Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Kasım '10

 
Kategori
Eğitim
 

Kurumları kendi "gayrımenkul"u gibi gören yöneticiler üzerine

Kurumları kendi "gayrımenkul"u gibi gören yöneticiler üzerine
 

[Önnot: Bu “gayrimenkul” gibi sahiplenme işi aslında siyasette çok yaygındır. Hani şu “benim” diyerek başlayan sonra arkasına “halk, bakan, milletvekili, ilçe, kasaba, köy mezra….” gibi isimlerden biri getirilerek tamlamalar vardır ya (benim halkım, benim bakanım…) bu garip tavrın ürünüdür. Aidiyeti kuvvetlendirmek ya da koruyucu melekelerle sahip çıkma için söylendiğinde (benim yüce milletim) anlamlıdır da iş yukarıdaki noktalara gelince bana biraz “tebaa kültürü”nün bir ürünü gibi gelir. Elbette biraz da “ben”e eklenen “-im”le egonun bağıran sesidir. Ayrıca burada “sahiplenme” ile “sahip çıkma” arasındaki nüansı da görmek gerekir. ]

Meseleyi biraz daraltarak yazayım en iyisi: Bulunduğu kuruma iyisiyle kötüsüyle savunmak, hatta sahiplenmek Türkiye’de yönetimde bulunan kişilerin çoğunun garip bir tutumudur. Bulundukları kurumları, “babalarının çiftliği” olarak mı görürler bilinmez ama başında bulundukları kurumların en olmadık meselelerde (nesnel olarak savunulması mümkün olmadığı halde) avukatlığına soyunmalarını öğretmenlik yaptığım süre içinde de şimdi de hiç anlayabilmiş değilim. Üstelik idareci bu “avukatlığı” dışarıya karşı yaparken içeridekiler de (mesâi arkadaşları) bundan bir şekilde nasibini alır.

Açayım:

1)Bir okulda çalışıyorsunuzdur. Yatılıdır. Yatılılık zaten başlı başına problemdir. Diyelim ki yatılı öğrencilerden biri üç dört tane vitamin hapı içerek intihar teşebbüsünde bulunur. Doktor değilsiniz elbette bilemezsiniz meseleyi. Parmağı gırtlağına sokup kusturamayacağınıza göre öğrenciyi “âcil” gönderirsiniz. Sonucu doktordan duyarsınız: “Midesinden vitamin hapları çıktı.”. Kamuoyu, basın, diğer okulların idarecileri… ne der, telaşından yola çıkarak kurumun yöneticisinin paçaları tutuşur. Vakit geçirmeden (gece de olsa) mesai arkadaşlarına haber uçurulur. Tutanakları olmayan bir toplantı gerçekleştirilir. “Okulda neler oluyor, arkadaşlar? Ne gibi tedbirler aldınız, alıyorsunuz?” Herkes sus pus. Zıpırın biri 4 tane vitamin hapı içmiştir ama fatura, yöneticinin mesai arkadaşlarına kesilmek üzeredir.

2) Herhangi bir okulda öğretmenisinizdir. “Şefaat ya Resulallah” diyeceğinize “makam ya Resulallah” dediğinizden makamlar aşarak üst bir kuruma yönetici olursunuz. Bu atama sizin idareci donanımınızdan mıdır yoksa kadrolaşma neticesi midir, tartışmam bile. Kadrolaşma deyiveririm, hiç de lâfı dolandırmadan. Ondan sonra başlarsınız size bağlı kurumları ziyaret etmeye, kurumlarda eksik gedik aramaya ve/veya başarı adına yerel gazetelere demeçler vermeye. Oysa kendinizi “yırtsanız”, akıp giden bağlayıcı bu sistemin içinde, varoşlardaki bir okuldan Fen Lisesi’ni ve/veya Öğretmen Lisesi’ni kazanabilecek bir öğrenci çıkarttıramazsınız. Durum böyleyken, sakın ola ki önünüzdeki başarı grafiğinden aldığınız hızla, başarısı düşük okulların öğretmenleri ile toplantı yapmayın. Ya da o okulların yöneticilerini mesâi arkadaşlarına karşı sıkıştırtmayın. Kumaş bu kadar, bu kumaştan da bu nitelikte bir elbise çıkıyor. Emin olun ki o öğretmen arkadaşlar da başarılı okulların öğretmenleri kadar çalışmıştır.

Öğretmenin Eseri

Öğretmenlik öyle bir hassas meslektir ki öğretmen aşk, sevgi, hoşgörü, fedakârlık gibi ulvi değerlerle donanmış değilse “eser”i de bu değerlerden nasibini eksik alır. Ünlü bir düşünür (Sokrates galiba) şöyle der bu konuda: “Dünyada her şeye değer biçilebilir, ama öğretmenin eserine değer biçilemez. Çünkü onun eseri hem her şeydir hem de hiçbir şeydir.” Onun içindir ki bu noktada teftiş müessesesi gereksizdir bence. Hele şu ilköğretimlerde her yıl yapılan rehberlik ve teftişler resmen işkence yahu! Devletin kaynaklarının çarçur edilmesinden (harcırah) başka bir işe yaramıyor. Bunu bilir bunu söylerim: Sınıfa girip kapıyı kapatan öğretmen vicdanı ile baş başadır.

Ha bir de küçük bir ifade tashihi: “Bu başarıda emeği geçen öğrencilerimize…” denmez. Emeğin asıl sahibi zaten öğrenciler. Diğer sayılanların az, çok veya pek çok katkısı vardır.

Son sözler olarak bugün de eğlenceli olduğu kadar düşündürücü olan bir anekdot aktarayım size:

İstanbul’a bir gidişimde, uzun zamandır görmediğim eskimeyen bir dostu da ziyâret etmiştim. Denize bakan çay bahçesinde sohbet ediyorduk. Derdimiz gençliğimizden beri aynı: Memleketi kurtarmak. Kendimizce düşüncelerimizi söylüyoruz. Bizdeki genel kanaat, “İşler iyiye gitmiyor. Ama yöneticilerin bazıları eften püften şeylere kafa yoruyor.” yönünde. Tam da bu sırada, eskimeyen dostum, bu anafikri destekleyen bir anısını anlattı.

Bir gece mekânı kapamış eve gidiyormuş. Büyük bahçenin solundaki bir yerde bir karaltı görmüş geçerken. Bakmış mekânına fiziki komşu bir kurumun paşası. Hem hiddetli hiddetli dolanıyor hem de söyleniyormuş:

- Kim atar bu bira şişesini buraya, diyerek.
Eskimeyen dost yaklaşmış ve sormuş:
-Hayırdır Paşam?
-Sorma yahu! Densizin biri hem burada bira içmiş, hem de şişeyi bizim kurumun civarına koymuş. Bu nasıl bir durum?

Gülesi gelmiş eskimeyen dostun ama karşısında bir Paşa. Tanışıyorlar ama o kadar. Girmiş koluna:
-Paşam memleket elden gidiyor. Bırakın siz şişeyi köşeyi. Ocak hâlâ sıcak. Gelin size bir çay yapayım, için çayınızı paşa paşa, böyle ayrıntılara da kafa yormayın.

Gelin de gülmeyin!

 
Toplam blog
: 300
: 1022
Kayıt tarihi
: 13.06.10
 
 

Tarih, edebiyat, şiir, dil ..