Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Ocak '09

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

Küresel Ekolojik ve Zirai Yağma!

Küresel Ekolojik ve Zirai Yağma!
 

Özlem: Doyumsuz ve hoyrat kullanımlardan uzak, bakir ve olağanüstü güzel doğa...


Evren denilen sayısız gök cismi ile dolu olan o sonsuz boşlukta yaşam olan tek gezegen dünyamızdır. Çünkü dünya, biyosfer (Canlı küre) denen ince bir hava, toprak ve su tabakası ile kaplıdır. Bu tabaka yerküremizin yarıçapı ile karşılaştırılırsa bir futbol topunun üzerindeki boya kalınlığındadır. İşte, insanoğlu bu biyosfer denen alanda yaşar. Oysa insanın beş milyar yaşındaki dünyada sahneye çıkışı ise oldukça yenidir. Bir benzeşimle, eğer dünyanın evrende ortaya çıkışını 30 güne sığdırırsak, insan, 30. günün sonuna doğru sahne almaya başlamıştır.

Yerkürede ilk organizmalar kükürtle yaşarlardı. Sonra bazıları oksijen salınımına başladılar ve dünyada hava soluyanlara yer açıldı. Bu bakterilerden bazıları bitkiye, diğer bazıları da hayvanlara dönüştüler. İnsanlar ortaya çıktığında dünyada pek çok canlı nüfusu vardı.

İlk insanlar, kendilerinin de bir parçası olduklarını hissettikleri doğaya karşı oldukça duyarlıydılar. Bazı hayvanları, özellikle büyük memelileri tüketseler de, ormanları çayırlara çevirseler de doğada onarılmaz yaralar açmıyorlardı. Çünkü hem sayıları azdı hem de yerleşik bir yaşam sürmüyorlardı. Bu durum günümüzden 10 ilâ 12 bin yıl öncesine kadar sürmüştür. 10-12 bin yıl önce yerleşik hayata, tarım kültürüne geçildi. Köy yaşamının başlamasıyla çevre düzeni de alt üst olma yolunda ilk yaralarını almaya başladı.(1)

Çevre düzeni, ister saksınızda, ister biyosferin tümünde olsun, belirli bir bölgedeki canlıları birbirine bağlayan karmaşık bağlar içerir. Her şey birbirine bağlıdır. Bir şeyin sonu diğerinin doğal başlangıcı ya da ihtiyacı sonucudur. Doğanın kozmik bütünlük içinde önemli bilgiler barındıran bir aklı, dönüşüm eşikleri vardır ve bunu uygular.

Çevre korumanın basit ve temel ilkeleri vardır,

Bunlar; sınırlı kaynakları dikkatli kullanmak, insan yapısı atık maddelerin birikmesini önlemek, yenilenebilir kaynakların yerine yenisini koymak ve dünyanın her yerinde insanlığın uzun vadeli ihtiyaçlarını güvenli bir şekilde karşılayabilmek olarak kısaca özetlenebilir.

İnsanlar tarım kültürüne geçtikten sonra çevreyi de kendileri gibi doğanın bir parçası olarak görmemeye başladılar. Aksine, doğayı, kendi gereksinimlerini karşılayacak bir sınırsız kaynaklar topluluğu olarak algılamaya yöneldiler. Bu bakış açısı çevre tahribatına yönelik kıpkızıl davetiyeler çıkarttı. Fakat insanoğlunun (ya da insan kızının) çevre üzerindeki asıl yıkımı XIX. yüzyılın (yy) ikinci yarısında gerçekleşen sanayi devrimi ve onun getirdikleriyle oluşmaya başlamıştır. Sanayileşme ve beraberinde gelişen kentleşme ile teknoloji, insanların refah düzeyini arttırırken doğal kaynakların da hızla tükenmesine yol açmıştır. Bu süreçde nüfus da hızla artmış, 1830'lara kadar bir milyar olan dünya nüfusu 170 yıl içinde altı katına ulaşmıştır. Bu sayıda insan eski dönemlerle kıyaslanamaz boyutta, kat be kat fazlasıyla doğal kaynakları da tüketmeye başlamıştır. Üstelik henüz bir çok toplum aynı gelişme ve sanayileşme düzeyinde değildir. Eğer yerküredeki tüm insanlar bir A.B.D. vatandaşı düzeyinde tüketimde bulunsalar çevre sorunları muhtemelen tümüyle baş edilemez bir hale dönüşürdü.

Bu anlatılar biraz soyut kalıyorsa bazı örneklerle durumun vehametini belirtmekte fayda var;

Örneğin bir cam şişe doğada 4000 yıl, plastik 1000 yıl, sakız beş yıl, sigara filtresi de iki yıl süreyle yok olmadan kalmaktadır.

Bir litre atık yağ bir milyon litre içme suyunu ve 15 kişinin bir yıllık su ihtiyacını kirletir ve sudaki tüm bitkileri de öldürür.

Sadece taşıtlardan kaynaklanan atık motor yağı geri kazanılmadığı zaman her yıl 60 milyar ton deniz ve içme suyu kaynağı kirlenir. Oysa, 192 litre ham petrolden sadece üç litre motor yağı üretilirken bu miktar sadece 4, 56 litre atık motor yağından yine üretilebilmektedir. Ayrıca, atık motor yağını rafine etmekte kullanılan enerji ham petrol için gerekenin sadece üçte biri kadardır.

Günümüzden fazla değil, 20-30 yıl önce Marmara denizinde 125 tür balık yaşarken, bu sayı günümüzde 10'lara düşmüştür.

Ülkemizdeki toprakların üçte ikisi su ve rüzgar erezyonunun etkisi altında olup her yıl bir cm. kalınlığında toprak bu nedenle denize dökülmektedir. Bu da bir cm. kalınlığında bir Kıbrıs adası büyüklüğüne eşdeğerdir.

İnsanlar kendilerine ulaşan yazılı kağıtların yüzde 44'ünü okumamaktadırlar. Oysa bir kâğıt beş kez yeniden kullanılabilir ve 70 kg. atık kâğıt bir ağacı kesilmekten kurtarabilir. (2)

Oysa,

Bu basit ve kolay yeniden kazanım kurallarına uymayıp dev'asa tüketimleri yapan ve ozon delinmesinin baş sorumlusu olan ülkeler bu sorunları gidermek üzere oluşturulan uluslararası mutabakatların uygulama sözleşmelerini hayata geçirmekte direnmektedirler.(3)

Bu alanda var olan irrasyonel aklı ve toplumsal algıları anlamadan ve eleştirmeden yapılan bir muhalefet, maalesef istenilen sonuçları vermemektedir. Bu yaklaşım sadece insan sağlığına, refahına ve doğaya verilen zararı azaltacağı belirtilen 'teknik reformlar' yoluyla doğal dünyayı, mevcut toplumun kışkırtılmış tüketimine (ve bunların yeniden üretilmine) odaklı buyruklara uyarlamaktan öteye gidememektedir.

Son yıllarda ortaya çıkan çevrecilik akımındaki bazı eğilimler gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelere kendi köhnemiş, çevreye, insan sağlığına zararlı teknolojileri ihraç ederek tehlikeyi görece uzağa taşıma eğilimlerine sahne olmaktadır. Bir yandan bu yapılmakta diğer taraftan da, 'çevre dostu' teknoloji ve standartları da ihraç ve empoze etmeye çalışmaktadırlar. Burada hiç şüphesiz ki, hem çevre teknolojisi ürünlerine yeni pazarlar açma arayışı hem de ucuz ve niteliksiz işgücünden yerkürede nerede olursa olsun, yerinde yararlanarak kâr transferi yapma saikleri egemendir. Bu ikiyüzlü tutum kimilerine göre 'eko-emperyalizm' adıyla yeni ve tehlikeli bir yayılmacılık alanı olarak tanımlanmaktadır.

Doğal üretimin sonu ve doğanın tüketilmesi,

Buraya kadar söylediklerimizin iktisadi ve ideolojik mantığını anlamlandırmak gerekirse; mevsut iktisadî paradigmanın temel yasalarından birinin 'genişletilmiş yeniden üretim yasası' olduğunu anımsamalıyız. Bu yasaya göre üretim, sürekli genişlemek, büyümek zorundadır. Aksi durumda rekabet koşullarına karşı koyamaz. Tekelci dönemde dahi bu gereklidir çünkü sermaye elde ettiği artı-değeri yeniden sermaye haline getirmek, yatırıma dönüştürmek zorundadır. Bunu yapmazsa elde ettiği kazanç ölü para haline gelir ki, bir sermayedar açısından bu hiçbir işe yaramaz. Nasıl ki herhangi bir mal için stok, zarar anlamına gelirse, sonuçta özel bir mal olan paranın stok durumu da zarar demektir! Kendi üretim alanında pazarın doyduğu durumlarda farklı üretim alanlarında faaliyete geçip, başka tekellerin pazarının tehdit edilmesine de sıkça rastlanır.

Atık yağları, kullanılmış kâğıtları yada diğer nesneleri yeniden değerlendirerek sisteme sokmak bu açıdan kısa erimli, sıkıntılı ve kâr marjı düşük işlerdir. Ya da çok daha az doğal kaynak kullanabilecek, üretilen/üretilmiş mallarda yapılabilecek bazı basit ve dayanıklı parça değişiklikleriyle yaygın bir 'Tamir ekonomisine' yönelmek de bu mantık gereği anlamlı ve kârlı değildir.

Sermaye egemen anamalcı üretim sisteminin temel özelliklerinden biri doğal üretime son vermesidir. Doğal üretim ana karakteri açısından kentleşmiş, küreselleşmiş piyasa ilişkilerine uzak, yerel, emek-yoğun ve ölçek ilişkilerinin dışında bir üretim tarzıdır. Bu üretim sistemi ortaya çıkıp da egemenliğini tescîl ettirene kadar insanlık, doğal kaynaklarla, yani doğal koşulların sağladığı kadar tahıl, meyve-sebze ve hayvansal ürünlerle yetinmek durumundaydı. Üretim tekniklerindeki gelişmeler ne olursa olsun, doğal koşullar ve kaynaklar üretimin temel belirleyicisi idi.

Günümüzdeki üretim-tüketim ve bölüşüm sistemiyle birlikte insanın doğaya olan bağımlılığı giderek azalmış, hatta insan doğaya hükmeder olmuştur. Böylelikle geçmişte üretimin temel bileşeni olan doğa, artık üretimin nesnesi haline gelmiştir. Artık doğa, üretim sürecinde kendini yenileyen değil, tükenen, tüketilen bir kaynaktır. Sağlığı, eğitimi, bilgiyi, her tür insanî duygu ve davranışı bile mal ve hizmet şeklinde tüketim nesnesi haline getirmek için herşeyi yapan sistemin, insanın her canlı türü gibi ancak onunla beraber, onun içinde yaşayabileceği yegâne ortam olan doğayı da tüketim nesnesi olarak ele alması çok doğaldır. İşin trajî-komik yanı ise; büyük tahribatlarla tükenme noktasına gelen doğanın bu defa talandan arta kalan 'temiz' kısımlarının bu 'temiz'lik özelliği ile pazarlanmasıdır.(4)

Örneğin kimyasal gübre ve tarım ilâcı kullanılmaksızın yetiştirilen meyve/sebze pazarı diye yeni bir sektörün ortaya çıkması tamamen bununla ilgilidir. Bu pazarı yaratan da kimyasal gübreleri ve tarım ilâçlarını üreten de, genetik özellikleri değiştirilmiş bitkilerin tarımına yönelen de aynı mantık ve sistemdir. Diğer bir örnekle, bir yandan dünyanın akciğerleri olarak nitelenen yağmur ormanları tahrîp edilirken, diğer yandan bu katliama karşı kampanyalar düzenleyip, bu kampanyalara sponsorluk yaparak reklâm çarkına yeni dişliler eklenebilmektedir. Ya da bir yandan yeraltı sularını sorumsuzca kirleten birçok fabrika açılırken diğer taraftan kirlenmiş su kaynaklarının temizlenmesi için yeni uluslararası banka kredileri açılabilmektedir. Sistem bu anlamda bir kısır döngü içindedir. Önemli olan tüketimdir! Ne pahasına olursa olsun!

Bozarken, yıkarken ve tüketirken de, onarıp yeniden yaparken de kazanan hep aynıdır! (5)

Ya kaybeden?

Devam edecek...


İ.Ersin KABOĞLU,
26. Ocak. 2009, Ankara


Kaynakça ve notlar :

(1) 2008 yılı Aralık ayında14 yıldır süren kazıların sonuçlarını açıklayan Alman arkeolog Klaus Schmidt, ilk tapınağın da yer aldığı Şanlıurfa Göbekli Tepe’nin,11 bin 500 yıl öncesinde yerleşik hayata geçişin ilk merkezi olduğunu ve doğal olarak da tarihte ilk tarım faaliyetinin de burada başladığını belirtilmiştir.
http://www.tumgazeteler.com/?a=4417069

(2) Hatice Bektaş, TSE Uzmasnı, "ISO 14001 Çevre Yönetim Sistemi Seminer Notları", 7.Ocak.2009. TKB.

(3) Bkz. başlıcaları; 1972 Stockholm, '1992 Rio Chart'ı- 'Gündem 21-, Nisan 1997 Kyoto İklim Sözleşmesi ve 2002 Johannesburg 'Rio+10' Konferansı.

(4) "Kapitalizm Doğayı Koruyabilir mi?", Y. Tüfekçi, 'Barikat Dergisi', Sayı 23, Temmuz-Ağustos 2004.

(5) Bu duyarlılıkla yazılmış bir şiir(im) için bkz. http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=124396

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..