Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Temmuz '09

 
Kategori
Siyaset
 

Kürdistan yolunun ufak tefek taşları (1)

Elin oğlu bin bir çeşit olasılığı önceden düşünüyor. Şöyle olursa bu olur. Öteki türlü olursa şu olur diyor. Her bir duruma göre, nasıl müdahale edeceğini belirliyor. Planlar yapıp uyguluyor. Mahalle bakkalının bile müşterileri ile ilgili gözlemleri, güvenilirlik dereceleri ile ilgili sırları varken, derin devletin sadece bizde olduğuna inanmak, dünyada olan bitenden medyaya yansıyanların, gerçeğin sadece buzdağının ucu kadarı olduğunu bilmemek saflık elbette.

Hatta hakiki derin devleti olan ülkelerde uzun vadeli, kuşaklar boyu ince ince işlenen planlar yapılıyor. Yönetimler değişse de bir şeyler değişmiyor.

Örneğin, Obama “change” dedi başa geldi. Ama CIA ve Pentagon’u hallaç pamuğu gibi atmıyor. Irak’ta batan milyarların, sebep olunan 1 milyon can kaybının hesaplarını sormuyor. Kendi devletinin ipliğini pazara çıkarıp, vaktiyle sorumluluk verilmiş, içlerine silah fabrikalarında, paralı ordu firmalarında ortaklıkları olanlar, düğün bombalayanlar olmasına karşın, insanları deşifre ederek süründürmüyor. Çünkü gerekçe neydi? ABD’ye yönelik terör tehdidi vardı! Akan sular duruyor o zaman. Bizde tehdidi değil, kendisi var yıllardır. Ama birileri, atını itini nallayıp bir seferberliğe katılmış, bütün olanakları kullanarak bizi PKK’nın kimseye zarar vermemiş bir savunma örgütü, TSK’nin sürekli yasadışı işler yapan bir suç örgütü olduğuna ikna etmeye çalışıyor!

Neyse, bizde artık derin devlet kalmadığına göre, bize iş, vekillerimiz kadar da söz düşer. Biz de vatandaş olarak, aklımıza gelenleri sıralayalım. “Kürdistan “ yollarında taştan taşa atlayarak, sekerek gidelim.

“Arap Lawrence” gibi “Kürt Lawrence” olmak isteyen İngiliz gizli servis ajanı E.W. Charles Noel tarafından, “Mezopotamya’daki İngiliz hâkimiyetine zarar verecek” diye korkulan Mustafa Kemal’i durdurmak için kotarılan Kürt ayaklanması, İngilizlerin istediği sonucu vermemiş, başlatılan ayaklanma, zamanla Şeyh Sait önderliğindeki “şeriat isteriz, hilafet isteriz” biçimine dönüşmüştür. (İngilizlerin bugün de Irak’ta olmaları tesadüf müdür?) Günümüzde bile binlerce müridi bulunan, yazdığı risaleler bir çeşit Kur’an gibi kabul gören Said-i Nursi (Kürdi) ümmetçiliği Türk Milliyetçiliğine karşı kullanır. Ama kendisi Kürt milliyetçisidir.
Yatır, türbe sayısı yüzlerce, belki binlerce olan, şeyhlerin ve tarikatların cirit attığı bölge bugün de aynı potansiyele sahiptir. Hâlâ ağalar ve onların şeyhleri vardır. PKK, Marksist-Leninist çizgisiyle, Apo’nun Stalin taklidi ile bir yere varamayacağını görmüş, yön değiştirmiştir. Hizbullah’ın son üç senede iyice güçlendiği belirtilen bölgede PKK ve Hizbullah arasında bölgeye hâkim olma rekabeti başlamıştır. Öcalan’ın verdiği direktife göre.” Camiler toplumsal merkez haline getirilmelidir.” Bu konuda çaba gösterildiği, Kürtçüler tarafından “en Müslüman kim?” yarışmasında “imamlı şov”lar yapıldığı gazetelere yansıyan haberler arasındadır. PKK bulgurunu vermeyen veya çocuğunu” PKK’ya asker” olarak vermeyen garibanı hain ilan etmiş, öldürmüştür. Ama ağaların elinden toprak alıp köylüye dağıtmamış, onlara zarar vermemiştir.

Yani, bölge insanının refahı veya ihtiyaçları terör örgütlerinin umurunda bile değildir. Verilen kavga iktidar olma kavgasıdır. Amaç bölgeye hâkim olmak, insanları canları istediği gibi, kendi kurallarına göre yönetmektir. Devlet otoritesi zayıflarsa otorite kimin eline geçer? Vatandaş tamamen örgütlerin, aşiretlerin ve şıhlarının, tarikatların arasında mı kalır?

Şimdi bir yoldan, yol haritasından söz ediliyor. Göründüğü kadarıyla bu yolun rehberi rüzgârgülüdür. Rüzgâr yön değiştirirse rüzgârgülü de istikamet de değişir. Onun için bu durumda varış noktası meçhuldür. Duruma göre ileri gidilebilir veya geri adım atılabilir. Önemli olan zaten ihtiyaçlar değil, mümkün olduğu kadar kıl koparıp büyük mücadelelerin adamları olarak tarihe not düşmektir.
Örgütün gül gibi önderinin ise, şimdiye kadar başta kalmayı nasıl becerdiği, hangi yapıdaki insanları örgüte katmaya çaba gösterdiği, yönetim kademelerinde hangi kıstaslara göre adam seçtiği, 1989 yılında bir dergide yayınlanan, kendisiyle yapılan bir röportajda açıkladığı tespitlerde saklıdır.

Eleştirilerinin birkaçı şunlardır:

“Önderliği aşiret kafasıyla anlıyor. Bir geleneksel Kürt tipi var.”

“Otorite: Babalarından anladıkları otoritedir. ‘Benim babam beni böyle büyüttü. Ben de böyle olmak istiyorum.’ Geleneksel yönetme, yönetilme anlayışı. Olmaz böyle diyorum, beni baba gibi görüyor.”

“Kürtler çok dağınık bir toplum. Kürtler birleşen değil, ayrılığı körükleyen özelliklere sahip.”

“Kölelik Türkiye’de ailede beslenir. Kürdistan’da daha fazla.”

Öcalan bu açıklamaları, kendisi tek adam olmak istemiyor, daha iyi fikirleri olan kişilerin çıkmasını istiyor, yerini başkasının alamamasından rahatsız oluyormuş ve eksikleri dile getiriyormuş edasıyla yapmaktadır. Gerçekte Kürtlerin doğasının otoriteye itaat olduğunu, otorite olmazsa bir araya gelemeyeceklerini, “Hodri meydan! Yerimde gözü olan, otorite kurabileceğine güvenen varsa buyursun!” diyerek kendi yerini bir başka kişinin alamayacağını örgüt elemanlarının bilinçaltına işliyor.

“Kurdistan Report”, adlı PKK yayınının Ağustos 1993, 61 numaralı sayısında yayınlanan bir resim Öcalan’ın izlediği stratejinin ve varmak istediği hedefin görsel özetidir: Tam ortada, kollarını kavuşturmuş, boyu fondaki yüce dağlardan daha yüksek bir Öcalan, ayaklarının altında ise, ellerinde bayrakları ile binlerce minik Kürtçüler! (Kürt olmak ile ayrılıkçı Kürt milliyetçisi, yani Kürtçü olmak aynı şey değildir.) Resim, demokrasi, özgürlük, eşitlik temelinde mücadele veren bir liderin değil, “sıradan insanları” karınca misali ayaklarının altında ezilmeye mahkûm gören, en fazla Saddam karikatürü olabilecek, egosu şişkin bir Orta Doğu diktatörünün resmidir. Ancak diktatörleri de gerekirse öldürmek, ama haklarını yememek gerekir. Onların bile kendine özgü kararlı tutumu vardır. Saddam ipe başı dik gitmiştir. Kaddafi Paris’in orta yerine çadırını kurdurup, kendisini kapılarda karşılatmaktadır. Bizdeki yakalanınca veya DTP’liler kendisini zora sokabilecek laflar edince bile hemen devlet yanlısı olup, hizmete hazır hale gelmekte, meydanı boş bulunca kaptırıp gitmektedir.

Öcalan’ın tek kalmasının nedeni, destek olmayanları hain ilan edip yok ettirmesi dışında, insanları saçmalamaya, hataya yönlendirmesi de olabilir. Ancak, bu konuda günahını almayalım. Belki PKK’lı mantığı öyle çalışmaktadır. Örneğin,
DEP kapatıldıktan sonra Erdal İnönü başkanlığındaki Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), partinin büyük ölçüde oy kaybına uğrayacağı bilinmesine rağmen, eski DEP’lilerin de Meclis’te yer almasını, demokratik bir platformda çözümden yana çaba göstermelerini sağlamak için kendi listelerinden Meclis’e girmelerini sağlar.

Sıra Milletvekilliği yemin törenine gelir. (Kasım 1991) Amaçları hır çıkarmak değil, çözüm üretmek ve barış olanlardan Hatip Dicle, “Bu yemin metnini Anayasanın baskısı altında okuyoruz.” diye söze başlar. Sıra Leyla Zana’ya gelir. Leyla Zana da pek çok şey göze alınarak kendilerine tanınan bu fırsatı kaçırmaz. Müthiş bir birlik ve beraberlik mesajı verir. Meclis tutanaklarına göre, bütün milletvekilleri bu açık mesajı elbette alırlar. Ve DEP’lilerin davasına daha fazla destek vermeye karar verirler.

Başkan: Bir dakika bakar mısın kızım?

Mahmut Öztürk (DYP): Burası Türkiye Cumhuriyeti...

Başkan: Türkiye Cumhuriyeti bir kanun devletidir. Ant içme de kanunun gösterdiği şekilde yapılır.

Zana ikinci kez, ama yine Kürtçe okur.

Nabi Poyraz (ANAP): Ne dedi, belli değil ki...

Yücel Seçkiner (ANAP): Küfretti...

Başkan: Zabıtlara bakılacak.

Ercüment Konukman(ANAP): Stenograflar Kürtçe bilmiyorlarsa, bunu nasıl zaptedebilirler?

Sonraki dönemde, SHP milletvekili olan eski DEP’liler (Leyla Zana, Hatip Dicle, Selim Sadak, Orhan Doğan) milletvekili dokunulmazlıkları kaldırılarak tutuklanırlar ve hapis cezasına çarptırılırlar. Sonraki yıllarda ise, Abdullah Öcalan tutuklanır ve cezaevine konur. PKK saldırıları durur. Ortam huzura kavuşur.
Terör dayatmasının ve baskının olmadığı bu dönemde TRT Kürtçe yayına başlar. TRT Kürtçe yayına başladığı gün eski DEP’liler 10 yıllık mahkûmiyetin ardından erken tahliye edilerek serbest bırakılırlar (Haziran 2004).

Yani, sonuçta işe yarayan hapiste yatmak, terör ve militanlık veya AB’nin bastırması değil, barış ortamıdır. Türkiye bu kararları kimsenin dayatması ile değil, kendi belirlediği zaman ve sınırlar içinde, kendi özgür iradesiyle olduğuna inanarak almıştır. Herhangi bir baskı hissedilseydi, Öcalan buyruklar veriyor, PKK bombalar patlatıyor olsaydı, bu kararlar çıkmazdı.

Bu da göstermektedir ki, kan dökerek ve tehditler savurarak bir yere varmak mümkün değildir. Netice: Yeni açılımlar için inatlaşmalar ve ayrımcılığı körüklemek değil, barış ve huzur ortamını sağlamak önemlidir.

Öcalan’ı doğrularcasına, 1989’dan bugüne kadar, Türkiye’de Genelkurmay Başkanları, Başbakanlar, Hükümetler değişmiş, PKK’lılar içinden, seçimle Meclis’ e giren Kürtçü milletvekilleri çıkmasına rağmen, çete reisinden bağımsız karar alabilecek, kendi inisiyatifini kullanan, bölgenin huzuru ve refahı için kendi projeleri olan, farklı fikirler ileri sürebilecek akıl ve cesaret sahibi kadrolar çıkmamıştır. Öcalan’ın yaptığı tespitlerin doğru ve onu önder olarak görenlerin “geleneksel Kürt tipi” özelliklerini taşıyanlar olduğu ileri sürülebilir.

Türkiye’de Öcalan’ın betimlediği ”geleneksel Kürt tipi”ne uymayan ve PKK ile arasına mesafe koyan milyonlar, Kürt kökenli cumhurbaşkanları, öğretim üyeleri, bilim ve düşünce adamları, yazarlar, sanatçılar, her meslekten insanlar; yapılan evliliklerle gelinler, damatlar, yeğenler, akrabalar, komşular, arkadaşlar hep vardır ve olacaktır. Türkiye’de bir başka etnik gruba tanınıp, Kürtlere tanınmamış hiç bir hak yoktur. Türklerin Kürtlerle bir sorunu veya onları ikinci sınıf vatandaşlar olarak görmek gibi yaklaşımları yoktur. Sonuçta, % 95 gibi ezici çoğunluğun Öcalan’ın otoritesini kabul etme gibi bir eğilimi ve anlayışı yoktur.

[Türkiye’de yaşayan belli inanç veya etnik gruplar ezilenler, Türkiye’nin zencileri gibi gösterilince, Avrupalı politikacılar değil ama, sıradan, saf Avrupalı, ABD’li vatandaşlar, o insanlara kendilerinin zencilere, Kızılderililere yaptıklarının benzerleri yapılıyor zannediyorlar: Avrupa’daki zenci, “Ben Fransız’ım, İngiliz’im, …” diyor. Irkçı, “Hayır, sen zencisin!” diyor. Bizde, “Sen de benim gibi birinci sınıf Türk vatandaşısın. Buyur benim cumhurbaşkanım ol” deniyor. Kürtçü, “Te ce kimliğini kabul etmiyorum. Ben Kürt’üm” diyor.

ABD’de kızılderililerin toprakları ellerinden alınmış, sadece sınırlanmış alanlarda yaşamalarına izin verilmişti. 1978 yılına kadar da, çocuklar aileden alınıp devlet okullarına gönderiliyor, dili, kültürü unutturulmaya çalışılıyordu. 1960’larda bile ABD’de “Zenciler ve köpekler giremez” yazıları vardı. Avrupa’da 1990’larda ve hatta yakın yıllara kadar bazı firmaların iş başvuru formlarında başvuranın kendi cilt rengini işaretlemesi için “Cilt rengi: -Beyaz-Renkli (Hintli-Pakistanlı vs.)-Zenci diye bölümler vardı. Zencilerin iş bulmaları belki bugün bile çok zor. Obama’nın zenci olmasına hala vurgu yapılıyor.

Türkiye’de demokrasinin eksikleri elbette vardır. Bulunduğu coğrafyada, tek Müslüman laik devlet olarak ek sorunları da vardır. Bugün bir Pakistan veya Afganistan’dan farklı ise ve demokrasinin var olup olmadığı değil, AB’ye göre eksikleri tamamlanması gereken bir demokrasi varsa bu bile büyük başarıdır. Bu yolda yanlış alınmış kararlar, yapılmış, yapılan ve düzeltmemiz gereken yanlışlar da vardır. Ama insaflı olmak ve nankör olmamak gerekir ki, Türkiye’de ne yerleşim, ne seçme ve seçilmede kısıtlama, ne işe almada etnik köken-mezhep sorma kepazeliği yaşanmıştır. Bölgenin günlük konuşma dili zaten Kürtçedir. Tek kelime Türkçe bilmeyen binlerce Kürt kadın vardır. Şehirlinin taşralıyı küçümsemesi, şive konuşanın işe alınmaması, akıllı yerine uzun bacaklı sarışının işe alınması devlet politikası değil, kapitalizmin ve kişilerin tercihleridir. ]

Kendine aydın süsü vermiş, bir takım şahısların PKK’ya örtülü ve açık destekleri de komiktir. Komiktir çünkü, hem suçsuz bir insanı öldürmek de dahil olmak üzere, hiçbir suçun cezasının ölüm olamayacağını söylüyorlar, hem de PKK cinayetlerine mazeret bulmaya çalışıyorlar. Ellerine bulaşan kanı da görmezden geliyorlar! Üstelik herkesin bildiği sır PKK’nın uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığından, haraçtan büyük paralar kazandığıdır. Öldürdükleri dışında zehirledikleri, yıkılan yuvalar, sönen ocaklar gözünü kin bürümüş olanların gözüne gözükmüyor bile.

PKK, devlet katında, parlamentolarda kabul görmüş, açık ve gizli olarak pek çok devlet tarafından yıllarca beslenmiş ve korunmuş tek terör örgütüdür. Ama PKK eğer Kürt düşmanı örgüt olsaydı bölgeye ve insanına daha fazla zarar veremezdi. 1980’lerde Diyarbakır en gelişmiş 6. il iken şimdi en yoksul 20 il içinde yer almaktadır. PKK’ yı savunmak için gerçekten Nazilerin Yahudi nefreti gibi bir Kürt veya Türk düşmanlığı duygusuna sahip olmak, insanların kayıplarını, yıllardır yaşadıklarını yok saymak, PKK’nın ekonomiye, huzura, cana, mala verdiği zarara üzülmemek gerekir.

Bugün gelinen noktada, Türkiye’deki tek gerçek etnik ayrımcı parti olan ve Kürt Irkçılığı yapan DTP (Anti-komünist MHP içinde, Kürt de dahil olmak üzere, her etnik gruptan insan vardır!) Kürtçü parti yöneticileri de “Türkler tarafından işgal edilmiş Kürdistan” palavrasının tutmadığını, Kürtlerin çoğunluğunun Türkiye’den ayrılmak istemediğini kabul etmek zorunda kalmışlardır. İstenen, iç savaş çıkarmak, Kürt ile Türk’ü birbirine düşürmek planı başarılı olamamış, Türk halkı sağduyusu ile PKK teröristler ile Kürt kökenli halkı birbirinden ayırmayı bilmiş, tuzağa düşmemiştir. Türkler bu açıdan eşine az rastlanır bir toplumdur.

(Geçmişte de, 1919 yılında Paris konferansları sırasında Osmanlı Paşaları olan, Ermeni tarafı temsilen Bogos Nubar Paşa, Kürtleri temsilen Şerif Paşa aralarında anlaşma sağlamaya çalışmış, “Büyük Ermenistan” ve “Büyük Kürdistan” aynı topraklar olduğu için ve bu boş hayaller yüzünden Kürtler ve Ermeniler birbirine kırdırıldığı için anlaşma sağlanamamıştır. O dönemin Kürt ileri gelenlerinin yarısından fazlası bizzat Ankara’ya giderek, bir kısmı mektupla Türkiye’ye bağlılıklarını bildirmişlerdir. Ayrıca, Paris’e mektup yazıp, Şerif Paşa’nın kendilerini temsil etmediğini söylemişlerdir.)

 
Toplam blog
: 174
: 4451
Kayıt tarihi
: 19.06.09
 
 

1958  doğumluyum. Arkeologum. Evliyim. Çocuğum yok. Çalışmıyorum. Yıllarca çalıştıktan sonra, zam..