Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ağustos '09

 
Kategori
Tarih
 

Kürt Sorunu'na yakın tarihsel bakış

Milli Mücadele’nin sıcak evresinin zafer ile sonuçlandığı 9 Eylül 1922 tarihinden 15 gün sonra Mustafa Kemal Paşa İzmir’de Chicago Tribune muhabirine verdiği mülakatın bir bölümünde şu konuşmalar geçer;

C.T.; Ekselansları, petrol sorunu ve bundan dolayı uluslar arası politikada katlanılanları bilenler, Büyük Britanya geniş petrol yataklarına mutlaka ulaşması ya da birinci önemde bir dünya gücü olma peşinde koşması gerektiğinin farkındadırlar. Bu nedenle kanımca Mezopotamya ve Kuzeydoğu Cebel’in tüm petrol sahaları kesinlikle Konstantinople’den daha fazla muhtemelen boğazlar kadar öneme sahiptir. Türk Ulusalcı Hükümetinin Mezopotamya’daki petrol ile ilgili hak iddialarına yönelik tavrını açıklayabilir misiniz?

M.K.; Söz konusu olan tüm bölge Milli Misak’ta yer alan toprakların bir bölümünü oluşturan Musul Eyaleti’nin dahinde bulunmaktadır. Bu bölgenin çoğunluğu Türk’tür. Bölgedeki petrol yataklarından yararlanmak için tüm bu topraklara sahip olunması gerektiğini düşünmüyorum. Örneğin, Amerika’nın Türkiye’deki petrol yataklarından yararlanmasında, ülkemiz üzerinde herhangi bir politik emele sahip olmaması nedeniyle hiçbir engel bulunmamaktadır. İngiltere’de benzer bir yola girerse bu kendisi için en makul tavır olacaktır.

C.T.; Bundan, Büyük Britanya’nın Mezopotamya’daki Türk bölgelerinden çekilirse oradaki petrolden yararlanma şansına sahip olacaktır sonucunu çıkartabilir miyim?

M.K.; O da diğer ülkelerle aynı fırsatlara sahip olacaktır. (The New York Times, 27 Eylül 1922)

Mülakatta anlaşılacağı üzere M. Kemal Paşa’nın kafasındaki öncelikli sorun, İstanbul’un teslim alınması ve boğazlar sorununun çözümlenmesidir. Zaferin henüz çok taze olmasına rağmen Musul konusunda soğukkanlı görünmekle birlikte bu topraklardaki Türk hakları konusunda oldukça emin bir tavır içindedir.

Musul konusu ile ilgili daha sonra Lozan Müzakereleri ve devamında yaşananlar dikkate alındığında kurtuluş savaşını yeni vermiş ve kuruluş aşamasına geçme kaygısı öncelikli olan Türkiye’nin yeni tesis edilmekte olan merkezi iktidarının elinin dönemin hegemon gücü olan Büyük Britanya karşısında yeterince güçlü olmadığı sonucunu çıkarmak mümkün görünmektedir. İşte bu noktadan ötesinde objektif bir bakışla, bugünün Kürt sorunu olarak karşımızda duran düğümün atılmasına yönelik gelişmelerin başlangıcını oluşturan bir yol ayrımı oluşmaktadır. Objektif bir bakış açısıyla diyorum, çünkü bu noktada, bugünün en ileri Kürt tezleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi politikası karşı karşıya gelmektedir. Bu durumda da objektif bir tavır sergilenmemesi halinde bu yazının içeriği herhangi bir bakış açısını yansıtmaktan öteye gidemeyecektir.

Hafızalarda Musul meselesi olarak yer eden, Lozan müzakerelerinde çözüme kavuşturulamayarak misak-ı milli sınırları içerisinde yer almasına rağmen Milletler Cemiyeti’nin kararına bırakılması Türk tarafınca kabul gören bu konu bölgenin sadece zengin petrol yatakları nedeniyle uluslararası cazibesi bir yana barındırdığı Kürt varlığı nedeniyle kurtuluş mücadelesine omuz veren Kürtler açısından vazgeçilmez görünmektedir.

Diğer taraftan resmi politika yönüyle değerlendirildiğinde, Lozan görüşmelerinde ve sonrasında Musul için Türkiye’nin elini zayıflatan en önemli unsur bölgedeki Kürt ayaklanmalarıdır. Üstelik bunların İngilizlerin desteğine dayanılarak başlatıldığı kanısı kesindir. Şimdi bu resmi politikanın geri planını görmek açısından, zaferi takip eden gerilimli dönemin siyasi olaylarını Ergün Aybars’a dayanarak hatırlayalım:

- 1 Kasım 1922 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın sert konuşması sonrasında Saltanat kaldırıldı.

- 16 Ocak 1923 de İzmit’te yaptığı basın toplantısında Mustafa Kemal Paşa yapılmakta olan inkilap için basının desteğini, hiç değilse karşı çıkılmamasını istedi: “ İnkılâbın kanunu mevcut kanunların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafamızdaki cereyanı boğmadıkça, başladığımız inkılâp ve ilerleme bir an bile durmayacaktır.”

- 27 Ocak 1923 de annesinin mezarı başında M. Kemal Paşa: “Bu kadar kan dökerek, milletin elde ettiği egemenliğin korunması ve savunması için gerekirse annemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim. Milli hakimiyet uğrunda canımı vermek benim için bir vicdan ve namus borcu olsun.”

- 20 Mart 1923 de Konya’da; saltanatı getirmek isteyenlere karşı, tek başına bile kalsa onları tepeleyip öldürebileceğini belirtti.

- 15 Nisan 1923 tarihinde, Atatürk Hiyanet-i Vataniye Kanununa saltanatı geri getirmek isteyenleri vatan haini kabul eden bir madde eklenmesini sağladı.

- 29 Ekim 1923 de Cumhuriyetin ilanıyla Atatürk’ün inkılâpçı gidişi arkadaşlarıyla arasının bozulmasını hızlandırdı.

- Sıranın hilafete geldiği anlaşılınca basının muhalif kanadında Hüseyin Cahit Yalçın, Lütfi Fikri Beyler gibi yazarların ağır saldırıları yoğunlaştı.

- Tartışmalı Meclis oturumunda Kazım Karabekir ve arkadaşlarının karşı çıkmasına rağmen İstanbul’a bir İstiklal Mahkemesi gönderilmesine karar verildi.

- Ocak 1924 de Lütfi Fikri Bey dışındaki gazeticiler beraat ettiler. Lütfi Fikri Bey beş yıla mahkûm olmasına karşın Şubat 2005 de çıkarılan af kanunuyla affedildi. Böylece İstanbul basınına gözdağı verilmiş oluyordu.

- 03 Mart 1924 de hilafet kaldırıldı.

- Hilafetin kaldırılması siyasi kadrodaki bölünmenin açıkça ortaya çıkmasına yol açtı. Dışta Musul sorununun, içte inkılâbın yaşandığı bir ortamda muhalefetin yeni bir parti kurma çalışmaları ve Mustafa Kemal’in partiler üstü ve yansız kalması talebi ortaya çıkmıştı.

- 17 Kasım 2004 de Kazım Karabekir’in başkanlığında ve Ali Fuat Paşa’nın genel sekreteri olduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Fırkanın temel prensipleri arasında “efkâr ve itikad-ı diniyeye hürmetkâr” olma ve her yeniliğin halkın kararı alınarak yapılabileceği hususları yer almaktaydı.

- Kasım 1924 sonunda İsmet Paşa hükümeti çekildi ılımlı Fethi Bey hükümeti kuruldu. Ancak bu durum ne dengeyi sağlayabildi ne de Şeyh Sait Ayaklanmasının çıkmasına engel olabildi.

- Şubat 1925 de İngilizlerin kışkırtması ile Şeyh Sait ayaklanması başladı. Fethi Bey olayın bir eşkıya hareketi olduğundan hareketle sert tedbirler alınarak ayaklanmanın bastırılmasını savunuyordu. Terakkiperver Parti de aynı görüşteydi. Mustafa Kemal Paşa acele olarak İsmet Paşa ve genelkurmay başkanı Fevzi Paşa ile Çankaya’da yaptığı toplantı sonrasında; ayaklanmanın basit bir olay olmadığı ve Cumhuriyet’i tehdit ettiği kararına varıldı. Fethi Bey Terakkiperver Parti Başkanı’na “partilerinin kapatılmasını için kendilerine duyuru yapmakla görevlendirildiğini” bildirdi ancak reddedildi.

- Fethi Bey’in istifa etmesiyle 04 Mart 1925 de İsmet Paşa hükümeti kuruldu. Aynı gün “Takrir-i Sükun Kanunu” kabul edilerek İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemeler inkılap düşmanı her teşebbüsü, hürriyet, eşitlik, birlik ve Cumhuriyet’in bölünmezliği ilkesine, devletin iç ve dış güvenliği aleyhindeki her suikastı ve padişahlığı tekrar kurmak hedefini güden, milli hakimiyete karşı koyan bütün komploları yargılamak ve cezalandırmak, idam da dahil verdikleri kararların derhal ifası yetki ve amacıyla isyan bölgesinde ve Ankara’da kuruldular. Bu nitelikleri bakımından 1924 Anayasasının da zorlandığını görüyoruz. (Ergün Aybars, Türkiye’de Demokrasi’nin Temellerinin Atılmasında 1923-1927 Dönemi, 06 – 88 Kasım 1985 - Ankara “Türkiye’de Demokrasi Hareketleri Konferansı” nda sunulan Tebliğ, Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 4, Sayı 1)

Yukarıda özetlenen, resmi politikanın bir anlamda gerekçelerini de içeren dönemin panoramasına karşılık duruma Kürtlerin penceresinden ve diğer uçtan bakan İ. Beşikçi ise olayları şu şekilde yorumlamaktadır:

“Gazi Mustafa Kemal başlıca iki süreç sonunda, kişisel iktidarına karşı girişilebilecek bütün muhalefet odaklarını kırmıştır. Bu olgulardan birisi Kürt direnmeleri, öteki İzmir suikastıdır. Örneğin Kürt direnmeleri sırasında çıkarılan 04 Mart 1925 tarihli ve 578 sayılı Takrir-i Sükun kanununun, nasıl çıktığı, iktidar ve muhalefet ilişkilerini göstermesi bakımından çok önemlidir. Bu kanunu çıkaran ikinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisinin üye tam sayısı 287 kişidir. Kanunun çıkarılması sırasında Mecliste hazır bulunanların sayısı ise, 144 kişidir. Bu 144 kişiden 22 si ret, 122 si kabul, demiştir…. Bu muhalefeti meydana getiren daha çok Kürt mebusları ve ittihatçılardır… İşte bu muhalefet, yukarıda belirtilen başlıca iki süreç sonunda iyice kırılmış ve sindirilmeye çalışılmıştır. Takrir-i Sükun kanunu gereğince kurulan İstiklal Mahkemeleri başlıca iki kategorideki insanları yargılamıştır. Birincisi Kürdistan’ın parçalanmasına ve Kürt ulusunun boyunduruk altına alınmasına tepki gösteren Kürtlerdir. Kemalistler 1919-1922 yılları arasında Kürtlere verilen sözleri, tamamen bir tarafa itmiş, İngiliz ve Fransız emperyalizmi ile işbirliği yaparak Kürdistan’ın parçalanmasında ve Kürt ulusunun boyunduruk altına alınmasında büyük rol oynamışlardır. Kürdistan’dan aldıkları önemli payı sömürgeleştirmeye, bunun için de Kürt ulusal niteliklerini yani Kürt toplumu olma özelliklerini yok etmeye başlamışlardır. İşte Kürtlerin Kemalist iktidarların Kürdistan politikasına karşı direnmelerinin temelinde bu olgular vardır. Bu direnmeyi kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür: Emperyalist ve sömürgeci saldırılara karşı Kürt ulusal varlığını koruma çabası. Bu Kemalist iktidarın önünde önemli bir muhalefettir. Bu muhalefet, Diyarbakır, Elazığ ve Ankara’da kurulan İstiklal Mahkemelerindeki yargılamalarla, idamlarla, sürgünlerle, katliamlarla kırılmaya çalışılmıştır” (İsmail Beşikçi, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Tüzüğü (1927) ve Kürt Sorunu, 1978, İstanbul, s. 91-92)

Görüldüğü üzere Kürt penceresinden bakış açısı resmi politikanın tam da karşı ucunda olup Lozan Müzakerelerinde Musul meselesinin çözülmemiş olmasını bir terk etme ve giderek kasıtlı bir paylaşma fırsatına dönüşüm olarak nitelemektedir. Burada dışarıda hegemon güç İngiltere’nin petrol alanlarının kontrolüne yönelik güçlü iradesi ve içeride ise saltanata ve hilafete dayanmak isteyen muhalefet göz ardı edilmiş görünmekle birlikte öncelikle bu ifadelerin dayanağını oluşturan somut delillerin varlığının ortaya konulması gerekmektedir. Bu çerçevede “Kürtlere özerklik sözü verildi mi?” sorusunun cevabını Ayşe Hür “Osmanlı’dan Bugüne Devlet ve Kürtler” başlıklı gazete yazı dizisinin üçüncüsünde aramıştır. Buna göre:

“AMASYA PROTOKOLÜ: Özerklik vaadine değinen belgelerden bildiğimiz kadarıyla ilki (çünkü henüz gün ışığına çıkmamış pek çok belge var) Sivas Kongresi’nden hemen sonra hazırlanan Amasya Protokolleri (Buluşması, Mülakatı) diye bilinen siyasi metindir. Sıklıkla 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Tamimi (Genelgesi, Kararları) ile karıştırılan bu belge, İstanbul ile Milli Mücadele kadrolarının bir uzlaşma girişiminin sonucu olarak 20-23 Ekim 1919 tarihlerinde hazırlanmıştı. 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi’nden hemen sonra Mustafa Kemal, İstanbul hükümetinin Anadolu ile irtibatını kesmek için, Milli Mücadele’yi destekleyen posta-telgraf müdürlerini örgütlemiş, uygulanan haberleşme ambargosu sonunda işbirlikçi Damat Ferit Paşa hükümeti düşürülmüş, Kuva-yı Millicilere sempati ile bakan Ali Rıza Paşa yeni kabineyi kurmakla görevlendirilmişti. İlişkilerin normale dönmesini takiben İstanbul adına Bahriye Nazırı Salih Paşa ve padişahın başyaveri Naci (Eldeniz) Paşa ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına Mustafa Kemal, Rauf (Orbay) ve Bekir Sami (Kunduh) paşalar ülke meselelerini, bu arada Kürt meselesini konuşmak için Amasya’da buluşmuşlardı. Nutuk'tan (TDK Yayınları, 1965, s.176-181) öğrendiğimize göre burada, üçü kayıt ve imzaaltına alınmış, ikisi gizli sayıldığı için kayıt altına alınmamış beş protokol hazırladılar. (Gizli protokollerde ne olduğunu hala bilmiyoruz.) Bunlardan Kürt meselesine değinen 22 Ekim 1919 tarihli İkinci Protokol’deki bazı ifadeler, 1960’lı yıllara kadar kamuoyundan özenle saklandı.

IRK HUKUKU • Gözlerden saklanan cümleler, aşağı koyu renkle (sadeleştirerek) gösterdiğimiz cümlelerdi: “Beyannamenin [Sivas Kongresi sonuç bildirisi] birinci maddesinde Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkansızlığı izah edildikten sonra bu sınırın en asgari bir talep olarak kabul edilmesinin temini lüzumu müştereken kabul edildi. Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü..."

Protokoldeki bu ifadelerin en önemli yanı Kürtlerin ‘ırk hukuku’ denilerek, onların farklı bir etnisiteden geldiklerinin Mustafa Kemal ve muhatapları tarafından kabul edilmesidir. Bu sözlerin Milli Mücadele’ye Kürtleri katmak için verildiği açıktır.

Bu sansürü gün ışığına çıkaran tarihçi Faik Reşit Unat Başbakanlık Arşivi’ndeki belgenin aslını 1961 yılında Tarih Vesikaları Dergisi’nde (S.18, s. 359-365) yayınladığında Kürtlerin bu tür tartışmalara girecek cesaretleri yoktu, çünkü siyasi açıdan çok zayıftılar. (Bu konuya ileriki bölümlerde değineceğim.) Ondan sonra da konu unutuldu. Son yıllarda Kürt aydınları ısrarla şu soruyu soruyor: İkinci Protokolün bu bölümleri neden gözlerden kaçırılmak istendi? Cevabı tahmin etmek zor olmasa gerektir.

FRANSIZ ARŞİVLERİNDEKİ BİR BELGE • Kürtlere ‘özerklik’ sözü verildiğine dair bir diğer iddia Fransız Arşivleri’nde çalışan Hasan Yıldız’a ait. Yıldız’a göre Koçgiri Ayaklanması’nı takip eden günlerde, Van, Mardin, Bitlis, Diyarbakır yöresindeki Kürtler 25 Kasım 1921’de ortak bir bildiri ile TBMM’den özerklik talebinde bulunmuşlardı. Halil Bey başkanlığındaki Kürt heyeti ile görüşmek üzere, Mustafa Kemal o sıralarda Türkiye’de bulunan Libyalı dini lider Şeyh Senusi başkanlığında bir heyeti görevlendirmiş, ancak Kürt heyetinin temsili niteliği olmadığı anlaşılınca, görüşme sonuçlanmamıştı. (Fransız Dışişleri Bakanlığı arşivi, Kürdistan Dosyası, Cilt 13, s. 12-14’ten aktaran Hasan Yıldız, Belgeleriyle Sevr-Lozan-Musul Üçgeninde Kürdistan, Koral Yayınları, 1991, s. 220-221.)

İNGİLİZ ARŞİVİNDEKİ BELGELER • İkinci iddia, İngiliz Arşivlerinde çalışan Robert Olson’a ait. Olson’a göre 24 Mart 1922 tarihinde, İstanbul’daki Britanya Komiseri Sir Horace Rumbold tarafından Britanya Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderilen bir raporun ekinde, 10 Şubat 1922’de, TBMM’de yapılan bir celsede Kürtlere özerklik verecek 18 maddelik bir kanun hakkında ciddi tartışmalar yapılmıştı.

Horace Rumbold’a göre Meclisteki Kürt asıllı üyeler ki sayılarının 70 civarında olduğu sanılır, kanunda vaat edilenleri yeterli görmemişlerdi. Kürt üyelerden 64’ü ‘hayır’ oyu vereceğini söyleyince, mecliste büyük kargaşa çıkmıştı. Sonunda konu başka oturuma ertelenmişti. Rumbold raporunu, bir daha bu konunun ele alındığını duymadığını belirterek bitiriyordu. Yazının ekinde, 18 maddenin açılımını içeren bir yazı vardı. (The Public Record Office, Foreign Office, 371-778/Eastern E. 3553/96/65, no. 308’den aktaran Robert Olson, Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Öz-Ge Yayınları, 1992.)

Kanun teklifinin maddeleri gerçekten çok radikal unsurlar içeriyordu. Ancak böyle bir kanun teklifinden haberim yoktu. Hemen TBMM’nin gizli ve açık celse zabıtlarına baktım. Her ikisinde de 10 Şubat 1922 tarihli bir oturum yoktu. Çünkü o gün Cuma günüydü, yani tatildi. Tarih yanlışlığı olabilir diye bir yıl öncesinin ve bir yıl sonrasının Şubat ayı oturumlarını taradım. 1921 yılında 10 Şubat tarihinde oturum vardı ama orada Kürt özerkliği tartışılmamıştı. İşin ilginç yanı bu iddiayı ortaya atan Robert Olson tartışmayı sadece İngiliz Arşivleri’nde bulduğu mektup ve eki üzerinden yapıyor, buna karşılık meclis zabıtlarına bakıp bakmadığına dair bilgi vermiyordu. Robert Olson’dan alıntı yapan bazı Türk araştırmacılar ise, bu durumun farkına vardıkları için olsa gerek, ‘Türk arşivlerinde hala açıklanmayan pek çok belge var’ notu düşmüşlerdi. Gerçekten de henüz gün ışığına çıkmamış pek çok belge olduğunu biliyorum ancak, benim baktığım zabıtlarda ‘içtima tarihleri’ ve ‘içtima sayıları’ birbirini izlediği için, çok sağlam kanıtlar bulununcaya kadar Robert Olson’un sözünü ettiği ‘özerklik kanunu’ meselesini kuşkuyla karşılamak gerektiğini düşünüyorum. Kürt çevrelerinin de benim gibi kuşkucu olmasını tavsiye ediyorum.

EL CEZİRE KOMUTANLIĞINA TALİMAT • ‘Özerklik’ konusunda TBMM zabıtlarına geçmiş tek olay, 22 Temmuz 1922 tarihinde Meclis’te okunan Kürdistan hakkında Büyük Millet Meclisi Heyetinin Elcezire (Irak) cephesi kumandanlığına yazılmış 15 Temmuz 1922 tarihli talimatıdır. Oldukça uzun bu talimatın Kürtlere özerklikle ilgili bölümlerinde (sade Türkçe ile) şöyle denmektedir:

“1- Aşamalı olarak, bütün ülkede ve geniş ölçekte doğrudan doğruya halk tabakalarının ilgili ve etkili olduğu bir biçimde yerel yönetimlerin oluşturulması iç siyasetimizin gereğidir. Kürtlerle meskûn mıntıkalarda ise, hem iç politikamız ve hem de dış siyasetimiz açısından aşamalı bir yerel yönetim kurulmasını savunmaktayız.

2-Milletlerin kendi kaderlerini bizzat idare etmeleri bütün dünyada kabul edilmiş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre Kürtlerin bu zamana kadar yerel yönetime ilişkin örgütlerini tamamlamış ve başkanlarını ve yetkililerini bu amaç uğruna bizim tarafımızdan kazanılmış olması ve oyları açık ettikleri zaman kendi kaderlerine zaten sahip olduklarını Türkiye Büyük Millet Meclisi idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidir. Kürdistan’daki bütün çalışmanın bu gayeye dayanan siyasete yöneltilmesi Elcezire kumandanlığına aittir….” Elcezire’nin idaresi ile ilgili üç maddesi daha olan talimatı Mustafa Kemal imzalamış. (TBMM.Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, TBMM Basımevi, 1980, s. 550-551.)

Bu talimatın neden verildiğini soran milletvekillerine önce ‘hükümet işidir’ denilerek cevap verilmek istenmemiş ancak ısrarlar üzerine Nihad Paşa’nın 35 sayfalık gerekçesi okunmuştur. (Gerekçe ve üzerine tartışmalar için bkz. s. 552-574)Burada özetlememe imkan olmayan bu mektupta anlatılanlar ‘özerklik’ kararın gerekçesini açıklamaktan uzaktır. Arka planda o sıralar İngilizlere karşı ikinci kez isyan eden Şeyh Mahmut Berzenci’yi kontrol altına almak isteği vardır. Nitekim, Berzenci bu teklife güvenerek, İngilizlere meydan okumakta ölçüyü kaçırmış sonunda uzlaşmazlığının cezasını Hindistan’a sürülerek ödemiştir.

İZMİT BASIN KONFERANSI • Kürtlere ‘özerklik’ verilmesi ile ilgili şüphesiz en açık belge Mustafa Kemal’in İsmet Paşa ve ekibi Lozan’da ter dökerken, 14 Ocak 1923’de başlayan ve 20 Şubat’a kadar 35 gün süren Batı Anadolu gezisi kapsamında, 16 Ocak akşamı başlayıp 17 Ocak sabahına kadar, İzmit Kasrı’na davet ettiği dönemin ünlü gazetecileriyle yaptığı sohbet toplantısının metinleridir. (Mustafa Kemal’in annesi bu gezi sırasında vefat etmiş, Mustafa Kemal Latife Hanım’la bu gezi sırasında evlenmiştir.)

Vakit’ten Ahmet Emin (Yalman), Tevhid-i Efkar’dan Velit Ebuzziya, İleri’den Suphi Nuri (İleri), Tanin’den İsmail Müştak (Mayakon), Akşam’dan Falih Rıfkı (Atay), İkdam’dan Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), İzmit İleri’den Kılıçzade İsmail Hakkı ve Kızılay Derneği Başkanı Dr. Adnan (Adıvar) ile Halide Edip’in (Adıvar) özel olarak çağrıldığı bu toplantı TBMM’nin yeminli dört katibi tarafından zabıt altına alınmış ancak konuşmaların yayınlanmaması kararlaştırılmıştı. Yine de 20 Ocak 1923’te ‘Mustafa Kemal’in kontrol ve tasvibinden geçtiği anlaşılan bir haber-bildiri yayınlandı. Sohbette alkollü içkilerden Hilafet makamına, azınlıklardan kadın mebuslara kadar 60’ı aşkın konu ele alındığı halde, Nutuk’ta sadece Hilafet’le ilgili bölümleri yer aldı, Kürtlerle, Batı Trakya'yla ve Rusya Türkleriyle ilgili bazı cümleleri neredeyse başından itibaren sansürlendi. Belgenin aslını ise kasalarda saklandı, araştırmacılara açılmadı. Kürtlerle ilgili olarak, aşağıdaki cümleleri okumak için tam 64 yıl bekledik:

“Ahmed Emin Bey - Kürt sorununa temas buyurmuştunuz. Kürtlük sorunu nedir? Bir iç sorun olarak temas buyurursanız çok iyi olur.

Mustafa Kemal - Kürt sorunu bizim yani Türklerin çıkarına olarak da kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi bizim milli sınırımız içinde var olan Kürt unsurlar o şekilde yerleşmişlerdir ki pek az yerlerde yoğundur. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurunun içine gire gire öyle bir sınır doğmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Sözgelimi, Erzurum’a kadar giden Erzincan’a, Sivas’a kadar giden Harput’a kadar giden bir sınır aramak gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşiretlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikle oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, o­nlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken o­nları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait sorun yaratmaları daima mümkündür. Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur, bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir. Yani o­nlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz.”

Tahmin edileceği gibi sansürün nedeni, koyu renklerle gösterdiğimiz cümleleriydi. Ancak, sansürü yapanların hatırlamadıkları şey, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun şuralar yoluyla yerel yönetimlere özerklik veren maddeleri 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndan çıkarılmış olduğuydu. Yani Mustafa Kemal vaadini tutmamak için, gerekli önlemleri almıştı. Ama bizim sansürcüler, her ihtimale karşı bu satırları gizli tutmayı tercih etmişlerdi….. Ancak günümüzde, Kürt çevreleri de kendilerine göre bir sansür uygulayarak Mustafa Kemal’in konuya girişte söylediği “Kürt meselesi, bizim yani Türklerin menfaatine olarak da katiyen mevzubahis olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi, bizim milli hudutlarımız dâhilinde Kürt unsurlar öyle yayılmışlardır ki, pek sınırlı yerlerde yoğundurlar. Fakat yoğunluklarını kaybede ede ve Türk unsurların içine gire gire öyle bir hudut ortaya çıkmıştır ki, Kürtlük namına bir hudut çizmek istesek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir” cümlelerini yazılarında kullanmıyorlar.

Başa dönersek, 1923 Ocağında ima edilen bu özerkliğin anlamı nedir? Mustafa Kemal Kürtlere bu vaadi, Lozan’da Musul’un İngilizlerden kopartılamayacağının anlaşıldığı, dolayısıyla Meclis’teki Kürt milletvekillerinin kıyameti koparması ihtimalinin olduğu günlerde yapılmıştır. Özerklik vaadiyle, Kürt muhalefetinin yumuşatılması hedeflenmiş olmalıdır. Peki amaç hasıl olmuş mudur? Pek sayılmaz, ama onun da çaresi bulunmuştur. Hikâyesi aşağıda.

LOZAN’DA KÜRDİSTAN MESELESİ • 21 Kasım 1922 tarihinde, İsviçre’nin Lozan şehrinde başlayan barış görüşmelerin en önemli konularından biri Musul’du. Türkiye’yi, İsmet (İnönü), Dr. Rıza Nur ve Hasan (Saka) başkanlığındaki 27 kişilik heyet temsil ediyordu. Peki Kürtleri bu kadar yakından ilgilendiren bir konuyu tartışan heyette ‘Kürt’ kadrosundan temsilci var mıydı? Görünüşte vardı. Bu kişi Mustafa Kemal tarafından atanan Diyarbakır Milletvekili Zülfü (Tigrel) Bey’di. Zülfü Bey Kürt TBMM’nin, Osmanlı Mebusan Meclisi’nden devraldığı İttihatçı mebuslardandı. 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra arkadaşı Diyarbakır Mebusu Pirinçcizade Fevzi Bey’le birlikte Ermeni kırımı suçlusu olarak 15 Ocak 1919’da İngilizler tarafından Mısır’daki Seydibeşir kampına götürülmüş, sürgünden döndükten sonra doğrudan Ankara’ya gelerek TBMM’ye Diyarbakır Milletvekili olarak katılmıştı. Yani, Zülfü Bey Kürt asıllıydı ama Kürt toplumunu temsil eden biri değildi. (İsmail Göldaş, Lozan, Biz Türkler ve Kürtler, Avesta Yayınları, 2000, s. 36-37.)

ET İLE TIRNAK GİBİ • Musul sorununu ele alan alt komisyonlarda, Türk temsilcisi İsmet Bey ile Britanya temsilcisi Lord Curzon günler, aylar boyu birbirine taban tabana zıt görüşleri dile getirmişlerdi. Aslında her iki taraf da Musul’da en büyük grubun Kürtler olduğunu kabul ediyordu ama, Türk delegelerinin temel tezi "Musul Vilayeti'nde çoğunluk Türk (147 bin) ve Kürt’tür (264 bin). Türklerle Kürtler de etle tırnak gibi ayrılmaz unsurlardır” şeklinde iken, İngilizlere göre 425 bin kişilik Kürt topluluğu Musul’da çoğunluğu oluşturmakla birlikte, aynı zamanda 185 bin Arap yaşıyordu ve Musul tarihi olarak bir Arap şehriydi ve Türklerle Kürtler de ‘et ile tırnak’ değildi!

12 Aralık 1922 tarihli oturumda, İsmet İnönü "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi´ne girmiştir. Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve meşru temsilcileri, Musul Vilayeti’nde oturan kardeşlerinin anayurttan ayrılmasına razı değillerdir" dediğinde, Lord Curzon ‘umarım öyledir’ diye cevap vermişti. Curzon, Kürtlerin Türklerden çok farklı bir halk olduğunu, Musul’da yaşayan hiçbir etnik grubun Türklerle birlikte yaşamak istemediğini düşünüyordu. Bunun kanıtı olarak da Britanya makamlarına yapılan bir dizi şikayeti ve TBMM’de Musul bölgesinden hiç milletvekili bulunmamasını gösteriyordu. Curzon "Ankara’nın Kürt milletvekillerine gelince, onların nasıl seçilmiş olduklarını kendi kendime sormaktayım. Halkoyu ile seçilmiş tek milletvekili var mıdır? Bütün bu insanların doğrudan doğruya atanmış oldukları ve bunlar arasında bir takımının dil bilmedikleri için Meclis’in çalışmalarına katılmadıkları herkesçe bilinmektedir" demişti. Curzon haklıydı ama Ankara’da manevra çoktu. O zamana dek, Kürtleri Milli Mücadele’ye katılmaya razı etmek için hem özerklik hem de özerk bölgenin kalbi olacağı belli olan Musul’u kurtarma hedefinin canlı tutulması gerekmişti. Ama Mustafa Kemal’in kafasındaki modernleşme projelerine hız vermek için, bir an önce Lozan’ın imzalanmasına ihtiyacı vardı. 6 Mart 1923 tarihinde yapılan ateşli gizli celse görüşmelerde 63 Kürt asıllı milletvekili Musul'suz bir Lozan’a karşı çıkacaklarını belirtince (TBMM GCZ. s. 181-183) bir oldu bittiyle seçimlerin yenilenmesine karar verilmiş, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nı Mustafa Kemal’in elleriyle seçtiği yeni milletvekilleri imzalamıştı. (18 Kasım 2007 tarihli Taraf’ta, ‘Hayali Cihan Değer: Musul’u Almak’ başlıklı yazımda daha ayrıntılı bilgi bulunabilir.) Bu tarihten sonra ‘özerklik’ lafı son kez Ağustos 1924’te, Musul’un ebediyen terk edilmesinin arifesinde ağza alındı, " (Ayşe Hür, Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet-3 , Taraf Gazetesi - Istanbul - 22.10.2008)

Olayları belgelere dayalı açıklama önceliği ile objektiflik kriterinin yüksek olması ve her iki uçta yer alan görüşlerin oluşturduğu düğümün bugünlere evrilmesi nedeniyle çözümü aranan sorunu açıklama gücünü dikkate alarak, özetlemeksizin yukarıdaki uzun alıntıya yer verdim.

Tüm bu okumaların sonucu olarak varmak istediğim sonuç ise;

- Resmi politikanın sürdürücüsü iktidar sahiplerinin belki de doğası gereği, Kurtuluş Savaşının birleştirici gücünün bu savaşı verenler açısından dayanaklarını uzun yıllar göz ardı ederek, devlet mekanizmasını merkezi otoritenin lehine, muhalefeti ve fikri karşı koymaları bertaraf ederek hesapsızca kullanma hatasına karşılık,

- Kürt penceresinden bakanların ise Anadolu ve Rumeli’de fikri temelleri de çökmüş olan Osmanlı merkezi otoritesinin yerine İngiliz hegemonyasına karşı verilen savaşa rağmen sonuçta uzlaşarak tesis edilmeye çalışılan merkezi devlet otoritesinin kaçınılmazlığını ve bu sürecin dinamiklerini, belki de zorunlu olarak hesap edememeleridir.

Bu süreç yaşanırken uluslararası konjonktürün getirdiği ilave yüklerin de bu her iki paradigmanın katılaşmasında etkin rol oynamış olduğu gerçeği de göz ardı edilmemelidir. Bugün artık bölünmeye yüz tutmuş bir Irak, uluslar arası topluma dahil olmaya çalışan bir Suriye, tüm kültürel dış şoklara rağmen ayakta duran İran ve doğu ile batı arasında her anlamda tarihsel köprü olma işlevini bütünlük içinde sürdürmesi insanlık adına öncelikli olması gereken ve bölgede istikrarın gücü olmaya çalışan bir Türkiye realitedir. Kürtlerin önünde ise parçalanmış toplum olma umutsuzluğu ve ezikliğinin bu gerçeklerin karşısında yenilmiş olma psikolojisinin üstesinden gelerek geleceğe hızla akan zamanda ulus devletlerin kaynaşmış bir dünya yapbozunun kültürel parçaları olacağı bir geleceğin diyalektik mücadelesini verme görevi durmaktadır. Bu aslen kapsayıcı hedefe dönük atılacak her adımın içtenliğinin tüm insanlık nezdinde kabul göreceğine inanmamız gerekiyor.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana en büyük beka sorunu halini almış olan Kürt sorununa iktidar eliyle çözümün arayışlarının hız kazandığı bugünlerde sorunun temelini oluşturan olayların ve uğruna çoğu henüz çok taze ağır bedeller ödenmiş olan duygu ve düşüncelerin açık olarak ifade edilmesinin ve biz sıradan insanlar tarafından algılanmasının yararına içtenlikle inanıyorum. Bununla da kalmayıp sorunun çözümü için karşılıklı anlayışa temel oluşturmak adına, insanlığın aradan geçen neredeyse bir asırlık gelişimi sayesinde bu her iki uçtaki paradigma tapınaklarının toprak altında kalan ve bugün artık taşlaşmış olan bazı katmanlarının yakın tarihimizin en öğretici sayfaları arasına özenle yerleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Karşısındakinin duygularını anlamaya gayret etme, kendini onun yerine koyabilme çabası karşılıklı saygının oluşmasının temelini oluşturmaktadır. Sahibi olduğumuz Cumhuriyetin topluma kazandırdıklarını ortak paydamız olarak değerlendirme şansımız bulunmaktadır. Ülkenin dört bir yanında okullarda öğretilen folklorik müziğin ve halaydan, horona, zeybekten, kaşık havasına kadar oyunların tüm toplumun fertleri tarafından gurur ve saygı ile izlenmesi bunun en güzel örneğidir diye düşünüyorum. Bu yolda ortak değerlerimiz olan sanatçıların öncülüğünün değerinin altını da çizmek gerekmektedir.

 
Toplam blog
: 129
: 1104
Kayıt tarihi
: 12.06.06
 
 

Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F mezunuyum. Yüksek Lisans diplomalarımı G.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü'nd..