Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Nisan '11

 
Kategori
İnançlar
 

Kutlu Doğum: Muhammed Bin Abdullah

Kutlu Doğum: Muhammed Bin Abdullah
 

Tarih miladi 571 yılını gösterirken Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah vefat etmiş geriye hamile bir eş bırakmıştı. Âmine yetim bir çocuk dünyaya getirmiş ve adı Muhammed ibn-u Abdullah koymuştu. O günlerde, yıllarda hiçbir çocuk dünyaya gelen küçük Muhammed’in yerinde olmak istemezdi. Neden istesin ki? 

Karanlık çağın en koyu döneminin yaşandığı bir bölgede babasız olmak, babasız kalmak o kadar kolay mı? 

Hiç kimse yetim olmayı istenmezken aşiretlerin “sahibine göre” muamelelere tabi tuttuğu bir toplumda yetim olmak hiç arzu edilir mi? 

Yalnızca babasız mı kalmıştı Muhammed? 

“Kimsesi yoksa ezilmeli” anlayışında olan memlekette bir de annesiz kalmak bir çocuk için dayanılır gibi değildi. 

Zorda kaldığında, haksızlığa uğradığında, ümitleri tükendiğinde eteğini tutacak, kucağına sığınacak yegâne varlık olan anneden de mahrum kalmak… hiç kimsenin, hiçbir çocuğun hiçbir şeye karşılık alacağı şeyler değil yetimlik ve öksüzlük. 

Ve Muhammed hem yetim ve hem de öksüz… 

Aslında büyük öncülerin, zora aday olanların “yaşaması gerekli acılar” bunlar olsa gerek; 

Kıvama ermeleri için… Serüveni biliyorsunuz; sığındığı dedenin kaybı, amcaya emanet edilmesi ve ızdırapla geçen gençlik yılları. 

Bu acıları yaşayanın yerinde kim olmak ister? Hiç kimse. 

İlerde “keşke dahasını yaşasaydım da yerinde ben olsaydım” denilecek kadar imrenilen kişi: 

Abdullah oğlu Muhammed. 

Peki, ileride Muhammed Resulullah olacak kadar insanlığın zirvesi olan şahsiyeti bu kadar zirveye çıkaracak şey ne idi? 

Hangi güç, hangi yetki(li), hangi özellik, kim, ne, nasıl bir şey O’nu bu zirve noktasına taşıyacaktı? 

O’nu insanlığın baş tacı yapacak şey ne ola ki? 

İnsanlık tarihi boyunca analar ne evlatlar doğurmuştu; Aristo, Sezar, K. Marx, Gandi, Napolyon vs. Hepsi kendi çağlarına ve sonraki çağlara damga vurmuş insanlar. Hatta Aristo, gibilerinin insanlığa sunduklarının önemli bir kısmı bugün bile geçerli. Ama hiç biri Nuh, İbrahim, Musa, İsa gibi Muhammed gibi anılmıyorlar. Onları küçümsemek amacıyla söylemiyorum, ancak müthiş farkı da göz ardı edemeyiz. İşte Allah’ın vahyi bu farkı açık bir şekilde ortaya koymaktadır. 

Elbette ki Hz. Peygamber şahsiyet olarak, erdem olarak, emniyet olarak ve daha pek çok insani özellikleri itibariyle bambaşka güzelliklere sahip idi. Hemen hemen herkesin bildiği Muhammed-ul Emin olarak isimlendirilmesi durup dururken olmadı. Hilf-ul Fudul adlı “inancı, ırkı ve statüsü ne olursa olsun kimsesizleri, güçsüzleri, haksızlığa uğrayanları koruma ve haklarını arama cemiyeti”nin kuruluşunda en aktif rolü üstlenmesi, Resul-i Ekrem’in insanlar için peygamberlik öncesi bile ne kadar sorumluluk duygusu taşıdığını ortaya koymaktadır. 

Evet, ama bu saydığımız ve daha nice güzel özellikleri Muhammed ibn-i Abdullah’ı insanlık tarihinde en zirveye çıkarmaya yetmez idi… ve belki sadece bu hasletlere sahip olarak yaşasaydı o güzel insan pek hatırlanmayacaktı da… 

Ama sadece Muhammed iken onu yakıp kavuran bir hal, bir dert, bir elem vardı. Hicaz yarımadasında gidişat içler acısıydı. Bu sebeple hayali ve düşüncesi büyüktü; böyle gitmemeli, O bir şeyler yapmalıydı. Bir çare bulmalıydı. Kavmi, çevre kabileler insanlıktan koptukça kopmuştu. Muhammed gidişattan öyle rahatsız idi ki toplumu terk etmek, başını alıp gitmek istiyordu… da nereye gidecekti? O bu acılarla kıvranıyor, bu acılarla yatıp yine bu ızdıraple kalkıyordu. 

Ne zamanki 40 yaşına geldi o zaman artık insanlık derdi, endişesi, insanların başıboşluğu onu dört bir yanından sarıp kavurmuştu… Toplumun ızdırabı onu evinden, barkından etmiş ve o da her zaman gittiği efkâr mağarasına sığınmış tefekkür ediyordu. Kur’an o son günlerden yani vahyin gelişinden önceki son günlerden söz ederken Muhammed’in kıvranış öyküsü tüyleri diken diken ediyor. 

“Abdullah’ın oğlu Muhammed mağarada acılarla kıvranır bir halde kendinden geçiyordu, kendine geldiğinde yine; ‘ne olacak bu toplumun hali, insanlık diplere vurmuş, çare yok mu Allah’ım? İmdada yetiş’ diye inliyordu. 

Böyle acıların yoğunlaştığı dönemde Allah Teâlâ’nın onu görevli olarak tercih ettiğini bildirme vakti gelmişti. İlahi emrin yerine getiriliş döneminin tam zamanıydı. Rabbi onu elçisi olarak seçip kutlu sözlerini vahyetti. 

Vahyetti ne oldu? 

Ne olmadı ki? Düşünebiliyor musunuz bir mağaraya Muhammed ibn-i Abdullah olarak girdi ve mağaradan bütün dünya âleme ses verecek olan Muhammed Resulullah olarak çıktı… 

İşte böyle; 

Allah’ın vahyi yani Kur’an onu en şerefli mertebeye çıkarmıştı; 

“Allah’ın Resulü”… Yeryüzünün karanlıkları onun dudaklarından dökülecek kutlu sözlerle aydınlanmayı bekliyordu. Kapkaranlık bir asrı; cehalet ve vahşet asrını mübarek ayetlerle asrısaadete dönüştürüyordu. Öyle kolay mı? 

O’nun dudaklarından dökülen ilahi buyruklar dolayısıyla-henüz farkında olmasa da- tüm insanlara hayat veriyordu. İnanmayanlar ısrarla kendilerine yaşamın anlamını sunan bu hayat pınarını kurutmaya çalışsalar da artık “semalardan yere uzanan bu kutsal pınar“ kurutulamayacak ve ölülerin dirilişini andıran bir diriliş gerçekleştirecekti. 

İlahi vahiy cehaletin, vahşetin, sefaletin kol gezdiği Hicaz bölgesini kısa sürede savaşlara, sürgünlere, açlığa ve daha nice sıkıntıya rağmen ihya etti. 

Herkesin bildiği Mekke müşriklerinin içinde bulundukları sosyal durumu söylemeden geçemeyeceğim. 

Bildiğiniz gibi Mekke halkı ataları İbrahim’in tek ilah O da Allah inancını bırakıp çok tanrılı anlayışı benimsemişlerdi. Allah ile beraber etkilerini-yetkilerini kendilerinin belirlemiş oldukları çok tanrılı inanca sahip olmuşlardı. Yani onlar Allah (cc)’ı inkâr etmiyorlar, sadece onunla beraber takviye ilahlar belirlemişlerdi ki bunun adı da şirkti. 

Zaten malumunuz müşrikler Allah’ı inkâr etmiyorlar(dı). Yalnız O’nunla beraber başkaca da tanrılar ediniyorlardı. Bereket tanrısı, yolculuk tanrısı, ailenin özel tanrısı vs. 

Şirk: Çok ilahlı inanç… Şimdi şu hususu belirtmek lazım: Çok tanrılı olmakla tek İlah O da Allah inancına sahip olmak hem dini, hem sosyo-ekonomik durum itibariyle korkunç farkı da beraberinde getirmektedir. Bunu Rahmetli Şeriati eski köle ve inananlar için büyük sahabi Hz. Bilal-i Habeş’in Müslüman oluşundaki hikmetle çok güzel ifade ediyor. Diyor ki Dr. Şeriati: Zenci ve köle Bilal Muhammed (as)’ın insanlara “Allah’tan gayri ilah oktur deyin kurtulun” şiarını duyduğunda sevinçten çığlık atmış “and olsun ki Bilal kurtuldu” demişti. Sormuşlar : “Ey zenci ananın zenci oğlu, ey köle oğlu köle! sana ne oluyor ki, sen nasıl kurtuluyorsun, bu ne’ce iştir ey kara köle!”? Onlar efendi, Bilal köle. Köledeki feraset ve basiret onlara çok geliyordu. Çünkü onlar gözlerini, kulaklarını dolayısıyla anlama melekelerini kullanamıyorlardı. Bilal “and olsun ilah tek ise herkes eşittir, hürdür, herkes değerlidir. Zira bizim efendilerimizin tanrıları altından, gümüşten, bizim ilahlarımız ise çamurdan yapılır, onlar tanrıları gibi değerli, biz de toprak gibi ayaklar altında ve değersiziz. Tanrı bir olunca herkes eşit olur” demiş. İşte şirk (“bulanıklık”) ve tevhid (“netlik”) farkının güzel bir örneği… 

Adı üzerinde şirk toplumu… Araplar adaletsizliğin en acımasız devrinde asabiyetin de temel belirleyici olduğu kabilelere bölünmüşler, haksızlık yapan bir kişi kendi kabilelerinden ise ona arka çıkıp yanında yer alırlardı. Zalim ise “bizim zalimimize kimse karışamaz” mantığı, daha doğrusu mantıksızlığı hüküm sürüyordu. Kız çocuklarının –anlaşılması akıl ve insaftan uzak- sebeplerle diri diri toprağa gömüldüğü, tefeciliğin insanı ebedi köleliğe sevk ettiği, nice ahlaksızlığın “erdem” olarak kabul gördüğü bir toplum, o müşrik toplum… 

Değerli dostlar başınızı ağartmadan adını koyalım: O toplum çöküntüden doğrulamayan, her şeyiyle iflas etmiş, batmış bir toplum. Bu toplum iflah olmazdı, olamazdı. Hiç bir güç, hiçbir kuvvet, hiçbir felsefi akım o asırda Mekkelileri adam edemezdi. İşin doğrusu ben Mekke diyorsam siz bunu büyük oranda -Yesrib de dâhil- Hicaz Yarım adasının önemli bir bölümü olarak anlayınız. 

Peki o iflah olmaz/olamaz dediğimiz toplum 23 yıl gibi kısa süre içerisinde dünyaya yön verecek, insanlığın kurtuluşuna vesile olacak değişim ve dönüşümü ne ile, nasıl gerçekleştirdi acaba? Hepinizin, hepimizin bildiği gibi Allah (cc) ‘ın lütuf ve ihsanı gereği onlara gönderdiği vahiyle yani KUR’AN ile… Bu konuda hem fikiriz… Buna bütün kalbimizle inanıyoruz. Kur’an bu vahşet kültüründen rahmet toplumu çıkarmıştır. Bunda hiç bir kuşku yok. O toplum kimsenin inanamayacağı bir şekilde değişip rahmet toplumu haline geldi. Bunu inanalar başardı. Kur’an’a uyarak, Resul’e uyarak, samimi davranarak, kendilerine karşı dürüst davranarak başardılar. En çok da insanları ”öldürmek değil yaşatmak için cehd ettiler” de öyle bir topluluk oldular. Çünkü “bir insanı yaşatan bütün insanlığı yaşatmıştır” düsturu vardı yaşamlarında. (Resul-i Ekrem’in vefatı sonrasında gelişen katliam süreci farklı bir konudur. Bu sebeple bunu geçiyorum) 

Şimdi kendimize, günümüze dönelim. Bugün insanlık Mekke ve Hicaz toplumunu mumla arar hale gelmiş bulunmaktadır. Durum öyle vahim haldeki devletler tek silahla yüz milyonlarca insanı her an yok edebilecek çılgınlıklara varmış bulunmaktadır. Eskiden kabileler savaşır kaçan kurtulurdu. Şimdi ise yeryüzünde insan neslinin yok olma tehlikesi vardır. İş insanı değil insanlığı yok etme noktasına gelmiştir. 

Bizler de bu gidişata müdahil olamıyor ve âdete başımıza geleceklere seyirci kalıyoruz. Müdahil olamıyoruz zira biz özümüzü, bizi biz yapan, insanlık ailesinin kurtarıcıları kılan iksiri yitirdik. Bizi yeryüzünün sorumluluğunun bilincinde olan topluluk yapan kılavuzumuzu bıraktık ve dağınık, kendi derdine düşüp zavallılaşan, acınası hale gelen inanan millet(ler) olduk. Acaba biz bunu hak edecek ne yaptık, ya da biz ne yapmayıp ta bunu hak ettik?..  

Galiba dinin özünü, ruhunu, maksadını ritüellere indirgedik. En azından önemli bir sebep bu olsa gerek. 

 
Toplam blog
: 62
: 739
Kayıt tarihi
: 15.01.11
 
 

İnsan Hakları Aktivisti - Yazar Diyarbakır'da ikamet ediyor, Hiç kimseyi ötekileştirmeden, hiçbir..