- Kategori
- Gündelik Yaşam
KURBANLIK KOÇ
"Yeter ki, gara dağlar, gar alatında galmasın" diyor Şemo
Kars'ın uçsuz bucaksız, "Kızılçakçak" Dağlarında, kayak yapmak için buralardayız. Şemo Dayı'dan uzun uzun bahsettilerdi. Gidip dinlemek istedim kendisini. Üç ev ötedeydi damı. Oturduk. Hoş-beşten sonra "Anlat hele o postane hikayesini" dedik. Biz sorduk o söyledi. "Bizim hikayemiz acıklıdır bey, dedi ve ekledi "n'aparsın bir cahilliktir, oldu işte" dedi ve şöyle başladı:
Kış gelende, kazma da yaktırır, kürek de.yaktırır bizim bu dağlar. Kardan, toprak damlı evler, gözükmez olur bizim buralarda.. Şu tavanda gördüğün delik, evi aydınlatır. Merdivenle de iner çıkarız dama. O da kara teslim olmamak için. Kapımız da bacamız da ahan da gördüğün bu deliktir" dedi. Dam'da açılan pencere, odayı aydınlatır. Ev halkı, yan yana bir halka oluşturup, tandır çukuruna ayaklarını sallayarak otururlarmış.. Böylece ısınmış olunurdu.. "Çok soğuklarda da, evin bitişik ahır kapısını açarız ki, oradan sıcak hava gele" diyor Şemo..
Tek gözlü evin damı, topraktı. Tavana bir delik açtın mı, gökyüzünü görürdünüz. Kilimlerle işi idare ediyorlardı. Halı malı dayanmıyormuş toprağa. İçeriye ancak, dam başından girer, içerdeki seyyar merdivenle de dışarı çıkabilirsiniz.
" Biz buralarda irezilliğe alışığız. Davarlarımıza ot bulursak, öp de başına koy. Ara yerde onlar da yeşillik yemelidir. Kuru kuru otla olmaz" diye de ekledi, sigarasını tütün tabakasında sararken.
Havva kadın, kirmanını döndürüyor, hırkası için yün eğiriyordu. Bu dağ başında, kocasıyle yaşlanıp, bu günlere gelmişti. Yine de sarımsak sapı gibi dipdiriydi.
Evin erkeği Şemo, endişeli gözlerini tavana dikmiş, sigarasını tüttürüyordu. Öksürüklü sesi ile de söyleniyordu: “ Bu kış, ocağımızı söndürecek Havva kadın! Gara dağlar gar altında galanda, biz gülmezek’’ Karısı da tasdikliyordu: “ He ya, gülmezek!”
Seyyar postacısı evin deliğinden bir kağıt atıp gitmişti.: “Ula Şemo, İstanbul’dan hayırlı bir havadis var” diyerek Evin küçük oğlu Silo, koşup almıştı telgrafı. İstanbul’dan, emmileri yazmış: “Kurbanlık koçunuzu aldık, sizleri de bekleriz!” diye, İyi mi?!
İstanbuldakiler, yıllar var ki, köylerinden kopmuşlardı. Kaçakçılıktan da köşeyi dönmüşlerdi. Hediye koçtan da memnundular ki, onları bayrama çağırıyorlardı bu kış kıyamette.
Aile, birbirine sarılmış, birlikte zıplayarak , birliktre dönmüşler. Şemo: " He ya, sevinçten zıpzıp sıçrıyorduk" diyor.
“Ula bu emmimiz gibisi yohtur!”
“ He ya, yohtur!”
“Koçumuzu almışlar çok memnun galmışlar.”
“ He ya!.. Memnun galmışlar. Şimdi, getmesek ayıp olir!”
Böyle diye diye Şemo’lar; hazırladıkları koçu, allayıp, pullayıp, kuyruğuna da kınalar yakıp postaneye götürmüşler, Telgraf memuru Naim’e teslim etmişler. Nerden duymuşlarsa duymuşlar, tel havalesi ile koçlarının İstanbul’a yollanmasını istiyorlardı adres de verip, “Hele gurban, bu goç, sana emanettir ha! Yerine arızasız ulaştırasız ha!, Emmimiz çok sevinecektir ha!” diye diye de sıkı tembih vurmuşlardı. Böyle diyor Şemo'cuk.
İyi de, postahaneden, tel havalesi ile koç mu gönderilirmiş! Nereden, kimden duymuşlardır? Kim işletmiş bu garibanları? Değil mi? Şemo bu konuda hayıflanarak: " Buralarda hep cahil galdık" diyor, başka da bir şey demiyor.
Postane telgrafçıları, kış geceleri makinelerinin başında çene çalmayı severler. Yoksa vakitler geçmez. Bu dağ başının telgrafçısı Naim, yeni bir konu çıktı diye, İstanbul’daki telgrafçı arkadaşlarına, ‘Boyu posu şu boyda. Boynuzları iri iri, sürme gözlü, kaşları, kazan kulpu gibi "gara " bir koç satın alıp, şu adrese teslim edin’ demişti önceden.
Merdiven altına bağladıkları Şemo’nun koçunu da satıp, parasını da İstanbul’daki telgrafçı arkadaşına yollamıştı. İşte o para ile kurbanlık koç satın alınıp, emmilerinin adreslerine ulaştırılmıştı.
Emmisinin, bu yüzden, “Kurbanlık koçunuzu aldık, sizleri de bekleriz İstanbul’a “ deyişleri de bundandı. Tabi, Şemo'nun bunlardan haberi yok. Ne bilsin! " Bileydim böyle oldugini, töbe gitmezdim postahaneye, irezil de olmazdım" diyor Şemo'cuk. Bütün mesele, bütün iş, her şey olup bittikten sonra açığa çıkıyor zaten. Yoksa oyun bozulurmuş. Bunları birebir kendilerinden duymuş Şemo. " Olsun varsın. Bize şeref vermişler, değer vermişler, bizleri saymışlardır" diyor, başka bir şey demiyor. Bütün olkup bitenlere karşın.
Uzun, kasvetli kış günleri aylarca yol kapanır kalır. İn yok, cin yok. Böylesi şakalar, kanı kaynatırdı her halde. Günlerce her telgrafhaneden bir diğerine yayılır ha, yayılırdı...Anlatıla anlatıla bitirilemezdi olaylar..
Karar verilmişti, gidilecekti İstanbul’a. Öyle diyor Şemo. Koskoca koç nasıl gitmişti tel havalesiyle? Onlar da aynı usulle, tel havalesiyle gideceklerdi elbet. Bunu, o memura söyleyeceklerdi. Onlar da gidecekti çaresiz. Varıp, hep birlikte memurun karşısına dikildiler.
Şemo, sözü almış:: “Emmilerim, goçumuzu almışlardır memur begim. Bizi de çagırirler. Elinize sağlık. Goçumuzu sağ salim varmıştır yerlerine‘ Tel havalesiyle bizi de yollayın gurban’ demiş memura ve eklemiş:: "Emmimiz İstanbul’da, yolumuzu gözler, daha da bekletmeyek!”
Memur içinden. “Şimdi işler çatallaştı” diye düşünmüş olmalı ki, amma makul bir çare aramış. Sükuneti bozup, top gibi gürlemiş bir anda: “Olmaz!” diye. "O zaman, yıkıldım kaldım üzüntüden" diyor Şemo.
Şemo’nun yüzü, allak bullak olmuş tabi. Araya girip sordum: "Korktun mu, yoksa şaka mı yapılıyordu sana?" dedim. Şemo bir an durakladı ve “Niye olmazmış.!? Koçu daha önce gönderdiler ya gideceği yere. Koskoca emmioğlu yalan mı söyleyecek? Bunu, kendisi de biliyor üstelik." Böyle düşünmüş Şemo.
Bu sefer memur parlamış: “Olmaz dedimse, olmaz! Laf dinleyin. Koçun boynuzları vardı sağlam mı sağlam. Tellere sardık, sarmaladık. Postu vardı yollarda üşümez dedik, üşümedi. Sizi yollayamam. Yollarda donar kalırsınız! Mesuliyet alamam!” Böyle diyesiymiş memur.
Şemo, yalvaran sesle, şöyle seslenmiş: “ Bizim de gulaklarımız var, sarıp sarmalayın tellerle. Bak hele bi bak. Paltomuzun içi de pösteki ile gaplıdır. Valla üşümeyik, billa üşümeyik. Her bi şey bize ait. Böyle böyle diye de kâat veririk! Gözünün yağıni yiyek. He de, ossun bu iş!”
Memur dayatmış yine: “ Olmaz!”
Şemo’nun da tepesi atmış:: “Bir koç kadar olamaz mıyık mı yani?!” deyivermiş.
Şemo, "Memurun gözleri parladı. Aklına bir şey gelmişti. diyor ve ekliyor: "Telefon kablolarından birini söktü. Tellerin uçlarını kulaklarıma doladı. “Bir deneme yapalım bakalım,” diye sızlandı. Telefonun kolunu hafif çevirdi ki, ( Tesirini ölçmek istemiş her halde) Nitekim Şemo’cuk, kolun ilk çevrilişinde, biraz yerinden zıplamış amma “Ziyanı yok, yollarda dayanırım sen devam et” demekten de geri kalmamış. Öyle diyor kendisi. İlahi Şemo..
Memur bu kez, telefonun kolunu kuvvetlice çevirince, Şemo bir fırlamışı ki yerinden, varıp karşı duvara çarpmış. Elleri yumulu, gözleri dışarı fırlamış vaziyette bas bas bağırarark: “Ben gidemirem begim, gidemirem! Yandım anam, yandım anam!” demeğe başlamış çaresiz olarak.
Aceleyle yüzüne su serpmişler Şemo, bayılmış tabi. Zor ayıltmışlar. Ayılır ayılmaz kapıya zor atmış kendisini.
Şemo, kapının dibine yığılmış vaziyette inleye inleye, yine de memura soruyormuş o haliyle:: “Başka mümkünatı yoh midir, gurbanin olim! Emmimize ayıp olmiştir, he gurban." Buluşmaları, kursaklarda kalmış tabi.
İşte diyoır Şemo. Bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerdeeki halimiz budur. Cahilliktir işte olan bitenler. demekten de kendisini alamıyor.
Şemo ve Havva Kadın, "Gara dağlar, gar altında galmaya görsüz. Halimiz bitiktir davarlarımızla birlikte ." Biz; yol bilmezek, iş bilmezek, gülmek nedir bimezek" diyor.