Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Temmuz '09

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Kültür san'ata ne gerek var

Sokaklara taşmamış, insanları aşmamış, diyar diyar dolaşmamış, gönüllere ulaşmamış san’atsız kültür mü olur?

Koftiden Kültür ve san’at olmaz. Lehhmecüün ve visskiy andırah ile de kültür ve san’at olmaz. İdil’in Topkapı Sarayı konseri ile de sarayı basıp namaz kılmakla da, İlber Ortaylı’nın sabırla çizdiği akıl yolu ile de kültür ve san’at olmaz. Bardakçı’nın yerinden çalıp okutması, İbrahim’in çığırması ile de kültür ve san’at olmaz. Benim şiirim ya da fotografım, Çalının resmi, Atatürk heykelleri, Sinan’ın camileri ile de kültür ve san’at olmaz, Elit geçinen pelitlerin lâik ile dindarı ayırması gibi, tek sesli çok sesli diye, müzik eserlerini ayırma akl-ı nakısası ile de kültür ve san’at olmaz. Sadece ötekileşme olur. O akıllar sayesinde ötekileşme olmakla da kalınmamış, bugün tamamen birçok konuda yaşadığımız, müthiş bir yozlaşma da olmuştur. Kültür ve san’at bir bütündür. Kültür ve san’at parçalanamaz. Kültür ve san’atın içinde göbeğinde yaşamadığın sürece de kültür ve san’at olmaz.

Etkilenmeyenler tepkilerini kayıp ederler.

Tepkisiz san’at etkisiz san’attır. Yani yok mesabesindedir.

Biz kültür ve san’atın sadece kıyısında yaşıyoruz. Bizler gibi san’atkârlar da, bun acı durumu bal gibi biliyoruz. Buna rağmen ses çıkartmıyoruz. Zaten çıkartsak ne olacak ki?!. Benim bu yazıyı yazmam, hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Zîra üzerinde kalem oynattığım bu mesele, bir eğitim meselesidir. Milli kültür politikasının bir parçasıdır. Şimdi birileri çıkıp, milli kültür politikasına karşı olduğunu da söyleyebilir. Acaba bu karşı olanlar, Evrensel kültür politikalarının yanında mı durmaktadırlar?.. Şayet yanında iseler, kültür ve san’at adına bu müptezel hâlimiz nedir? Biz o Evrensel kültür politikalarımız sebebi ile mi, akademi ve konservatuarları, üniversite statüsüne aldık? Yani biz san’at ve kültür adına, Atatürk sonrası, ne halt ettiğimizin farkında mıyız? Milletin ne fecî bir uçurumda çoktan boğulduğu gerçeğine acaba vakıf mıyız? Pardon Atatürk’ün farkında mıyız? Kendisinin Samsun’dan Ankara’ya gelene kadar İkiYüz günde neler yaşayarak geldiğini biliyor muyuz? İstiklâl savaşı şartlarını gözden geçirdik mi? Hadi bunları geçtik. Mustafa’yı anlayabilmiş miyiz? Yoksa Onu da yüzümüze gözümüze mi bulaştırdık? Diğer tarafta Doğu Roma’yı fetih eden, Fatih Sultan Mehmet Cihangir Han’ın İstanbul üzre olan, hangi kanun ya da vasiyetine riayet ettik? Biz sadece lâikler ve dinciler olarak Atatürk ile Fatihi paylaşmayı bildik. Hadi bu yüz karamızı da geçelim. Tasavvuf felsefesinin ucundan kenarından, hiçbir şey anlamadığımız için, doğumu ölüm, ölümü düğün kabul eden, bir felsefenin eri olan Hz.Mevlâna’nın 800.Doğum yılında, havalara görgüsüz düğünlerinde olduğu gibi, havai fişekler atıp, lazerlerle spotlarla gösteriler yapıp, kafası külâhlı erkek, tabii başı açık ama omzu üzerinde örtü de bulunmayan, kız çocuklar ve başı simli destar ile sarılmış bir muhterem tiyatrocumuz ile tuhaf bir tiyatro da yaparak, neden olduğunu anlayamadığım, saygın bir üçlüyü de sahneye çıkartarak, el ve aleme gülünç olmadık mı? Hangi kültür? Hangi san’at? Hangi bilgi? Biz tepeden aşağı zır cahiliz!.. İşin daha acı tarafı, bilmediğimizi de bilmiyoruz. Bir bilene de sormuyoruz, danışmıyoruz, öğrenmiyoruz...

Kendi kültür ve san’atından kopanlar,

neticede hiçbir kültür ve san’atı taşıyamazlar.

Herkes Beyoğlu’nda. Sokaklar adam almıyor. Bu kişiler nereye gidiyor? Herkes salkım saçak barlara gidiyor. Pekiyi Taksim’den Tünel’e hatta Kuledibi’ne kadar yaklaşık Bir km. tutan tüm o güzergâhta, sokağa çıkmış bir kültür san’at faaliyeti var mı? Eskiden pasaj meyhanelerinde, akordeon çalan bir madam vardı. Ne yazık ki, Onun da ölümü ile akordeonu sustu. Yine herkes Moda’ya, Fenerbahçe’ye Beylerbeyi’ne, Bağdat caddesine, Ortaköy’e Etiler’e, akın ediyor. Bağdat caddesi yaklaşık Beş km. Diğerlerinin mecmuu da İki km. desek; DörtYüzBin yıllık insan yaşamına şahit olmuş, insan yaşamına şehir olmuş, bu şehr-ül İstanbul içinde, ara sokakları ile On km. tutan, karınca yuvası gibi insan kaynayan bu yerlerde ve en hummalı bar sokaklarında, sokağa çıkmış bir kültür san’at faaliyeti göreniniz var mı? Bir iki amanın çaldığı sazdan ve bir iki gencin çalmaya çalıştığı enstrümanlardan başka, tüm İstanbul’da kültür ve san’at adına ne var? Sadece çiklet pisliği kaldırımlar. Bu güzergahlarda ya da metro istasyonlarında arya söyleyen, yarının müthiş sesleri mi var? Yerlere tebeşirlerle klâsik modern resimler resmeden, dahî ressamlar mı var? Konservatuar talebelerinin vereceği Bach ya da Hafız Post konserleri için, Viyena’daki gibi yanınıza gelip, bilet ve içerik bilgisi veren gençler mi var? Taksim meydanına kuyruklu bir piano koyup, fırağını da giymiş ve Lizt’in Macar Rapsodisini yorumlayan birini hiç dinlediniz mi? Hiç Ortaköy’deki kilisenin önünde, bir Paganini yorumcusu gördünüz mü? Keza, hemen oradaki caminin önünde nay çalan birine rastladınız mı? Bağdat caddesinin her köşe başında, ayrı bir mim san’atçısı ile kaç kez karşılaştınız? Fenerbahçe’de kaç kişi Bir dakikada Sizin karikatürünüzü çizmeyi, Size teklif etti? Şehrin kaç yerinde açık kitap fuarlarından kitap aldınız? Ya da hiç kitap almayı düşündünüz mü? Bu şehirde san’at ve san’atkârlara tahsis olunmuş, kaç serbest meydan ve mekân var? Keza, şehrin kaç yerinde, rakı festivali yapıldığına şahit oldunuz? Bu saydığım yerlerde ya da herhangi bir marinada ya da meydanda kaç folklor gösterisi izlediniz? Kadıköy iskelesinden göğe salınan belediye balonunda, hiç gitar ya da keman ya da ut dinlediniz mi? Pera’da gezerken Sizin ruhunuzu okşayan, olağan üstü bir san’at olayı ile karşılaştınız mı? Bir grup insanın Yoğurtçu ya da Göztepe parkında oturup, topluca şarkı okuduğunu ya da türkü çığırdığını duydunuz mu? O parkın köşesinde, senede birkaç kez karşılaşılan ve de çocukları çok mutlu eden palyaçoları, bu şehrin kaç köşesinde. kaç kez, kim gördü? Adam gibi okunan bir ezanı ya da Kuran-ı Kerimi en son ne zaman dinlediniz? Kadıköy tarafında akordeon çalan bir gençten başkası var mı? Boğaz ya da ada vapurlarında, halkı müzikle coşturan, kaç grupla karşılaştınız? Ya da böyle bir işe soyunup, bir köşe başında keman çalarken, yanlış çaldığınız bir parçayı, oradan geçmekte olan, konsert maister Gülden Turalı’nın, eserin bizzat o partisini Size çalarak, tashih ettiği hiç oldu mu? Ya da yapmakta olduğunuz bir fotograf çekimi esnasında, acemiliğinizi fark edip, yanınıza gelen Şakir Eczacıbaşı gibi bir ustadan, işin püf noktasını öğrendiniz mi? Moda burnundan Fenerbahçe’nin resmini yaparken, tepenize ressam Adnan Çoker dikilip, hatalarınızı Size anlattı mı?

Halk, san’at, san’atkâr, sanayici ve siyasînin

her yerde ve her şekilde buluşamadığı toplumlarda

hiçbir işin iki ucunu bir araya getirmek mümkün olamaz.

Elinde fotograf makinesini bir bomba gibi tutan, buna rağmen yine de fotograf çekmeye çalışan, bir talebenin hal-i perişânına üzülerek, Ona yaklaşıp Onunla sohbet etmeye çalıştım. Gayem Ona fotografçılığı öğretememiş olan hocasının, O talebede yarattığı kompleksleri de kendisine aştırarak, çok kısa bir süre içinde, fotograf gerçeğini Ona izah etmekten ibaretti. Fotograf konusunu biraz bildiğim, zaten ilk cümlemden çok açık olarak belliydi. O cümleyi manda bile duysa, fotografçılık öğrenmeye gönlü de olmasa, ardından gelecek sözlere mutlaka kulak vermek için saygı ile durup, beni dinlerdi. Kültür, san’at terbiyesi ve nezaket de zaten bunu gerektirir. Ancak hiç de böyle olmadı. Fotograf çekemeyen genç yanındaki kendisi gibi zibidi arkadaşına sıkıntı ile dönüp, “- Adam manyak mı ne? Ona soran oldu mu?” dedi. Ve birlikte veba mikrobundan kaçar gibi benden uzaklaştılar. Oysa, buna benzer bir olay, bu hadiseden Altı sene önce, Venedik’te olmuştu. Oturduğum kafenin önünde, bir türlü istediği çekimi yapamayan, genç bir fotografçıya yardımcı olmuştum. Kendisi ve tüm ekibi, beni yere göğe koyamamışlardı. Çekim sonrası beni davet ettikleri mekânda sohbet ederken öğrendim ki; hepsi henüz akademide fotograf bölümü öğrencileriydi. Ve bana her biri, aklına gelen her suali sorup, istedikleri ya da hiç beklemedikleri olağan, olağan üstü ya da olağan dışı cevapları aldılar. Ve bu sayede, gerek san’at gerekse fotograf konusunda, çok bazı şeyler öğrendiler. Ama Onlar doğdukları ülkenin o şehrinde, sadece fotograf çekimi yaparlarken değil; doğduklarından beri, bulundukları meşhur San Marco meydanındaki bazı kafelerde sürekli müzikler çalıyordu. Meydanda iki üç ressam yağlıboya resim yapıyordu. Bir yankesici bir turist kadının çantasını çalıyordu. Üç genç de yere tebeşir ile resim yapmış, bir genç kukla oynatıyor. Bir başka genç de mim yapıyordu. Önlerinden geçen bazı gondollardan da, müzik sesleri yükseliyordu. Kuşlar hiç kimseden kaçmıyor hatta insanların üzerlerine konuyordu. Kısaca Venedik adam gibi san’at taşarak, kültür kusarak yaşıyordu. Taksim meydanı, gezisi ile birlikte, zannımca asgarî Altı San Marco meydanını içine alır. Ama orada bunlar yaşanmaz. Kuşlar yere bile konmaz. Sadece kapkaç ve karmakarışık bir kuru kalabalık vardır. Acaba “neden?” diye hiç düşündünüz mü?..

San’at ve kültürün dili Evrenseldir.

Onu bölgesel kalıplara sokmak isteyen toplumlar kendilerini boğarlar.

San’atkârlar ve san’at değil de, salaklar sokağa ve/veya ortaya hatta ekranlara çıkarsa, düzgün hiçbir şey olamaz. Kültür diye herhangi bir meseleden söz etmek de mümkün olamaz. İstanbul’un her semtinde, YirmiDört saat konser versen de, tiyatrolar icra etsen de, bedava kitaplar dağıtsan da, bir netice alınamaz. Kültür ve san’at ayağa düşmeden, ayağa gidecek. Halka inmeden, halkı kucaklayarak halkı yüceltecek. Kültür ve san’at ülkenin her köşesine, her kucağa her bucağa gidecek. Kültür ve san’at yarım yamalak değil; tümü ile adam gibi gidecek. San’at tarihi, müziği, şiiri, edebiyatı, resmi, heykeli, mimarîsi ve bu san’at dallarının alt uyduları, uygulamaları ile gidecek. Halkı bir kundak gibi sarıp sarmalayacak. Bu böyle olmazsa, çok kısa bir zamanda kültür ve san’attan anlaşılan, sadece televizyon kanallarındaki kadın veya evlilik programlarında, atılan göbekler haline gelecektir. Bu arada bir televizyon kanalımız da, neredeyse tüm yayınını, Çingene kültürünü topluma yaymaya yönelmiş durumdadır. Benim gibi kaba ruhlulardan gayrı, cemiyet fertlerimiz, san’atsal ve kültürel zarafetlerinin, mücellâ bir nişanesi olarak, Çingene ya da Kıpti yerine, artık Roman sözünü tercih etmektedir. Bestekâr Sultan Selim döneminde bile, Lâle devrinde dahî, bu cemiyet bu kadar zarif olmamıştı. Bu duruma baktığımız zaman, Türk san’at ve kültürünün değil ama, başkalarının kültür ve zanaatının önünün ve ününün çok açık olduğunu görürüz.

Dünya’nın her yerinde Çingeneler Çingene kaldıkları sürece güzeldirler.

Roman olmuş bir Çingene, duman olmuş bir Çingenedir.

İşte bu curcunada İstanbul, 2010 Avrupa Kültür Başkenti olacakmış. Allah rızası için beni güldürmeyin. Hangi san’atı hangi kültürü ile bu iş olacak? Sokaklara taşmamış, insanları aşmamış, diyar diyar dolaşmamış, gönüllere ulaşmamış san’atsız kültür olur mu hiç? Olursa da neye yarar? Evet bizde, mangallarda bırakmadığımız kül ve bu kül ile uğraşan çok tür vardır. Ancak bu kül ve tür bizim kültürümüzün geniş bir parçası olmakla; bu derin kültürden, Avrupalılar da Dünyalılar da hiç anlamazlar. Bu sebeple 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmamız için, bence hiçbir sebep yoktur. Asla kaldıramayacağımız bir yükün altına, kültür adına girmemiz ile hasıl olacak sıklet bu teraziye çoktur... Çok olduğu da elbet anlaşılacaktır...

Bu mangaldaki külleri ve içimizdeki türleri incelemeye

bu milletin ömrü yetmez.

Haydar Volkan

Çiftehavızlar: 28.07.2009

 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..