Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Şubat '12

 
Kategori
Öykü
 

Kuş sıkıntısı

Kuş sıkıntısı
 

 

Sıcak, rahat bir oda. Dışarda soğuk var, kış var. Limana yanaşmış motorlardan karşıdan, Kapıdağ’dan gelmiş,belki de bir gece  yarısı  dağlardan katır sırtlarında gizlice indirilmiş, ıssız bir  tahta  iskeleden yüklenivermiş nazlı, ince ağaçlar şimdi taşıyıcıların  sırtlarında indiriliyorlar. Motorlar yanaşmışlar, yağmur  altında  yüklerini  boşaltıyorlar ince kara uzantısına. Ve yağmur altında ekmek kazanan eller.

Odamdayım, rahatım.. Zevkli  koltuklar,kanepeler her şey yerli yerinde. Guguklu saati var evin, duvarlarında tablolar..  Daha ne isterim. Ama..

“Kahve acı olmuş!”  Kısa süren mutsuzluklar. “Yemeği çok kaçırdık, ağırlık var midemde.”  Yakınmalar; midelerden kasaplardan, yağlardan ve kahvelerden.
“Kahveler de bozuldu. Nohut mu ne karıştırıyorlar. Nüfusun hızla artışı da ayrıca bir dert. Bu kadar insana nerde ekmek, nerde et!”

Kara vagonların içine sıkıştırılmış mandalar, nefes almaları için aralık bırakılmış kapıdan burunlarını  dışarıya çıkarıyorlar. Tren Kızılırmak üzerinden geçiyor. Köprünün kıyısında beyaz, uzun bir levha:”Kızılırmak”. Mandalarda bir merak, bir sevinç!

Tavşan Tepe’de askeri bir arazi üzerinde yakalanan, burma bıyıklı, sırtında kolsuz kalın kebesi, çobana soruyoruz:   “Nereye böyle?”

“Adapazarı üzerinden geliyorum,” diyor. On gündür yoldayım. Ne güzel, her mevsim yeşillik buralar. Bir iki geçmişliğim var. Bu yol üzre Üsküdara varacağız..”

Çevrede mevsimin ilk kuzuları; beyaz ama temiz değil;güzel ama yorgun...
“..Yarın yavaş yavaş ulaşırız. Patron bekler orada. Sonra motorlarla karşıya geçeriz.”
Karşımda babanne oturmuş, musafını çekmiş  gözlerinin üstüne  dudaklarında  tıpır tıpır bir hareket.  “Babanne vazoyu kırmışsın,”diyorlar. Hiç sesini çıkarmıyor. Vazoyu kırmış. Bilerek mi kırmış; isteyerek mi  olmuş; yaş seksen  sekiz.. Yüzde derin çizgiler. Uzun,mavi damarlı eller.

“Geceleyin kalkmıştım.  Namaz kılacaktım.  Altı günlerin orucuna başlayacaktım.  Elim mi değmiş ne, bilmiyorum... Kırılmış..”

Köşede  öylece oturuyor. Şöyle bir iş için davrandığında “Otur,otur,”diyorlar,”Sen ihtiyarsın,biz yaparız..”
“Evet, ben ihtiyarım.  Midemde de bir ağırlık var. Evet, vazoyu ben kırdım, kül  tablasını da ben… Ama harman  zamanı öderim. Bakmam sözlerine, öderim.. Hele Hıdırillez bir  gelsin, bir  görünsün, bereketli olacak her şey.”   Dudaklarda  tıpır tıpır bir hareket.

Yine umut. Doksan yaşında,yüz yaşında hala umut..

Babanne arada sırada gözlerini kaçamak kaldırıyor, kaçamak  bakışıyoruz.  Uzayıp gidiyor  bakışları karşıki  duvarda asılı olan kafese.
“Hastalanmış kuş!”diyor.

Bakıyorum, dört bir yanı çelik kurallarla çevrilmiş kafesin içinde, kuş umarsız, ince  bir  değneğin üzerinde, ayakta öylece, belki de  acısız ama sıkıntılı son kurtuluşunu bekliyor.

Çocuk,”Abi bir bu kaldı,”diyor. Ötekileri de güzeldi ama babam hepsini verdi. Bu çok güzel öterdi; üç  dört  türlü ses çıkarırdı.  En güzel  ötüşünü gagasını uzatarak yapardı.. Ama şimdi ötmüyor,üç gündür sustu..”
Babanne de  susuyor.  “Acaba kalkıp tuvalete gitsem mi?” diye düşünüyor içinden, sonra vazgeçip oturuyor. Gitse, nereye kadar; nereye, ne yapmaya? Üstelik dışarda kış. Artık bilmiyor, hiç bir şey bilmiyor.  Şu sureyi de okuyup  bitirse. “Harman zamanı öderim  paralarını; öderim..” diyor.

Karşıtlıklar  içindeyim.  Zorunlu muyum içerde oturmaya.Gitsem kahveye. Kahveye gitmek alışkanlığım da yok ki. Ne yaparım orada; kağıt oynamasını bilmem, sigara içmem.

Oturuyorum.  En iyisi anılarla avunmak.  Sıcak  günlerin anılarıyla. Yada gelecek için bir şeyler kurgulamak. Hep bunlar zaman istiyor. Yeni bir şey yapmak düş kurmayı gerektiriyor. Düşe dalarsan birden soruyorlar.

“Kahve  ister misin… Orada  rahat değilsen buraya otursan..”
“Burada rahatım,”diyorsun. Burada rahatsın. Her istediğin elinin altında.  Sonra isyanının  kime  olduğunu bilmeden diş biliyorsun.

Kurulu bir düzen üzere mandalar yürüyor. Ağır  ağır, lap lap. Birden kırma tüfeğiyle sazlıkların arasından ateş ediveriyor avcı çocuk. Gölün durgun yüzünden yüzlerce yaban ördeği kalkıp Perama’ya doğru yayılıveriyor. Bakmıyor bile mandalar.  Ağır ağır zeytinliklerin arasından, ormanın içlerine doğru dalıyorlar.
Gözlerimi kitaptan kaldırsam mı?  Gözetlendiğini bilmek, doğal olamamak ne zor. Ayaklarımı şöyle uzatabilir miyim? Her şey yapabilir miyim yapamaz mıyım arasında. Konukluk  zor iş.
“Güler,” diyorum “ Bana bir su verir misin?” Çoğu kez isteklerimiz gerçek amaçlarımızı yansıtmıyor. Bir hareket istiyoruz belli ki çevremizde. Ya bizden bir şey istesinler, yada biz onlardan.
Sonra çapraşık bir sürü duygular. Yutturmacalar, kibarlık gösterileri... Kitabı yüzümden çekmem gerek, ötekilere uymam, bir takım sözler etmem gerek.

“Nasıl sinemaya gidebilir musunuz?” diye soruyorum. Bu soruyu neden sordu diye bakıyorlar. Sorunun altındaki, sorunun soruluş biçimindeki, tonundaki  sırları  bulmaya çalışıyorlar kısa  süren bir  sessizlikte.  Vazgeçiyorum yanıtından. Zaten böyle, istediğim  gibi olacaktı. Ne kadar da her şey hesaplı, düzenli.
Sanırım yıllar süren alışkanlığına karşın  en  çok acele eden babanne. Anlamaya çalışıyor yanıtı. Doğru mu acaba? Kendisinin değer yargılarına vuruyor. Sinema. Bir zamanlar güzeldi,gençliğinde. Yitirmişlerdi de bir yaz günü onu, İstanbul’da aramadıkları yer kalmamıştı. O gün yoktu evde; gitmiş gönlünce gezmişti tek başına İstanbul’un  sokaklarında.  O bir tek gün kaldı gülümseyerek andığı. Tek başına sinemaya gittiği o gün.  Döndüğünde, kayınpederi, kayınvaldesi (rahmetliler)  söylenip durmuşlardı. Kocası ise bir kocaman susmuştu. İşte  hayatında yaşanmış bir tek gündü o. Hayırla anıyordu o günü şimdi.

Nasıl yapsam da düzene uysam.  Hiç bir  olasılık yok mu; her şey olduğu gibi mi olmalı? Beklemekle,tükenmenin ortasında bir ünlem işareti olarak,kendi kendisini  yadsıyarak babaneye dönüşmeyecek miydik sonunda? Sevgi yok muydu artık,zaman yok muydu? Düşünmek hep sorular getiriyor.

Ağrıyan bacağımı şöyle yavaşça uzatıveriyorum ileri. Koltuktan şöylece kayıyorum.  Daha rahatım.  Bakıyorum ayaklarım uzayıp gitmiş; bir acaip.. Bakıyorlar mı  diye  şöyle çevreye göz atıyorum. Çekip, toparlıyorum kendimi. Ayağa fırlıyorum. Gideceğim.

Gözlerim karşıdaki kafese  yapışıyor. Kuş,orada kafeste, kafesin dibinde, sarı kuş, güzel kuş  dayanamamış  uzanıvermiş.

“Ölmüş!” diyorum. “Sarı kuş ölmüş.”
Kalkıyorlar ayağa. Çocuk haykırıyor.” Belki de  ölmemiştir,” diyorlar. Ufacık gövdeyi çekip alıyorlar  yattığı yerden.

Kuş dayanamamış, kuş ölmüş.

 
Toplam blog
: 2579
: 848
Kayıt tarihi
: 24.10.10
 
 

Mesleğim eğitimcilik… Şimdi artık emekli bir vatandaşım… biraz şairlik, biraz hayalcilik, biraz s..