Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Mayıs '08

 
Kategori
Felsefe
 

Kule günlüğü / Kırmızı çizgi

Kule günlüğü / Kırmızı çizgi
 

Kendi resmim


<ı>Koskoca evrenin içinde neden yeryüzünde bulunuyoruz? Neden başka yerlerde değiliz? İnsanlık buraya mahkum mudur?

Yaşamın ortaya çıkışıyla ilgili soruların yanıtlarına kolayca ulaşılamamasının birinci nedeni, algılamalarımızın sınırlı olması, yani bilgilerimizin bir noktaya gelip durmasıdır.

Uzay bilimcilerin anlatımlarına göre, başlangıçta ne zaman, ne mekan, ne de madde vardı. Sadece ve sadece evrenin tüm maddesini içine alan toplu iğne büyüklüğünde bir nokta vardı … Nokta, sonsuza yakın bir yoğunlukta, ancak sıfıra yakın bir hacimdeydi. Bu nokta, çok büyük bir şiddetle patladı ve hızla genişlemeye başladı. İlerleyen zamanlarda, galaksiler, gezegenler ve güneş sistemleri oluştu.

Yaşamın içinde mutlaka düşünülmesi, kafa yorulması gereken pek çok derinlik bulunmaktadır. Fakat kendini çok seven, parayı çok seven, böbürlenen, gururlu, küfürbaz, nankör, vefasız, insan sevgisinden yoksun, yoğun komplekslere sahip, uzlaşmaz, öz denetimden yoksun, sapık, içi çürük, iyilik düşmanı ve buna benzer kötü eğilimleri olan insanların doğaya, ahlaka, bilime, öğretilere ve felsefelere yaklaşımları da sıradan ve saygısızca olmaktadır. Çünkü onlar tüketim için, kendi zevkleri için yaşamaktadırlar.

Tarihin akışı içerisinde, kimileri kendini, kimileri de başkalarını aramıştır. Başkalarını arayanların, aslında kendilerini aradıklarını söylemek mümkündür.

Yol üzerinde insanın karşısına iki ana bina çıkıyor.

1) Dinler

2) Felsefeler. Başka binalar da var. Hangi binadan gelirse gelsin, bize yöneltilen sözleri, uyarıları, aklımızla, yüreğimizle ve sezgilerimizle yorumlamalıyız ( dürtülerimizi karıştırmadan ).

Çoğu insan kendini uyanık sanıyor. Bu, uyanıkken uyumakta olan insanların durumudur. Gerçekten uyanmak için içteki ve dıştaki büyük savaşları kazanmak gerekir.

Yaşamı anlamayı ve doğru yaşamı gerçekleştirmeyi çok az sayıda insan başarmıştır. Bizler, karşımıza çıkan olayları ancak gücümüzün yettiği oranda değerlendirebiliyoruz.

İnsan, yaşamını gözden geçirdiği zaman, kendisini olgunlaştıran şeylerin, onu mutlu eden olaylar değil, ona acı ve ıstırap veren olaylar olduğunu görebilir. Mutluluk, insanı olgunlaştıramaz. Bizi canlı ve ayakta tutan, algılamalarımızı yükselten, hoşgörümüzü artıran, dahası, gerçek sevgiyi tattıran ıstıraplarımız olmaktadır. Çünkü yaşanan her ıstırap, varlığımızın dünya olaylarını sentezleme gücünü yansıtır. Bizi yormayan, terletmeyen, soluğumuzu kesmeyen işler, bizim için yararlı değildir. Gelişimimize katkı sağlamazlar. Gerçekten mutlu olmak için, hiçbir olaydan kaçmamalı, ilkelerimiz ışığında karşılaştığımız olayları çözmeye çalışmalıyız.

İnsanın, toplumun ve dünyanın aydınlanması çok uzun zaman gerektiren bir şeydir. Aydın insan, fiziksel, duygusal, psikolojik, entelektüel ve sosyal becerisini, hem kendisiyle, hem de toplumla eş zamanlı bir uyum içinde gerçekleştirir. Fakat aydınlanma, bilinecek ve hissedilecek her şeyin rahatça bilineceği ve hissedileceği anlamına gelmez. Bilinemeyen, hissedilemeyen şeyler mutlaka vardır.

Çevremize baktığımızda, yaşamın kendisini değil, sadece araçları ve ölümlü organizmaları görüyoruz. Araçlar bozuluyor, onarılıyor, yenileniyor. Kaynak, yani yaşamın kendisi, sonsuz anlamda sürüyor, sürecektir.

Hepimizin araçları var. Hepimiz geleceğe ulaşacağız. Bunu belirleyen şey, neler düşündüğümüz ve neler yaptığımızdır.

Bazı şeyleri bilmeden yapıyoruz ama ektiklerimizi biçtiğimiz için, iyi ve kötü arasındaki farkla, güzel ve çirkin arasındaki farkı öğrenmiş oluyoruz.

Günümüze gelinceye kadar, pek çok uygarlık silinip gitmiştir. Gerek dünyamız, gerekse insanlar, doğa olaylarıyla, savaşlarla ve birbirlerine karşı yaptıklarıyla acılar çekmişlerdir. Yaşananlar çok kötü olsa da, insanlığın gelişimi durmamış, hep hızlanmıştır.

Dünyada çekilen acıların ve ıstırapların bir amacı var mıdır ? Evet vardır. Acılar insanı biçimlendiriyor ve yavaş yavaş insanda bir iç gülümseme ve insanlık kapasitesi oluşturuyor.

İnsan, durup dururken değişebiliyor, acı çekiyor, korkuyor, inciniyor, gereksinimlerini karşılayamıyor, sevgi yerine sevgisizliği paylaşıyor, verebileceği çok şey olmasına karşın vermiyor, güvensiz oluyor. Kendimizi, yani varlığımızı, yakınımızda girdap gibi dönen tehlikeli oluşumlardan uzak tutmalıyız. Çünkü içine girdiğimizde asla çıkamayacağız. Ufkumuzu sarmalayan ve bize insan olduğumuzu unutturan koşulları, vahşi insanları, kaba duyguları ve tüm basit olayları mutlaka sorgulamak zorundayız. Çünkü bunlar kapalı kalması gereken kapıları sonuna kadar açıp, yağlı çamurları kucağımıza bırakan şeylerdir. Mutsuzluk getiriyorlar.

Egolarımızın bizi yönetip yönetmediği, bize hizmet edip etmediği konusu bizim seçimimizdir. Değerlere, güzelliklere ya da çirkinliklere yönelişimiz konusu bizim seçimimizdir. Doğada, sadece kendine hizmet eden insan, günün birinde güç tatminlerini tüketiyor, geç de olsa, sevmeyi ve sevilmeyi anımsıyor. Çünkü kişisel kazançlarının, daha doğrusu maddi kazançlarının sonucunda mutlu olamayacağını anlıyor.

Hayırsever diye tanımladığımız, yaptıkları işlerden asla maddi çıkar beklemeyen insanlar vardır. Sadece diğer insanlara yararlı olabilmek için, yaşamlarında uyguladıkları şeyler vardır. Evinin balkonunda rahatça oturup dinlenmek varken, zamanını ve enerjisini başka insanların mutluluğu için harcayan insanlar vardır. Bunun nedeni: İnsan sevgisidir. <ı>Bana ne, <ı>kendi uğraşsın ve bulsun, <ı>bulduğuyla yetinsin demek doğru değildir zaten. İnsan, insanı sevmelidir. İnsan, insana bir şeyler vermelidir. İnsanların birbirleriyle, en güzel biçimde iletişim kurma yönünde çaba göstermeleri gerekir. İnsanların birbirlerine karşı çok anlayışlı, çok saygılı olmaları gerekir.

Fakat, bugün geldiğimiz nokta korkunçtur. Çünkü artık birbirimizi duymuyoruz, görmüyoruz, tanımıyoruz. Bina girişinde komşularını gören insanlar kafalarını çevirip geçiyorlar. Bir katta, aynı duvarın iki yanını paylaşan insanlar, <ı>acaba duvarın arkasında oturan insanlar ne durumda, <ı>acil bir gereksinimleri var mı, <ı>benim sıkıntıma ilaç olabilirler mi diye soramıyorlar. Anlayış birliği yok. İlgi yok. Sevgi yok. Sorumluluk yok. Bu dağınıklık, kopukluk, güzel sonuçlar doğurmuyor elbette.

Günümüzde, demode fikirlerin karşısında yeni fikirlere gereksinim duyuluyorsa da, gerekli ve önemli olan, düşüncelerin nasıl kullanılacağını gösterecek olan bir rehberdir. Bu rehberin bilge olması, politika dışında kalması zorunludur. Malum düşünce üretmenin sonu yoktur. Bir dilencinin bile, insanlık adına çok harika düşünceleri olabilir.

Sonuçta insan, kendisini nasıl isterse, büyük oranlarda o istediği biçime sokabiliyor. Çünkü iç ve dış koşulların getirdiği zorunluluklara karşı yürüttüğü savaşta direncini, ağırlığını çoğaltmış oluyor.

İnsanlar yanlışlık yapabilirler. Yöneticiler yanlışlık yapabilirler. Fakat yanlışlıkların bir ölçüde doğruların bulunmasına yardımcı olmaları beklenir.

Dünya üzerindeki devletler arasında, yanlışlıkların ve çelişkilerin normalin çok üzerinde görüldüğü ülkemizde, yöneticilerin yaptıkları yanlışlıklarda ısrar ettiklerini biliyoruz. Dahası Türkiye’de yanlışlıklar, bazı dönemlerde kurumlaşabilmiş, bazı dönemlerde de yasalaşabilmiştir.

Türkiye, insan gücü, doğal kaynakları, iklimi ve coğrafyası nedeniyle avantajlı olmasına karşın, her dönemde yöneticilerin yanlış uygulamaları nedeniyle gücünü ve kimliğini ortaya koyamamıştır. Atılan her adım, yapılan her iş, Amerika’dan ve Avrupa’dan alınacak tepkilere göre ayarlanmış, halkın düşünceleri hep geriye itilmiştir.

Türkiye uzun yıllar, o kadar kötü yönetilmiştir ki, hastanelerde hastalar rehin kalmıştır, kahvehaneler işsiz gençlerle dolmuştur. Lise mezunları üniversite kapılarından dönmüştür. Fabrikalarımızın bir bölümü batmış, bir bölümü yabancılara satılmıştır. Utanılacak işler yapılmıştır.

Avrupa ile bütünleşme çabaları ve böylece yaşam standartlarımızın yükseleceği düşünceleri gündemde. Avrupa’da ise durum bunun tam tersine, Türkler, değil devlet olarak, fert olarak bile Avrupa’ya giremesin diye yeni yeni tedbirler alınmakta. Dünyada Türk vatandaşlarına vize uygulamayan ülke kalmadı.

Ülkeler arası yeni oluşumlardan Türkiye’nin de payını almakta olduğunu görebiliyoruz. Türkiye’nin dış politikasında hızlı bir değişim yaşanıyor. İç ve dış politikalar birbirinden ayrı düşünülemez aslında. İç politikamız yıllardır çarpıktır. Gelen her iktidar, atacağı adımları düşünürken: <ı>Acaba Amerika ne der diye düşünmüştür. Yani kulaklarımız hep okyanusun ötelerindeydi. Son zamanlarda buna ek olarak, <ı>İsrail de rahatsız olur mu<ı>? diye bir de güneye doğru göz atma zorunluluğu doğmuştur.

Biz kendimize olan güvenimizi yitiriyor muyuz? Biz birilerinden korunmak için, birilerinin merhametine mi sığınıyoruz? Öyle görünüyor. Psikoloji penceresinden bu mantığın adı, hezeyandır. Kurtuluş Savaşı öncesinde de, İngiliz sömürgesi ve Amerikan mandası isteyenler vardı malum. Kimileri saflığından istiyordu bunu, kimileri de hainliğinden.

Ülkemizde yazar - çizer takımının, hükümetlere akıl hocalığı yapmalarının yığınla örnekleri bulunuyor. Bir rastlantıyla, 25 Şubat 1990 tarihli Milliyet Gazetesini buldum. Coşkun Kırca Bey şöyle diyor yazısında: <ı>Türkiye, <ı>kendilerinden hiç bir alanda ciddi bir hayır beklemeyeceği, <ı>üstelik bazıları Türkiye’<ı>den toprak isteyen ve Türkiye’<ı>ye karşı terörist besleyen Arap devletlerini kızdırmamak gibi karşılıksız kalmaya mahkum boş bir heves uğruna, <ı>İsrail’<ı>e yakınlaşmayı ihmal etmemesi lazımdır. <ı>Amerika’<ı>daki Musevi Lobisini yanına alan bir Türkiye’<ı>yi yenebilmek, <ı>Rumlar ve Ermeniler için bir hayal olacaktır. <ı>Derhal alınması gereken tedbir işte budur.

Derhal alınması gereken tedbir buymuş … , …

Gülmeli miyim, ağlamalı mıyım ( ! ), bilmiyorum. Ayrıca bazı yazarlarımızın bazı yazılarında cümleler: <ı>İddia edildi, <ı>sanılıyor, <ı>ileri sürüldü, <ı>araştırılıyor, <ı>hareketlilik göze çarpıyor gibi ifadelerle bitiyor. Halkımız kime inanacak, kime inanmalı? İzleyicilerin, okuyucuların kafası ne yazık ki çapraz ateş altında kalıyor.

Ortadoğu, Emperyalizmin oyun sahası oldu. Bizim Güneydoğu ise, halı saha gibi, küçük maçlara ev sahipliği yapıyor desek yanlış olmaz.

Anıtkabir’e giden bir yöneticiye, Atatürk’ün yattığı yerden doğrulup, biraz da bağırarak: <ı>Bu güne kadar ne yaptınız da, <ı>size emanet ettiğim bu ülkeyi geri kalmışlıktan, <ı>sömürülmekten, <ı>çağdışı hukuk ve seçim sisteminden kurtaramadınız. <ı>İkide bir, <ı>Atam rahat uyu <ı>diyorsunuz. <ı>Sizin bu yaptıklarınız karşısında nasıl rahat uyunabilir ? demesini isterdim. Çocukça hayallerimden biri …

Tarihin sayfalarında dolaşmak, yemyeşil bir ormanda dolaşmaya benziyor. Çevreyi incelemek insanı dinlendiriyor. Zihnini açıyor.

Tarihin ne olduğu, okullarda her zaman aynı kalıpla sunulmaktadır. Klasik tanım şudur: İnsan topluluklarının geçmişteki yaşantılarını, neden ve sonuç ilişkisi içinde, mekan ve zaman belirterek aktaran bilim dalı. Bu kalıp hep tekrarlanır ama ne işe yaradığı üzerinde fazla durulmaz. Oysa şimdiki zamanın biçimlenmesi, bireysel varlığımızın biçimlenmesi, insanlığın yaşadığı tarihsel olayların sonucudur.

Bazı tarihi olaylar da, amaçlananın çok ötesine gitmiş, başlatan insanın engel olamayacağı olumlu ya da olumsuz sonuçlara ulaşmıştır.

Evrim teorisinin kurucusu Darwin bir sözünde diyor ki: <ı>Gerçekte insanla hayvan arasında, <ı>sanıldığı kadar büyük bir uçurum yoktur. <ı>Hayvanlarda da akıl, <ı>erdem duyguları, <ı>analık sevgisi, <ı>bağlılık, <ı>fedakarlık görülmektedir. <ı>Bir köpek, <ı>erdemi sopayla öğreniyor, <ı>bir çok insan da sopayla öğreniyor.

Bu ifade biçimi, insanın varlığını yüceltme açısından tartışılabilir ( bence ).

Felsefe dünyasına da uğramalıyız sık sık. Varoluşçulardan Jaspers’e göre: <ı>Felsefe yapmak, <ı>ölmesini öğrenmektir.

Varoluşçuluğa göre evren, insana karşıdır, mantıksal açıdan çözülmezdir ve ölüm gibi fizikötesi bir anlaşılmazlıkla son bulmaktadır.

Varoluşçuluğun, sorumluluk duygusu olarak sunmaya çalıştığı bunaltı, gerçekte ölüm korkusunun sonucu olarak gelişmiş olabilir. Bu tip korkular, insanı ancak kişisel çıkarlarının ve kişisel yaşamının eylemlerine itmektedir, bilimsel ya da toplumsal eyleme itmemektedir.

Bu dünya, varoluşçuluğa göre, insan türünün varlığıyla değil, tek tek insanların kişisel düşünceleriyle varlaşmaktadır. Bu sonuç, varoluşçuluğu kaçınılmaz olarak tekbenciliğe ( solipsizm ) götürebilir ve <ı>kendimden başka hiç bir şey yoktur saçmalığına kadar vardırabilir ( narsizmin zirvesi ).

Madde ve enerjiyi yöneten fiziksel yasaların kendiliğinden ortaya çıkması kimilerine göre mümkündür, kimilerine göre asla mümkün değildir.

Ünlü Einstein uyumlu bir gerçeği aktarıyor. Bu gerçek: Evrenin, dinamik bir enerji ve güç kaynağının etkisiyle oluştuğudur.

Doğadaki yaşamın, biyoloji, matematik, mantık ve sağduyu ile desteklendiğini savunan bilim adamlarının sayısı az değildir.

19. yüzyılın önemli filozoflarından olan Hegel, ayrı bir yoldan, Platon ve Kant idealizmini yenileyerek, maddenin, ruhun ürünü olduğunu belirtmiştir.

Hegel’e göre: <ı>Evrensel düşünce ( l’esprit ) <ı>bütün maddelerden önce vardı. <ı>Bu büyük ilke, <ı>dışa doğru açılarak kendini doğalaştırdı.

Hegel’in bazı görüşleri şunlardır: <ı>Gök cisimleri, <ı>evrensel düşüncenin doğalaşma yolunda attığı ilk adımdır. <ı>Gök cisimlerinin ilk maddesi, <ı>mantığın, <ı>belli olmayan varlık dediği şeydir. <ı>Dünya, <ı>evrensel düşüncenin gerçekleştirmeye doğru gittiği büyük yapının küçük bir taslağıdır. <ı>Bilinç, <ı>kendi bütünlüğüne doğru yürüyor. <ı>Doğalaşmış bilinç, <ı>yeniden kendine dönüyor, <ı>çünkü kendini insanda yeniden yakalamıştır.

Karl Marx, felsefeyi ve diyalektiği Hegel’den öğrenmiştir. Canlıların kendi kendilerine gelişerek ortaya çıktıklarını ilk öne süren kişi ise, Aristoteles’dir. Aristoteles, hocası Platon’un mistik görüşleriyle yetinmemiş, gerçek varlığın ideler aleminde değil, bu alemde bulunduğunu ileri sürmüştür.

İbni Rüşt, Spinoza ve Hegel’in ortak oldukları bir görüşe göre: <ı>Bütün bireysel akıllar, <ı>tek ve evrensel bir aklın görünüş biçimleridir.

Öteden beri, evrensel aklın varlığına dair kanıtlar olduğunu kabul etmenin, özgürce araştırmalar yapılmasını engelleyeceğini düşünenler çoktur. Bu konuda tedirginlikler, korkular dile getirilmiştir ( ateist çizgideki bilim adamlarınca ). Korku şudur ( özetle ): <ı>Bilim, <ı>sınır tanımayan bir araştırma alanı olmaktan çıkacak. <ı>Tanrının yaptıklarını onaylamak, <ı>aşılmaz bir engelin, <ı>insanın önünü kesmesi anlamına gelir

Bu kadar acılar, mutsuzluklar yaşayan insan, anlamlı bir açıklama elde etme çabalarından vazgeçmeli midir ? Hayır.

Bazı bilim adamları, kanıtlanabilir bilimsel bir açıklamanın bulunamadığı her durumda, Tanrı’nın keyfi biçimde işin içine karıştırılmasından rahatsız olduklarını ifade ediyorlar. Diyorlar ki: <ı>Bilimsel ve mantıksal olarak önemli bir konu açıklanamayıp tıkandığında, <ı>sanki Tanrı sözcüğü sihirli bir sözcükmüş gibi, <ı>İlahi Güç, <ı>İlahi Tasarımcı gibi tanımlar, <ı>eksiklikleri doldurma amaçlı kullanılıyor.

John Horgan bir sözünde diyor ki: <ı>Kanıtlar kesin olmadığında, <ı>rehberlik için aklımızı kullanmaktan utanmamalıyız.

<ı>Aklımızı kullanıyoruz, hiç utanmadan kullanıyoruz ama yine de kırmızı çizginin ötesine geçemiyoruz...

YAZAN VE PAYLAŞAN - Şair CLAUDIUS

 
Toplam blog
: 56
: 334
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

İzninizle hayatıma dair satır başlarını aşağıda sunuyorum. Yolunuz düşerse günün birinde beklerim. ..