden devam ederek;

—Yaptıklarını o’nun yanına bırakmamalıyız. Heyecanla konuşurken kendisini kaybediyor, elini kolunu boşlukta sallayarak anlatımını desteklemeye çalışıyordu. Bir taraftan da söylediklerinin onaylanmasını beklercesine yalvaran gözlerle karşısındakinin yüzüne bakıyordu.

— Evet, evet her sınıftan bir kişi alarak çıksak müdürün odasına ve anlatsak bütün olanları, ne kaybederiz sanki! Hele bir de kullanım tarihi geçmiş ayran kutularından da alırsak yanımıza söylediklerimize inanmaktan başka çaresi kalır mı okul müdürünün! Şule;

— Ev ödevine iyi hazırlandığın anlaşılıyor Kübra! İyi bir tüketici olmak elbette çok önemli fakat olayı bu kadar büyütmesek sence de doğru olmaz mı? Dedi. Ve ekledi;

— Düşünsene bir, senin benim gözümüzden kaçmayan şey, hiç okul müdürünün gözünden kaçmış olabilir mi?

—Olamaz mı yani? Diye sitem edercesine karşı çıktı Kübra. Şule kendinden emin bir şekilde;

—Hayır, olamaz diyerek sürdürdü konuşmasını;

—Okulda en azından altı yüz öğrenci var. O veya bu şekilde muhakkak senin söylediğine benzer bir şikâyet konusu iletilmiş olmalı müdüre. Ve müdür, konumu gereği bu tür şikâyetlere kayıtsız kalması düşünülebilecek birisi değil dedi. Kübra yine karşı çıkarak;

— Ya ilk şikâyeti biz yapmış olursak! Bu olasılığı niçin atlıyorsun diye sordu. Şule arkadaşının bu soruyu sormasını bekliyormuşçasına atılarak;

— Hatırlıyorsan eğer, geçen gün kat nöbetçisi bendim okulda. Siz üçüncü ders saatine girdiğiniz zaman, Müdür Bey’in yanında bir adamla birlikte odasından çıktığını gördüm. O’nu “ siz merak etmeyin, gereken şeyler yapılacak efendim” diyerek yatıştırıyordu. Daha sonra okul idaresindeki diğer öğretmenlere açtı konuyu. Kantin işletmesinin ne zamandan beri bu adam tarafından yapıldığını ve anlaşmanın ne zaman sona ereceğini falan soruyordu onlara. Kübra;

- “ Doğru mu söylüyorsun kız? Yoksa adamı atacaklar mı kantinden? Vallahi ne iyi olurdu doğrusu. Onca çocuğun ahını almıştı zaten üzerine, yaptıkları yanına kâr kalmamalı bu adamın dedi. Şule;

— Umarım öyle olur. Fakat öte yandan düşünüyorum da aslında bir yönüyle iyilikte yapıyor bu adam çocuklara. Kübra duyduklarına hayret ederek;

— Ne diyorsun sen! Söylediklerini kulağın işitiyor mu senin? Yoksa benimle eğleniyor musun? Şule;

— hayır, son derece ciddiyim söylediklerimde.

Kübra, arkadaşının gözlerinin içine bakarak onun ruh halini okumaya çalıştı bir süre fakat aradığını orada bulamadı. Evet, hiçte öyle karşısındakiyle eğlenir bir hali yoktu. Ama yine de emin olmak istiyordu bu durumdan. Ölçülü olmayı elden bırakmadan sordu;

— açıklar mısın biraz ne demek istediğini? Şule;

—istersen basit bir örnekle başlayalım. Küçük bir çocuk sobanın sıcak ve yakıcı olduğunu nasıl öğrenir? Kübra;

— açıklamalarımı yeterli bulmadığına göre buna da sen cevap vermelisin dedi. Şule;

—tabii ki deneme yanılma yoluyla. Birkaç kez yanan çocuk artık uyarılmaya gerek kalmadan kaçınacaktır sobadan. Kübra;

— iyi ama şimdi bunun kantinciyle ne alakası var?

Şule;

—olmaz mı hiç? Düşünsene bir, çocuklar kantinden aldıkları üründen hoşnut kalmayınca aldatıldıklarına inanıyorlar ve aynı yerden tekrar alışveriş yapmıyorlar. Burada kantinci kişilik olarak her ne kadar kötü bir örnek olsa da diğer yandan çocukların öğrenim sürecini hızlandıran etkili bir öğretici görevi üstleniyor. Kısacası, doğru davranışın kazanılması için küçük bir bedel ödenerek daha büyük zararlardan korunma yetenekleri kazanılıyor, her ne kadar adamın amacı bu olmasa da!

Kübra anlatılanları dikkatle dinledi. Sonra bunları yeterli bulmayarak;

- — Yaptığın açıklamada sanırım bir şeyi atladın. Şule;

— neyi? Diye sordu. Kübra konuşmanın başından beri geri planda kalmanın verdiği ezikliği bastırmak istercesine;

—Öncelikle soba ile kantinciyi bir arada aldın ele. Bu bir hata çünkü biri nesne, diğeri ise düşünebilen bir varlık. Örnekler eş değer verilmeli. İkinci olarak, herhangi bir nesnenin, neden olduğu olaylarda insan davranışlarındaki gibi ahlaki bir nitelik aramak doğru olmaz. Çünkü kendinden kaynaklanan bilinçli eylemleri yok, ortaya koyduğu sonuçlar iyi yönde de kötü yönde de olabilir. Amaç gözetebilmekten uzak bir soba, kantincide olduğu gibi amacı bencil isteklerini gerçekleştirmeye yönelmiş biriyle karşılaştırılarak doğru olanların öğrenilmesine aracı olduğu için nasıl örnek gösterilemeyecekse kantinci de farkında olmadan, iyi bir sonuca neden olduğu için baş tacı edilecek değil herhalde!

Şule;

— Elbette dediğin gibi. Şu heyecanını kontrol edip sakinleşebildiğinde işte bak ne güzel sonuçlara ulaşıyorsun! Bu özelliğine her zaman hayran olmuşumdur senin fakat sanırım sen de bir şeyi göz ardı ediyorsun. Bana göre tutkularına esir düşen biri özgür düşünüp, doğruları yanlışlardan ayırt edemediği sürece herhangi bir nesneden farklı değil. Kendini ve eylemlerini yönetme gücünden büsbütün yoksun olan böyle bir kişi için sence ne düşünülmelidir? Problemi, içinden çıkılamaz hale dönüştüren şey, önce bu kişinin yetişkin biri olması gerçeği. Yaşı bizim gibi küçük olsa, henüz çocuktur yaşamdan öğreneceği daha çok şeyin bulunduğunu söyler geçersin. Zihinsel engelli olsa tedavi edersin. İnsan olmadığını da düşünemeyeceğine göre kendisi hakkında hangi hükme varacaksın? Böylesi durumlarda nedense hemen işin kolayına kaçarak bu kişilerin kötü olduğunu söyleyip işin içinden sıyrılmayı düşünüyoruz. Bence bu yetiştirilme tarzıyla ilgili bir problem. Çözüme de ancak konuya bu açıdan bakılarak ulaşılabilir. Kısaca iyi, kötü, güzel, çirkin kavramlarını ulu orta amaçsızca kullanmanın pekte öyle bir anlamı yok sanırım.

Kübra;

— Tamamen haklısın sevgili dostum. Her zaman her soruya bir cevabın oluyor senin. Seni bu özelliğin nedeniyle seviyoruz zaten. Ama bak fincandaki çay bitti bile. Kendime yeniden dolduruyorum, sen de alır mısın?

— Çok demli ve şekerli olmasın ama! Diye karşılık verdi Şule ve çadırın yola bakan kısmındaki pencereden başını uzatarak gelmekte olan birileri var mı diye çevreyi kolaçan etmeye başladı. Bir süre sonra arkadaşına dönerek sevinçle;

— İşte bak geliyorlar! Görebildiğim kadarıyla Ahmet, kardeşi Neslihan ve 7/F sınıfından bir çocuk olmak üzere üç kişiler. Kübra;

— İzin ver, bir de ben bakayım şunlara.

Elindeki dürbünle Şule’nin işaret ettiği yöne bakarak, çardağa doğru ilerlemekte olan Ahmet ve yanındakileri gördü.

— Evet, bunlar onlar. Adı neydi şu çocuğun? Şule;

—Bilmiyorum fakat teneffüs aralarında bazen Ahmet’le birlikte dolaştıklarını görmüştüm. Okula geleli çok olmadı diyorlar. ( Devam edecek )

 
Toplam blog
: 177
: 1268
Kayıt tarihi
: 09.03.07
 
 

1965 Almanya doğumluyum. Atatürk üniversitesi İlahiyat fakültesi mezunu olup, öğretmen olarak çalışm..