Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Nisan '11

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Kurtuluş Parkı'nda bahar öğlesi

Kurtuluş Parkı'nda bahar öğlesi
 

Kurtuluş Parkı'nda anne-çocuk heykeli


Hastanenin önüne hava almaya çıkmış koruma görevlisinin yanına yaklaştım, doktorların öğlen tatilinin ne zaman bittiğini sordum. “Saat birbuçuk gibi yemekten gelirler. Siz bire on kala giriş yaptırırsınız.” dedi. Saatime baktım, daha oniki. “Tamam o zaman, gider bir yerde oturur, çay içerim ben de” diye aklımdan geçirdim. Özgürce ve tembelce kullanabileceğim bir saatim vardı. 

Nisan ayının ortalarında, serin giden baharı yaşayan Ankara’da, Kurtuluş’daydım. Biraz evvel arabayı parkettiğim otoparkın olduğu ara sokaktan caddeye çıktığımda, karşı kaldırımdaki kalabalık dikkatimi çekmişti. Kalabalık sessizce bekleşiyordu fakat havada elektrikli bir hal seziliyordu. Sonra farkettim: Öğrenciler, ellerinde pankartlarla üniversite sınavının şaibeli olmasını protesto etmek için toplanıyorlardı. Belki elli çok genç insan, heyecanla kıpır kıpırdı. 

“Kurtuluş bildim bileli hep böyledir zaten. Az mı olay yaşandı buralarda.” diye, 1979 yılındaki öğrencilik günlerimi düşündüm. Siyasal’dan Kızılay’a giderken Kurtuluş’dan geçmek zorundaydık ve Kurtuluş bizim için tehlikeli bölgeydi. Siyasetin dışında kalmayı seçmiş öğrenciler olsak da, okulumuz solun kalesi olarak görülüyordu; biz de sağ görüşlü öğrencilerin hoşlanmadığı kitleye ait sayılıyorduk. Bu yüzden çoğunlukla otobüse biniyor, yürüdüğümüz zaman da tedirgin oluyorduk. Ters bakışlarla karşılaştığımız olsa da bir olay yaşamadık gerçi ama okuldan merkeze yürürken önünden geçtiğimiz Kurtuluş Parkı, bizim için yalnızca merak ve şüpheyle süzdüğümüz, ancak içine adım atmayı dahi düşünemeyeceğimiz bir mekandı. 

Okulumu değiştirdikten sonra oralara yolum hiç düşmedi. Bugüne kadar geçen şunca yılda parka dışarıdan bakmaya devam ettim. Bazen şehrin ortasındaki bu yeşil alanın, şehre nefes aldırdığını düşünür, çevremden orayla ilgili bir şeyler duyar, bir sefer şöyle bir dolaşmayı planlardım. Fakat hep arabayla önünden geçtiğim, yanındaki Vedat Dalokay nikah dairesine, karşısındaki Kolej’e, yakınındaki Hacettepe’ye pek çok kereler gittiğim halde, Kurtuluş Parkı'nda gezecek vakti, hiç yaratmamıştım. 

Hastanenin önünde duraklayıp nerede oturabileceğimi düşündüm. Kararsızca etrafıma bakındım. Tam karşıdaki Kurtuluş Parkı’na gitmeye karar verdim. Şeytanın bacağını kırmanın vakti bugündü demek… Yaşım cesaret yaşıydı ne de olsa(!)... 

Karşıya geçip etrafıma bakınarak parka girdim. Kanepelerde tek, çift insanlar oturuyorlardı. Havası taze, etraf yeşillik ama yine tedirgin edici… Parkın ortasındaki, ağaçların arasından görünen kırmızı tenteler, orada bir çay bahçesi olabileceğini haber veriyordu. Yeşil alanların arasından, düzgünce yapılmış yollardan oraya doğru yürüdüm. Salaş bir çay bahçesiydi burası. Plastik masa ve sandalyeleri olan, iki delikanlının masaların arasında dolanıp çay servisi yaptıkları, birkaç öğrenci, üç- beş memur, iki orada iki burada adamın oturuştukları sıradan bir çay bahçesi. Park içinde, çevredeki işsiz güçsüz takımının bende yarattığı huzursuzluğu nispeten hissetmediğim bir ortam… Bir çay söyledim çocuğa, hemen getirdi. Bardak pek temiz olmasa da ses çıkarmadım. Herhalde daha fazlasını ümit etmemiştim. “Keşke plastik bardak olsaydı daha iyiydi.” dedim. Yine de mutluydum. Havayı derin derin içime çektim. Yağmurun temizlediği, yeşilliğin kokusunu almış serince havayı ciğerlerime doldurdum. Kitabımı ya da not defterimi getirmediğime pişman oldum. Zihnimin en berrak olduğu şu anda, duygularımın dürtüklediklerini yazabilir; sesin dağılıp sessizliğe döndüğü şu ortamda, uzun uzun kitap okuyabilirdim. 

O sırada başörtüsü hafif arkaya kaymış, çiçekli eteği ve renkli hırkasıyla bir kadın masaya yanaştı: “Ver elini, el falına bakayım ablam. Söyleyim halini, kaderini. Merak etmez misin?” dedi. Yüzünde takınabileceği en sevimli ve güvenilir yüz ifadesiyle, şivesi kendini apaçık ortaya koyan bu kadına, en iyimser ruh halinde olduğum o anda, elimi uzattım. Belli ki tekrar ede ede su gibi ezberlediği lafları bir çırpıda sıraladı. Lafına ara verip “koy bir paracık, sana onu da söyleyim” deyince, onu hiç dinlemeyip sadece izlediğimi farkettim. Neyi deyiverecekti acaba? Parayı alır almaz “türbe” dedi, “saçını yere dökme” dedi, hatırlamadığım bir şeyler daha söyledi, lafı bitti; “hakkını helal ediyor musun?” deyip de “olur” u alınca, masadan kalkıp gitti. 

Hesabı ödedim, kalktım. Bir daha gelmeyeceğimi bildiğim parktan çıktım. Yönümü şaşırmıştım ve biraz evvel parka girdiğim noktadan uzaklaşmıştım. Kavşağa yürürken, biraz evvelki öğrencilerin bağırışları yükseldi. Demek toplanmışlar, yürüyüşe geçmişlerdi. Belki dağıtılmak istendiklerinden, sesleri direniyor gibi geliyordu. Yüreğim sıkıştı onlar için… Biraz evvel o kadar saf, inançlı görünüyorlardı ki, onlara karşı içimde büyük bir şefkat duydum ve şöyle dedim kendime: “Onların sesine kulak verseler ama nerdeee! Haklı çocuklar aslında ya, keşke işe yarasa…” Demokratik bir ülkede yaşamayı hak eden bir avuç genç… 

Tam vaktinde hastaneye gelmiştim. Zaten hiçbir yere geç kalmam ben, hep “tam vaktinde”… Yalnız bugün, bir şeylere geç kalmış olduğumu farketmenin hüznü vardı içimde; o başka… 

 
Toplam blog
: 33
: 3988
Kayıt tarihi
: 07.06.09
 
 

İyi bir okurum. ..