Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Kasım '07

 
Kategori
Felsefe
 

Kule günlüğü / son kapı

Kule günlüğü / son kapı
 

Kendi geçmişimizi cesaretle ve dikkatle izlemek, bir rüyayı, bir filmi anımsamaya benziyor. Her şey geçip gitmiş ama paylaşımlardaki iyilikler, kötülükler hafızada saklı duruyor… Fotoğraf kareleri sıcak, düşündürücü…
İnsan, sürekli akan bir şelale gibi… Bu şelalenin suyu asla yerinde durmuyor. Değişiyor, taşıyor, akıp gidiyor…


Heraklitos diyor ki: Üst üste aynı suda iki kez yıkanamayız… Ne kadar doğru bir ifade. Çünkü evrende doğduğu gibi durabilen, varlığını değişmeden koruyabilen hiç bir şey yok.
Bir süre akacağız ve kıyıdaki son kapıdan geçerek sonsuzluk denizine döküleceğiz …

Bugün insan, yarın toprak…


Vücudumuzda binlerce hücre ölüyor, yerine yenileri geçiyor. Organlarımız, hassas donanımlarımız, yaşamımız süresince yenileniyor. Tıp bilgilerine göre, 50 yıl yaşayan bir insanın, bu kısa yaşamında, en az beş kez bütün hücreleri ( beyin ve sinir hücreleri dışında ) yeniden üretiliyor. Fakat ne kadar dirensek de, ne kadar sağlığımıza dikkat etsek de, zaman içinde hastalanıyoruz ve yaşlanıyoruz.


Sabahlar, akşamlar, geceler, kışlar, baharlar, acılar, sevinçler, batışlar, çıkışlar, zaferler… Çok büyük bir sahne var ve her insan bu sahneden geçiyor. Sadece bir kez geçiliyor… Süresi dolan, ölümün kucağında uyutulup götürülüyor. Doğa her şeyin üstünde ve her şeyi ezip, öğütüyor.


İnsanın yaşı ilerledikçe kullandığı zaman da azalıyor. Dolayısıyla önünde kalan günleri sayılı … Olgunluk döneminde, işleri düzeliyor, parası çoğalıyor, borçlarını temizliyor, her konuda deneyimli oluyor ama geçen dinamik günleri geri getirmesi mümkün değil.


İnsan, evine daha güzel eşyalar, daha gelişmiş cihazlar alıyor, daha yüksek model araba alıyor, daha neşeli ve saygın dostlar ediniyor. Sonuçta daha dolu, daha rahat yaşıyor … Tüm konfor ayağına gelebiliyor insanın. Fakat bir şey var ki saydam, görünmeyen çemberlerin içinde: Önceden mevsimler süzülerek ağır ağır geçerlerdi. Şimdilerde geçmekten öte, kasırga hızıyla savruluyorlar. Yıllar aylar gibi, haftalar günler gibi, saatler birer dakika gibi geçiyorlar…


Zaman insanı ısrarla kovalıyor…


En küçük bir mutluluğun tadını hissederken, baskılar altındayız, bugüne kadar bir türlü yapamadığımız işleri düşünüyoruz. Bisküviyi, çikolatayı yerken bile rahat değiliz. Kafamız hangi dağlarda geziyor ? Gemimiz hangi sularda yüzüyor?
Önümüzde ne kadar olduğunu bilmediğimiz yıllar, aylar, belki de sadece günler var…


Noel yaklaşıyor. 2007’nin, koca bir yılın nasıl geçtiğini kimsenin anladığını sanmıyorum.


Koşuşturmayla biten günün sonunda, yaşamımızın değerli bir sayfası daha yırtılıyor, o sayfa gelmemek üzere uçup gidiyor. Kapıya bir adım daha yaklaşmış oluyoruz. Kayıplarımıza karşılık kazançlarımızın neler olduğunu araştırmamız, bilmemiz gerekiyor. Sorgulama sonuçları olumlu ya da olumsuz olsun, içimizden gelen sesler, yarınlara bağladığımız umutlarımızı canlandırıyor.


Ben derslerimi çok aksattım ve karnemde zayıf notlar olduğunu düşünüyorum… Tedirginim…


Mevsimleri, kutlamaları, ödülleri, törenleri, misafirleri, miras kalanları karşılamaya hazır ve istekli olan insan, yaşamının ardından geleceği kesin olan ölümü karşılamak, ölümü görmek istemiyor…


Düşünürler, felsefeciler, yaşamın değeri ya da değersizliği konusunda farklı görüşler sunarken derin acılar duymuşlar, işin içinden çıkamamışlar…


Yaşamın binlerce tanımı yapılmış…


1) Kimine göre yaşam: Bu gözlerle göremediğimiz büyük kaptan sızan bir sıvı


2) Kimine göre yaşam: Düşler üreten bir kaynak


3) Kimine göre yaşam: Sunulmuş ince bir armağan


4) Kimine göre yaşam: Geri alınmak üzere verilmiş bir enerji…


Özetle: Yaşam, evrenden bulunduğumuz şanslı gezegene aktarılan bir su, bir ilaç, bir kan gibi bizi ayakta tutuyor…


Toprak, bitkileriyle, hayvanlarıyla, taşlarıyla, kayalarıyla, gölleriyle, madenleriyle güzel. Kitap, yazarıyla, kapağıyla, resimleriyle ve yazılarıyla güzel. Yaşamsız evren, insansız dünya, ne kadar anlamsız olurdu … Çünkü her şey yaşamla birlikte renkleniyor, değer kazanıyor, böylece tüm varlıkları anlamlı, sıcak buluyoruz.
İnsanlar yeryüzünde fazla kalamıyorlar. Çünkü kalmak kendi ellerinde değil ki. Geriden gelenlere yol açılması ve o gelenlerin belirli noktalardaki rollerini oynamaları için mutlaka gidilmesi gerekiyor… Nöbet değişimi…


Sahip olduğumuz bir çok şey gibi, yaşamımızın da gerçek değerini tam olarak bilemiyoruz. Hem eksikliğimiz var hem de tembelliğimiz…


Milyarlarca insan, milyarlarca beyin, milyarlarca karakter… Dünyada gerçekten kendi macerasının farkında, gerçekten özgürlüğünü kazanmış ve gerçekten aşk için yaşayan kaç kişi var acaba? İnsanları gruplar halinde düşünmek, eşitlik ilkesine aykırı ama hayvanlar gibi yaşayan sorumsuz insanlara da nezaket olsun diye, insandır demek biraz zor…


Ne yazık ki, bazı şeylerin değerini ve yüceliğini, kaybetmeden bilemiyoruz. Her insanın sadece bir kez yaşayabildiği gençlik günleri de bunlardan biri. Ardından koştuğumuz sevgiler, heyecanlar, zevkler, hobiler, mal - mülk edinme isteği, mutsuzluklar, yorgunluklar ve bunların hepsinin altına gelip son imzayı atan ölüm… Dosyayı sertçe kapatıyor. Kapanan dosyanın tekrar açılması mümkün değil…


Yaşamın genel işleyişinde, kendi sonuyla ilgili korkularını kendine bile itiraf edemeyecek kadar zayıf olan insanlar, servetlerini nasıl katlayabileceklerinin hesaplarıyla çok meşguller. Gününü gün etmeye çalışanlar çok. Bazı insanlar: Alkol ve uyuşturucu gibi unutma araçlarıyla ne dünü, ne yarını anımsamamaya çalışıyorlar. Bazı yetenekli insanlar da: Ölümünden sonra bırakacakları eserlerle anılacakları ve böylelikle yaşatılıp, yok olmayacakları düşüncesiyle bir parça teselli ediyorlar kendilerini… Ben ne yapıyorum acaba? Kafa yoruyorum, bir şeyler karalıyorum ama… Merdivene yaklaşamadım bile… Basamaklardan çıkmak ayrı bir savaş …


Ölümün gerçekliği biliniyor, bu dokunulmaz ve kesin yasanın dışında kalınamayacağı biliniyor ama üzerinde çok düşünülmüyor. Ölüm başkaları için anımsanıyor. Bir an önce unutmak ya da geçiştirmek için de elden gelen yapılıyor.
Kimi insan, iç dünyasında, tatmin edici açıklamalarla sağlam bir zemine oturtamadığı olaylarla ilgili korkular, kaçışlar yaşıyor. Bu özelliği, akıl ve yetenekleri ölçüsünde bazı sonuçlara ulaşmak için onu ya dini ve felsefi araştırmalara yönlendiriyor, içi rahatlıyor, ya da bu konuları hiç düşünmemeyi tercih ediyor. Düşünse de, düşünmese de insan kendi yazgısıyla baş başa kalıyor…

Anarşist olmak, ateist olmak, bütün yolların açılacağı anlamına gelmiyor. İdeolojiler, ruhun doyurulmasını sağlamıyor.


Kutsal varlıklarını, sadece tüketimlere, sadece günlük zevklere adayanlar, aldatıcı bir rahatlığa gömülerek mutlu tablolar çiziyorlar. Fakat korkular, hiç bir problemi çözmediği gibi, ölüm dediğimiz o büyük çengel, korku duyanlara acıyıp, gitmemezlik etmiyor, ziyaretini hatır için bir saniye bile ertelemiyor. Bütün canlıların ufkunda gizlice bekliyor… Fon müziği kullanmıyor.


Ölümü unutuyoruz genellikle ama ölümün bizi unutmadığı, unutmayacağı bir gerçek…

Beklenmedik bir anda kapıyı çalıyor. Resmi görevli gibi… Kalbi sıkıştırıyor, damarları tıkıyor. Uyurken, yürürken, otomobil kullanırken, piknik yaparken, yemek yerken hep ona yakalanma riski var. Her yere geliyor. Makam, meslek, servet, şöhret, ırk, din, yaş ve cinsiyet farkı gözetmiyor…


Yaşam var olduğu sürece ölüm öldürülemeyecek…

Ölümü kendimize düşman yapan bizim tepkilerimiz belki de. Zamanlara, mekânlara sığdıramadığımız egolarımız uğruna harcadığımız çabalar ölümün tatsızlığını çoğaltıyor. Sonuçta, ölümle birlikte bitecek olan dostlukların ve maddi kazanımların parlak ağlarına yapışıp kalıyoruz. Bir bocalama, bir tartaklanma yaşıyoruz…


Eski insanlar, yani dedelerimiz, hep soğuk ve hep sevimsiz görünümlü ama içinde mükemmel, tertemiz, sevgi dolu insanların uyuduğu mezarlıkları kentlerin dış bölgelerinde değil daha yakınlarda yani kentlerin içinde oluşturmuşlar. Gözlerden uzak tutulmaması, ibret alınması gerektiğine inandıkları için sanırım. Aklıma başka bir açıklama gelmiyor şu an için…


Ölümün etkisi, dokunuşu tartışılabilir. Fakat tartışmalar hiç kimseye yarar sağlamaz.


Ölümlerin, ayrılıkların, vedalaşmaların insanın yüreğinde ve ruhunda açtığı yaralar kolayca kapanmıyor. Hiç kapanmıyor…


Günümüzde çoğu insan, her gün ölenleri gördüğü, duyduğu, evinde ekranlardan izlediği halde ve kendisinin de günün birinde öleceğini çok iyi bildiği halde, hiç ölmeyecekmiş gibi davranıyor. Ölümle muhatap olmak, ölüme boyun eğmek istemiyor.


Mezarlığa gidiyoruz ve geliyoruz ( çarşıya, pazara gider gibi ) En yakın dostumuzun ölümünden bile etkilenmez olmuşuz… Ölüyü yıkayan, tabutu taşıyan, kürekle toprak atan, testiyle su döken çok ilgili değil yaptıklarıyla. Davranışların tümü ezberden ibaret. Düşen ateş topu onları yakmıyor, ısıtmıyor bile. Çünkü konunun dışında kalmayı başarmışlar, artık duyarsız yaşıyorlar… Duyarsız yaşamak nasıl bir şey bilmiyorum? Bilmek istemiyorum… Bir cenazenin camiden alınıp mezarlığa götürülmesi sırasında, otobüsün içindeki sözde dindar insanlarca, ölen kişiyle ilgili her türlü dedikodunun yapılmasından çok rahatsız oluyorum. Dudaklarımı sıkıyorum. Çünkü ağzımı açarsam, o uzun sakallı, beş vakit namazında denilen bazı büyüklerimin kalplerini kırabileceğimden korkuyorum… Sert konuşacağım ve tabancayla vurulmuş gibi olacaklar… Susuyorum. Otobüsten dışarıya kendimi zor atıyorum…


Düşünebilmek için beynimize muhtacız. Fakat beyin hiç bir zaman kendi kendini aşamaz yani sınırlı. Yaşam, ölüm gibi çözemeyeceği şeyler mutlaka kalacak.
William Marston isimli psikolog, 300 kişiye: Yaşamdan beklentiniz nedir diye sormuş? İnsanların % 94’ü gelecek umuduyla bugünün stresine katlandıklarını söylemişler.


İnsanlar, bir şey olmasını, birinin ölmesini, bir yerden para gelmesini, çocuklarının büyümesini, önümüzdeki yıl planlarını, hayallerindeki buluşmaları ya da seyahat fırsatlarını beklemekte fakat sadece yaşadığımız anın, elimizdeki tek gerçek olduğunu fark edememekteler.


Bilim, doğum olayının, insanın dünyaya nasıl geldiğinin en ince ayrıntılarını anlatıyor. Dünyaya gelen insanın büyüyeceğini ve hücre bölünmesi durduğunda öleceğini bildiriyor. Felsefe ise, nedenleri açıklıyor. Ancak felsefenin de tek kaynağı akıl. Aklın yetersiz kaldığı, ciddi bir çıkış yolu bulamadığı özel konular, böylece felsefenin dışında kalıyor…


Yaşamın anlamı nedir? Neden yaşıyoruz? Nereden geliyoruz? Bu klasik ve ağır sorulara felsefenin sunduğu yanıtlar yeterli sayılamaz. Daha yüksek noktalara tırmanmak ya da daha derinlere inmek gerekiyor. İnsanlığın haklı endişelerini ne Sokrates, ne de Platon giderebilmiş… Onlar, insan olarak, nereye giderlerse gitsinler, her adım atışlarında: Ne kadar aciz ve cahil olduklarını anlamışlar. Bunu açık açık çevrelerinde bulunanlara itiraf etmişler…
Bir namazlık saltanatın olacak


Taht misali o musalla taşında.


Dizeleriyle otuz beş yaş şiirini noktalayan rahmetli şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı, bu ünlü şiirine, Yaş otuz beş, yolun yarısı eder biçiminde bir tür ön koşulla başlamış gibi ama yolun biraz ötesinde 50 yaşına varmadan yolculuğunu bitirmiş… Işık içinde uyusun…


Yolculuklar kesin fakat tarihleri belirsiz. Mezarlıklarda, sıcak odalarında birkaç yıl sonrasının planlarını, projelerini yaparken, birkaç gün sonra toprağa verilen insanlar var. Çocukluğunu, gençliğini yaşayamadan gidenler var. Gözü açık giden bir yığın insan var…


Anneciğim 43 yaşında öldü. Bir insan için en güzel yaş… Beyazlamış saç teli yoktu hiç. Ölüm nedeni de: Soğuk algınlığı… Asya gribiymiş, virüs çok hızlı biçimde seyrederek 2 – 3 gün gibi kısa bir sürede hastayı tüketiyormuş… Fark edemedik, gece uykusunda yaşama veda etti. Bir daha uyanmadı… Rahmetli babam, ben, yıkıldık. İzmir’den İstanbul’a gittik ( kaçtık ) 15 günlüğüne. Sirkeci semtinde bir otele yerleştik. İsmini hiç unutmuyorum: Gümülcine Oteli. Ağladık, ağladık, ağladık… Çok ağladık. Daha sonra toparlanmaya çalıştık, tarihi mekânları, müzeleri gezdik. Geri döndüğümüzde evimize yine giremedik… Kapıyı açabildik ama içeriye bir adım bile atamadık… Her yer karanlıktı…


Eve girdiğimizde ilk işimiz fotoğrafları kaldırmak oldu…


Ölüm, yüksek bir hızla ve bin bir sürprizle geliyor. Aslında dört harften oluşan ve günlük yaşamımızda sık kullanılan sözcüklerden biri. Başımıza bir kez gelecek ama yaşamımızın her anında kendini hissettiriyor. Kovamadığımız sevimsiz bir gölge gibi peşimizde. Bu gerçek karşısında psikolojisi karmaşık insan, bunalım geçirebilir. Mantığını yitiren insan, yaşamın ağır yükünü taşımaya gücü yetmeyen insan, zamansız ölmeyi bile düşünebilir.


Arşiv bilgilerine göre: Zaro Ağa 156 yaşında ölmüş. Ekvator’lu başka biri 160 yaşlarında ölmüş. Kafkaslarda, yaylalarda 120 – 130 yaşları arasında çok sayıda insan bulunduğunu biliyoruz. Doğum yılları kesin olmadığından bilim adamları haklı olarak, bu tür insanların öykülerine kuşkuyla yaklaşıyorlar. Fakat 160 yaş, en son sınır görünüyor. Buna karşın bilim: Kargaların, papağanların ve bazı kaplumbağaların birkaç yüzyıl yaşadığı, sedir ve zeytin ağaçlarının bazı bölgelerde 4 – 5 bin yıl yaşadığı gerçeğinden yola çıkarak biyolojik bir anahtar olabileceğine inanıyorlar. Elbette bulunan ya da üretilen anahtarın, kilidi açma ihtimali yok denecek kadar zayıf …


Gen teknolojisiyle ölümün kontrol edilmeye çalışıldığını öğreniyoruz. Bazı hastalıkların ilerlemesinin önlendiğini, kök hücre nakliyle bir organın kurtarılabildiğini gazetelerden okuyoruz.


Sağlıklı yaşamaya çalışıyoruz ama vücudumuz bize sormadan değişimini sürdürdüğünden, kabullenmeliyiz ki doğa, katı yasalarını bize de uygulayacak…
Gelecek olan her şey, yakın sayılır. Fakat ölüm, tüm gelecek şeylerden daha yakın …


Bu kompozisyonumu okuyanlarca, gerçekte iç dünyamın karamsar olarak algılanmasını istemem. Yaşamayı seviyorum. Ölümü hiçbir biçimde savunmuyorum. Fakat ölüm gerçeğini dışlayarak yaşamak, çelişki ve yanlış olur…
Aşağıdaki sözleri söyleyenler ölmüşler. Sözler, her insanın dünyasındaki en büyük gerçeğin doğada tartışmasız onaylandığını ve ardından uygulandığını vurguluyor… İtici gelse de, okumalıyız… Minnetle, saygıyla anmalıyız söyleyen düşünürleri. Bizleri uyandırmak ve sakinleştirmek adına değerli düşüncelerini paylaştıkları için…
Doğa yasası, her doğanın ölmesini gerektirir. O halde ölmem gerek. Ben sonsuzluk değilim.


Epiktetos


Ölüm hep gözünün önünde olsun,
o zaman asla basit endişelere düşmezsin ve hiçbir şeyi aşırı coşkunlukla arzu etmezsin
.

Epiktetos


En büyük felaket, ölümü felaket saymaktır.


Epiktetos


Ölüm olmasaydı, hayat bütün güzelliğini kaybederdi.


N. V. Gogol


Nerede bir ölüm varsa orada bir doğum için kendini feda etme vardır.


Friedrick Nietzsche


İnsanın kendini taşıması güçtür. Sırtında birçok yabancı şey taşımaktadır çünkü.


Friedrick Nietzsche


Sonlu varlıklar, sonlu oldukları için, yetkin değildirler. Çünkü sonsuz varken, sonlu yetkin olamaz. O halde dünyanın eksik, yetersiz oluşu da bir zorunluluktur.


Leibniz


Zorunluluk, doğanın tabiatında vardır ve doğa ne yapmışsa zorunluluktan ötürü yapmıştır. Özgürlük yoktur.


Spinoza


Ölümün bizi nerede beklediği belli değil,
İyisi mi biz onu her yerde bekleyelim.


Montaigne


Faniliğe çok önem veren ve bu dünyanın gidişatını görerek kendilerini kaybeden insanlara acıyorum.


Goethe


Hayat, kendiliğinden ne iyi, ne de kötüdür, neyse odur. İnsan, ona katlanmalı, evet demelidir. Hayat, sürekli bir mutluluklar - mutsuzluklar kovalamacası da olsa, yaşanmaya değer.


Goethe


Sonunuz ne olacak? Ne siz bu felsefelerden geçebiliyorsunuz, ne de onlar size gereken karşılığı verebiliyorlar. O halde, ey kendini beğenmiş insanlar, kendi benliğinizin kendiniz için nasıl bir aykırılık ( paradoks ) olduğunu biliniz.


Pascal


Hayat ağır bir yük değil, yolumuz zaten uzun sürmeyecek.


R. Tagore


Hayatın tek üzüntüsü ölümdür.


Giovanni Papini


Ey insan, Tanrı seni topraktan yarattı. Toprak gibi alçak gönüllü ve hoşgörülü ol .


Şeyh Sadi


Faruk Nafiz Çamlıbel


Boğuşmak, hayat denen sebepsiz savaş için
Yaşamak, en sonunda dikilecek bir taş için
Bütün acıların işte en korkuncu bu
Bir avuç toprak olmak düşünen bir baş için.


Orhan Seyfi Orhon


Her insan ölebilecek yaştadır.


Cüneyd Süavi


İnsan ne anlayışsız mahlûk. Herkes kimsenin sağ kalmadığını biliyor da, kendisinin öleceğine kimse inanmak istemiyor.


Namık Kemal


İstanbul’un nüfusu: 50 milyondur. Ben ölülerle dirileri birbirinden ayrı düşünmüyorum.


Yahya Kemal


Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle gelir
Göz yumup açmış gibi.


Yunus Emre


Ölü değil, diriyim
Ölümlülerden biriyim .


Nogay atasözü


Ölüm, sarayların olduğu gibi kulübelerin de kapısını çalar.
Ölüm, her şeyin son anlamıdır.


Latin atasözü


Ölüme ilaç bulunmaz.


Alman atasözü


Ölüler, dirilerin gözünü açar.


İspanyol atasözü


Ölüyü gören hastalığa razı olur.


Fransız atasözü


Ölüm var, vurur geçer
Ölüm var, deler geçer.


Türkmen atasözü


Ölmüş aslana, tavşanlar bile saldırır.


Boşnak atasözü


Ölü başını tahtaya vurunca öldüğünü anlar.


Türk atasözü


Ölümden sonra bir ölüm daha yoktur.


Bulgar atasözü


Yazan ve paylaşan: Claudius

İzinsiz kopyalanamaz - çoğaltılamaz
Copyright
TYRANNOS Edebi Ürünler

 
Toplam blog
: 56
: 334
Kayıt tarihi
: 12.06.07
 
 

İzninizle hayatıma dair satır başlarını aşağıda sunuyorum. Yolunuz düşerse günün birinde beklerim. ..