Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Mart '07

 
Kategori
Haber
 

Küreselleşmeden vazgeçmemek lazım

Küreselleşmeden vazgeçmemek lazım
 

Hafta sonu gazetelerinde, bir söyleşi ile bir köşe yazısı oldukça ilgimi çekti. İlki Milliyet Gazetesi’nde 17 Mart 2007 tarihinde, Yasemin Çongar’ın Salman Rushdie (bu ismi nasıl yazacağım konusunda kararsız kaldım, çünkü bizdeki yaygın kullanımı Rüştü, ancak gerek Can Yayınlarının gerekse de, röportaj sahibinin kullanımına uymayı tercih ettim) ile yaptığı röportajdı.

Salman Rushdie, röportajın bir noktasında “’ötekine’ ne kadar yakından bakarsan, onda o kadar kendini görürsün. Irkçılık, milliyetçilik, ‘öteki’ne bakmayı bilmeyenleri cezbediyor. ‘Öteki’nde kendini görebilirsen milliyetçi olmazsın. Belki de asıl trajedimiz, sandığımızdan çok daha fazla birbirimize benzememizdir.” sözlerini sarf ediyordu.

Son zamanlarda milliyet blogda, buna benzer vurguların yapıldığı yazılara rastlamıştım, ancak böylesi bir ifadeyi de sizlerle paylaşmak istedim.

Diğer dikkatimi çeken yazı ise, yine aynı tarihte İlter Türkmen’e ait Hürriyet Gazetesinde yayımlanan köşe yazısı idi. Sayın Türkmen, Fransız Cumhurbaşkanı Chirac’ın yeniden aday olmayacağını belirten konuşmasındaki bazı pasajlardan alıntı yapmıştı.

Bu alıntılarda Chirac’ın ifrattan, (ifrat: Herhangi bir konuda çok ileri gitme, ölçüyü aşma, aşırı davranma, taşkınlık, TDK) ırkçılıktan, antisemitizmden ve “öteki”ni reddetmekten kaçınmaya davet ettiği belirtiliyor ve

“Tarihimizde ifrat bizi neredeyse uçuruma sürüklüyordu. Bu bir zehirdir. Böler, ifsat eder, tahrip eder. Fransa’nın gerçek savaşı, birlik ve bütünlüğü sağlamağa yönelik olmalıdır” sözü ile,

“Avrupa’nın inşasına devam etmek hayati önemdedir. Kıtamıza felaketler getiren milliyetçilik her an yeniden hortlayabilir. Dünyadaki derin değişikliklerle tek başımıza başa çıkamayız. Fransa güçlü bir Avrupa, siyasi bir Avrupa, sosyal modelimizi garanti eden bir Avrupa için ısrarlı olmalıdır. Söz konusu olan istikbalimizdir” cümleleri aktarılmaktaydı.

Bugünlerde, basında ve milliyet blogda milliyetçiliğin yükselişi, bundan siyaseten kimin faydalandığı ile ilgili yazılar okuyorum. Öncelikle bende hayret uyandıran şey, insanlarda yükselen milliyetçiliğin sanki bize ait bir gelişme olduğu düşüncesinin yaygın olması. Yaratılan atmosferle, tüm dünya işi gücü bırakmış, bizimle ve devletimizle uğraşıyormuş ve bunun neticesinde de Türklük şuurunda bir yükseliş yaşanıyormuş hissiyatı ortalıkta elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor.

Oysaki kafamızı olduğumuz yerden, kendi coğrafyamızdan dışarı doğru bir çevirebilsek, neredeyse her şeyimiz gibi milliyetçiliğimizin de ithal olduğunu göreceğiz.

Bu şekilde de, yaşanan süreci, ne yazık ki, kendi geliştirdiğimiz ve tek başımıza dünyaya kafa tuttuğumuz bir gelişme olarak görme hatasından kurtuluruz.

Oysa ki, yaşanan küreselleşme süreci, sermayeye inanılmaz olanaklar tanırken, yerel güçlere, emeğe ve kültüre aynı olanakları sunmuyor. Ve insanların bilmedikleri, tanımadıkları, görmedikleri bir güce karşı kendilerini yalnız hissettikleri bu süreç, insanların en yakınındaki ile dayanışmasını yaratan bir karşı tepki yaratıyor. Kontrolsüz ve iyi niyetli olmayan bir küreselleşme süreci, aşırı kontrollü ve kötü bir niyete evrimle olasılığı yüksek olan bir yerelleşme eğilimine neden oluyor.

İnsanlar, bilmedikleri, tanımadıkları ve görmedikleri ama kendi emeklerini, sermayelerini, yaşam alanlarını ellerinden alma çabası güden gücü, tüm yabancı bildikleriyle özdeşleştirme çabasına girişiyorlar. Bu sürecin kendisi de adım adım, yabancı düşmanlığına, milliyetçiliğe ve ırkçılığa ulaşan bir rotaya doğru yol alıyor.

Oysaki, bu kaygı, bu korku yalnızca bize ait değil. Bu sürecin kendisi, en gelişmiş ülkelerin halklarını bile olumsuz etkiliyor. ABD’nin düşük gelirli sınıf ve orta sınıfı, Fransa’nın, İtalya’nın, Tayvan’ın, Kore’nin de tüm emeğe dayalı sınıfları için bu gelişme benzerlik arz ediyor. Ve aynı milliyetçilik dalgası, yine benzer yabancıdan kaynaklanan bir geleceği kaybetme korkusu ile yükselişe geçiyor.

Aslında aynı tasayı taşıyan insanlar ne gariptir ki, birbirlerini düşman olarak kabulleniyorlar. Dünya nüfusunun %1’ini oluşturan ve dünyada elde edilen gelirin %25’ini elinde tutan insanlar ise bu sahte düşmanlıktan, kendi zenginliklerini korumak ve geliştirmek adına faydalanıyorlar.

Gelişme hızı düşen ve işsizlik oranı artan Fransa’da insanlar Afrika kökenlilere karşı ırkçılık güdülerini bileylerken, benzer sorunları yaşayan Almanya’da da Türklere karşı düşmanlıklar yükseliyor. Kendi ülkemizde de, ülkemizin öz vatandaşları olan Kürtlerle, bir avuç kalmış Ermenilere karşı beyin altlarına işlenen bir nefret örgütleniyor ve yine bilinmez bir dış düşmana karşı, dünyayla tüm iletişim kapılarımızın kapatılması talep ediliyor. İnsanlığın ulaştığı medeniyet standartları, bizi bölmeye yarayan tuzaklar olarak algılanıyor. Aynen Fransızların Avrupa yasasını red etmesi gibi.

Oysaki çözüm, içeriye kapanmak değil, aksine tüm kültürel değerleri ile birlikte insanları birbirleri ile iletişim halinde tutacak süreci yaratmak ve küreselleşmeyi sömürü aracı olarak değil, barış, kardeşlik ve dayanışma için kullanabilmektir.

"Öteki"ni tanımanın, hatta Salman Rushdie'nin bahsettiği gibi, sandığımızdan çok daha fazla birbirimize benzediğimizi anlayabilmemizin yolu dışa açık olmaktan geçiyor. Ve küreselleşmek asıl bu amaca hizmet ettiği ölçüde anlam kazanacaktır.

Ancak ne yazık ki, ülkemizde olaylara Fransız Cumhurbaşkanı’nın soğukkanlılığı ile bakan bir siyasi lider ortaya çıkmamaktadır. Üstelik Chirac’ın aslen muhafazakar kökenli bir siyasetçi olduğunu düşünürsek, bizim sosyal demokrat liderlerimizin, siyasi yelpazenin neresinde yer aldığına buyurun siz karar verin.

Not: Bu arada ülkeme ve siyasetçilerine bir haksızlık yapmayayım, Chirac’ın partisinden Cumhurbaşkanlığına aday olan Nicolas Sarkozy cidden de bizim siyasetçilerimizi aratacak bir tavır sergiliyor.

 
Toplam blog
: 453
: 1826
Kayıt tarihi
: 14.11.06
 
 

36 güneş yılı. 27 yıl G.antep, 9 yıl İstanbul. İstanbul, 90’lı yıllarda yaşandı, bitti.  Hep şe..