Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Eylül '18

 
Kategori
Bilim
 

Kutsal Mimari

Kutsal Mimari
 

"Ey değerler arayan adam, Doğa’nın meydana getirdiği biçimleri oldukları gibi tanımak, kabullenmekle yetinme… Kendi halinde beliren biçimlerin kökünü araştır."
Leonardo Da Vinci

Dünya üzerindeki tarihi eserlerin bir haritasını çıkarmak istesek, dört bir tarafa yayılmış, hepsi birbirinden değerli ve özgün antik kalıntılarla karşılaşırız. Bunların içinde adını en çok duyduklarımızdan -Dünyanın Yedi Harikası- , adını şimdiye kadar pek duymadıklarımıza kadar uzayan bir liste çıkarmak mümkündür. Bu listede adı geçen eserlerin pek çoğu, sahip oldukları mükemmel estetik ve sanatsal değerlerle bizi büyüler ve kendilerine çekerler. Diğer taraftan da günümüzdeki manzaraya baktığımızda, sürekli hareket halinde olan insanoğlu için dünya üzerinde işgal edebileceği alanlar azalıyor gibi görünmektedir. Kentler büyümekte, metropollerde her gün yeni binalar için temeller atılmakta, beton kütleler kent siluetlerini kaplamaktadır.

Yaşadığımız çevreyi ve bir parçası olduğumuz Doğa’yı, Evren’i düşünmeyi unuttuk. İnsan merkezli düşünce, bizi, “dünyanın yalnız ve doğa ile uyumsuz efendileri” yaptı. İnsanlığın büyük teknolojik gelişmeler kaydetmesi ve baş döndürücü “Bitmeyen İlerleme Mitosu”, globalleşme, materyalizm, konfor arayışı, otantik kültürlerin kayboluşuna ve eylemlerimizin sonucu olarak kendi mutsuzluğumuzu yaratmamıza neden oluyor.

Modern Dünyanın insanı ve toplumu hızlı bir yaşam karşılığında stres, depresyon, krizler, şiddet ve suçun artışı gibi olguların yanı sıra doğanın ekolojik dengesinin bozulmasının sonucu oluşan felaketlerle de yüz yüze gelmektedir. Bu sorunları aşabilmek için öncelikle disiplinler arasındaki kopuklukları onarmak ve yeniden inşa etmek, bunu yaparken de Antik Uygarlıkları kendimize örnek almak, bozulmamış kökenleri araştırmak, izleyeceğimiz yöntemlerden biri olmalıdır.

Günümüzde toplumda büyük bir hızla yayılan “yükselen değerler” ve moda kavramların yanında unutulmaya terk edilen “Geleneksel Değerler”’in üzerindeki toz tabakasını kaldırmak istiyoruz. Bu amaçla yola çıkılan bu araştırmada bize ışık tutması amacıyla Geleneksel Kültürlerin mirası içinden fiziksel planı seçtik. Şekle ve organizasyona dayalı somut örnekler olduklarından dolayı fiziksel yapıyı algılayabilmemiz daha net ve kolay olmaktadır. Ancak bu bizi yanıltmamalıdır, çünkü Antik Uygarlıklardaki yapılar hiçbir zaman salt fiziksel amaçlı inşa edilmiş malzeme yığınları olmadılar. Onları her ne kadar duyularımızla algılayabiliyorsak da, anlamlarını kavramak için daha fazlasına ihtiyaç duymaktayız.

Sosyoloji, mimarlık, şehir planlaması gibi konuyla ilgili disiplinlerdeki uzmanların üzerinde en çok tartıştıkları konulardan biri de “insan mı çevreyi şekillendirir yoksa çevre mi insanı?” sorusudur. İnsan içinde yaşadığı bütünden ayrı düşünülemez ve yaşadığımız çevre en yakın ilişkide olduğumuz alandır. Her ikisi de birbirini etkilemektedir, her anlamda sağlıklı bir çevre ancak sağlıklı insanlar ile olanaklıdır ve tam tersi de doğrudur. Antik Uygarlıkların mensupları bunun anlamını biliyorlardı ve ona göre doğa ile uyumlu yaşıyorlardı; onlara göre doğa ve içinde yaşanan insanı da şekillendiren ortak bir köken bulunmaktadır.

İnsanoğlu tarih boyunca, ister dağlarda yaşıyor olsun, ister göçebe hayatı sürdürüyor olsun, ister bir köyde, ister bir şehirde, her zaman yaşamını güvenlik içinde sürdürebilmek, barınmak için bir korunağa gereksinim duymuştur. Bu ihtiyaçlar, yaşanacak mekânların düzenlenmesi ve ihtiyaca uygun hale getirilmesi, gerekli ve uygun malzemenin ve tekniğin kullanılması, bir bilim ve aynı zamanda bir sanat olan mimarlığın doğuşunu hazırlamıştır.

Mimarlık hem bilim hem de sanattır. Mimarlık eyleminin sonucunda ortaya çıkan “Mekân” yaratılmış, düzenli bir çaba ürünüdür. Çeşitli elemanların birbiriyle uyumlu hale getirilmesi ve teknik açıdan yapı malzemelerinin kullanımının bilgisini gerektirmesiyle bir bilim, bu bilgilerin ihtiyaca göre düzenlenmesi ve oran, armoni, uyum gibi estetik kuralların uygulanması nedeniyle de bir sanat olmaktadır.

M.Ö. 1. y.y.’da yaşamış Romalı mimar Vitruvius “De Architectura” adlı yapıtında mimarlığı “dayanıklılık, işlevsellik ve güzellik” olarak üç temel ilke ile tanımlıyordu. Mimarlık ve mühendislik konusunda antik klasik çağdan zamanımıza gelebilen tek bilimsel eser Vitruvius’un on bölümden oluşan “De Architectura”sı, kendisinden önce yazılmış fakat kaybolmuş birçok Yunan ve Roma eserlerinin bir özetidir ve aynı kaderi paylaştığı diğer pek çok kaynak gibi Rönesans ile birlikte unutulduğu yerden çıkarılmış, çeşitli dillere çevirisi yapılarak yaygınlaşmış ve daha sonra da mimarlık alanında en temel kaynak kabul edilmiştir. Vitruvius, mimarlığın çeşitli teknikleri dışında ve üstünde, özünü doğadan alan ve insan aklıyla bütünleşen yüce bir sanat olduğunu vurgular. Bu anlamda mimarlık teknoloji ile kısıtlı bir yapı bilimi değil, çok geniş kapsamlı beşeri ilimlerin ayrılmaz bir parçasıdır. Beşeri ilim, birbiri ile yakından ilişkili birçok değişik daldan oluşur; antik çağda bunlar gramer, mantık, hitabet, geometri, aritmetik, gökbilimi, müzik, tıp ve mimarlık dallarını içerirdi. Böylece, Vitruvius’un bir mimarın eğitiminde öngördüğü yöntem Antik Grek dünyasının geniş ve insani eğitim çemberini anlatan sanat, bilim ve tekniğin birleşmesi ile mümkün olan sentez bir yöntemdir. Ona göre mimar iyi yazmayı becermeli, iyi bir ressam olmalı, aritmetik ve geometriyi iyi bilmeli, tarih ve felsefe çalışmış olmalı, müzikten anlamalı, tıp ilmine yabancı kalmamalı, hukuk bilgisi tam olmalı ve gök bilimin gerek teorik gerek pratik kavramlarına vakıf olmalıdır. Ancak böyle geniş bir teorik ve pratik eğitimden geçmiş ve kültürlü bir insan olmuş bir mimar, sanatını “uygunluk” ve “doğruluk” ilkeleri doğrultusunda kalıcı ve kudretli bir yüceliğe eriştirebilirdi.

Mimarlık aynı zamanda uygarlıkların kendi kültürlerini somut olarak ifade ettikleri, onun izlerini yapılar üzerine kazıdıkları bir inşa eylemi olarak da tarihin kopuk halkalarını birleştirmek için ipuçları vermektedir. Antik Kültürlerde yapılar sadece barınma, eğlenme, toplanma gibi fiziksel ihtiyaçları karşılamak için inşa edilmezlerdi. Bu yapılar temsil ettikleri fikri, iktidarı ve gücü simgeleyen ve bunların fiziksel ifadesi olarak biçimlenen formlar olarak kültürün manevi alanında tamamlayıcı bir unsur olmaktaydılar. Bu örneklerin şekil ve boyutları, malzemeleri, düzenleri birbirinden farklı da olsa, kökenleri insan aklının ötesinde bulunan bir fikrin yeryüzünde yansıtılması anlamında “Kutsal Mimari” diye ifade edilir. Kutsal, yaşamın içinde vardır çünkü insan kutsal bir yön taşır, bu dünyaya ait olmayan bir kısmı vardır. Bu nedenle insan doğal olarak kutsal kavramına ihtiyaç duyar, kutsal ile bu yaşadığı dünyanın ötesine geçebilir. Kutsal nesneler kendiliğinden değil, temsil ettiklerinden dolayı kutsaldırlar. Kutsal bu dünyaya ait değildir, ama bu dünyadaki nesneler aracılığı ile kendini insanlara gösterir. Mısırdaki Piramitleri Britanya topraklarında bulunan Stonehenge, Aztek Uygarlığında Machu Pichu, Asur Uygarlığında yedibasamaklı Zigurat, Grek Uygarlığında Akropol, Roma Uygarlığında Pantheon, Hıristiyanlıkta kiliseler, bazilikalar ve katedraller, İslam’da camiler, Uzakdoğu’da pagodalar ve Antik Kentlerin düzenlenişi gibi örneklerin hiçbirinin fiziksel formu tesadüfî olmamıştır. Doğa ve doğa yasaları ile ilişkileri nedeniyle de bir anlamda birbirlerine bağlıdırlar. Mircea Eliade’nin “Dinler Tarihi İncelemesi” adlı eserlerinde belirttiği gibi insandaki değişmeyen unsurları, yani farklı kültürlere sahip dönemlere ait insanlar arasında bir uzlaşma bağı oluşturan kutsalı, mitleri ve sembolleri gün ışığına çıkartmak, bize farklı gibi görüneni birleştirme imkânını sunmaktadır.

Geleneksel toplumların insanı, ideal bir modele göre, yani tanrıların insanı yaratması gibi kendi âlemini yaratmıştır. Bu insanın Tanrı’ya eşit olduğu anlamına gelmez, fakat insanın bir kaosta yaşayamadığını, düzenlenmiş bir âlemde, bir kozmosta bulunma ihtiyacını gösterir. Her inşa veya imal evrenin yaradılışını örnek alır. İnsani yaratıcı hareket, dünyanın yaradılışı modelini taklit eder. Her yeni inşa yeni bir hayat, yeni bir başlangıçtır. İlk mekânın nasıl yaratıldığını anlatan ve böylece tezahürün geri kalan kısmının gerçekleşmesini sağlayan kozmogonik (evrenin doğumu, yaradılışı) mitlerdir.

Mekân, Yaratılışın toplanma yeri olmaktadır. Kendi kaosundan çıkan âlemi temsil eder. Kutsal mekân, ilk mekânın görünen âlemde daha küçük bir boyutta yeniden yaratılışıdır. O, tüm uyumların kaynağı olan, düzenleyici ve akıl eden ilkeyi içerir. Kent kozmogoniyi taklit eden yapısıyla Dünya’nın bir suretidir. Bir yere yerleşmek, dünyanın kuruluşuna eşdeğerdir. Başka bir değişle insan yavaş yavaş gezegenin daha büyük alanlarına yerleşir ve kozmogonik mitler tarafından bildirilen örnek modellere göre bunları “kozmoslaştırır”. Bu mit sayesinde insan da yaratıcı olur. İlk baştaki aynı arketipal hareketi sonsuzca yeniden tekrarlar, fakat aslında o, dünyayı yorulmadan fetheder, doğal manzarayı kültürel ortama dönüştürür, organize eder. Onun büyük sırrı burada yatar; her ne kadar mit, kendisini dokunulmaz bir model şeklinde göstererek beşeri inisiyatifi engelliyor gibi görünse de insanı yaratmaya sevk eder, onun üstün yaratıcı yeteneğine durmaksızın yeni perspektifler açar. Kutsalın örnekleri yer, zaman ve inanış farkı gözetmeksizin, gökle yer arasında bir köprü işlevine sahiptir. Bunu, insanın kutsal olan ile temas ettiği tapınaklarda gözlemleyebiliriz.

Ancak bütün dinler ve inançlar manevi hayatın özüne dair olanı, sadece zihin aracılığı ile kavranamayacak “Gerçeği” simgeler ile şifrelemiştir. Çünkü simgeler, gerçeğin, diğer tüm bilgi araçlarına meydan okuyan bazı yayınlarını – en derinlerini- açığa çıkartmaktadır. Eğer zihin, nesnelerin ardındaki gerçeği kavramak için imgeleri kullanıyorsa, bunun nedeni Gerçeğin kendisini insan zihni için çelişkili bir şekilde göstermesi ve bunun bir sonucu olarak kavramlarla ifade edilemez olmasıdır.

Kutsal mimarinin aracı olduğu fikir, işlevini yerine getirebilmek için, Gök ile Yer arasındaki köprünün yeryüzündeki kapısı olabilmek için, fiziksel bir yapıya ihtiyaç duyar. Bu fizik biçimler, tapınaklar ve diğer kutsal mekânlar, çeşitli yollardan manevi hayatı tazeler ve besler; Birlik ve Bütünlük fikirlerini sağlamlaştıran, hepsi birer Kutsal Tören olan birlikte yapılan ibadetlere mekân teşkil eder. Tapınaklar aşkın bir modelin yeryüzünde yeniden üretilmesidir. Onların kutsallığı yeryüzünü yozlaşmadan korur ve bunun nedeni de mimari planın Tanrıların eseri olmasıdır. Tapınakların aşkın modelleri göksel, yozlaşması mümkün olmayan tinsel bir var oluştan yararlanır. Kutsal mimari aracılığı ile insan, kendini çevreleyen yapılardan tamamen farklı bir mekâna katılır. Kutsal duvarların içinde, İlahi Olan ile iletişim mümkün kılınmıştır. Bunun sonucu olarak Kutsal Mekânlar, İlahi Olan’ın yeryüzüne inebileceği ve insanların Gökyüzüne simgesel olarak çıkabilecekleri, yukarıya doğru açılan bir kapı olmaktadırlar. Tapınak yukarıya doğru bir açıklık oluşturmakta ve Göksel Âlem ile iletişimi sağlamaktadır. Her kutsal mekân “Kutsal”’in tezahürünü, çevredeki kozmik ortamdan bir toprak parçasını ayırma ve onu niteliksel olarak farklı kılma etkisiyle kutsalın ortaya çıkışını gerektirmektedir.

Bu etkiyi güçlendiren diğer bir özellik de kutsal mimaride kullanılan yönler ve yönelmedir. Yönelme ritleri sayesinde mekân, bir yöne sahiptir. Böylece kaos halinde ve yönsüz olan mekân dönüşür ve kutsal mekân haline gelir, yani kutsanmış, İlahi Olan’ın ikamet ettiği yer olur; tek bir kelime ile kendini “kozmoslaştırır”. Yeryüzündeki bu parça ile sonsuz gök arasında fiili ve hareketli bir ilişki oluşur. Merkeze yönelme sayesinde Yer ile Gök karşılaşır ve birleşirler. Aşağının ve yukarının, görünmeyenin ve görünenin bu bütünleşmesi, yönelme ritinde merkezin oluşturulması sayesinde mümkündür. Bu merkez kendisinden hareket ederek dış mekâna doğru giden tüm yönlerin kalbidir ve çıkış noktası, genel olarak, yer ve göğün buluştuğu, Dünyanın Ekseni’ni temsil eden bir direkle sembolize edilir. Bazen aynı sembolizm muhafaza edilerek bunun yerini bir kaya veya bir dağ alır.

Kutsal kentlerin ve tapınakların kuruluşlarını üç temel arketip* yönetmektedir: Merkez, daire ve kare. Çinli, Asurlu veya Mısırlı olsun her geleneksel topluluk, bir kenti kurarken kozmik zekâya uygun olarak dünyayı yeniden yaratır. Ve böylece kent, evrenin küçültülmüş bir sureti haline gelebilir. Kent, kuruluş riti esnasında ilahi ailemin yeryüzündeki yansıması olan yatay âlemi temsil eden kare veya dört açılı bir alandır. Kentin inşası evrenin iki eğilimi taşır: Dinamik ve statik. Kentin kare yapısı, kare dört tarafa oturtulduğu için sağlamlık, durağanlık ve dengeli olma hissi verir. Fakat dinamik yönü ana yönlerin dördünün kesişmesiyle sağlanır: dengelenmiş âlemin tezahürünün eksiksiz gelişimi, haçın dört ana yönü sayesinde durağan bir merkezde gerçekleşir; karedeki haç, dörtlüğün yatay hareketinin, yayılmasının ifadesidir. Fakat bu dinamik doruk olan merkezde sağlanmıştır.

*Arketip : İlksel örnek

Yapıyı evren simgesi olarak kabul etmek, Türklerde çadırın “küçük evren”’i temsil etmesinde de görülmektedir. Göçebe hayatında Gök Örtüsü ve içinde hareket eden güneş, ay ve yıldızlar, düzenin ilk habercileri olmuş, yüzyıllar boyu sürecek “gök kubbe” tasarımı ilk ifadesini çadırda bulmuştur. İnsanın düzen ihtiyacı nedeni ile şekillenen Kutsal Yapıların genel yapısı birçok sembolik anlamlara sahiptir. Örneğin bir caminin tabanı; yeri veya dünyayı, caminin kendisi; İlahi Olanın fiziki yansımasını, minare ve kubbesi ise; Göksel Kudret’i simgelemektedir. Bu kozmos imajı olarak yorumlanan dört eyvanlı** ve merkezi avlulu plan, çok eskilere giden bir geçmişe sahip olup, Selçuklularla başlayan bir medrese ve cami planı olarak kabul edilen bir mekân düzenidir. Merkezi avlulu dört eyvanlı plan şemasına yüklenen anlam, dört ana yönü birbirini dik açı ile kesen iki eksen üzerindeki eyvanlarca vurgulanarak, bir merkez etrafında dengeli, simetrik bir bütünde kozmos imgesinin oluşmasıdır.

İnsanlık tarihi kadar eski, Mandala (Sankritçe’de çember, evrenin küçülmüş geometrik bir tasviridir.) diye bilenen kozmik sembol, burada yine karşımıza çıkmaktadır.

Başka bir örnek de tepeden gözüken herhangi bir Hint tapınağıdır. Tüm Hint tapınakları tıpkı mandala gibi, aynı anda bir mikro evren ve bir pantheondur. Aynı düzen ilkelerine kilise ve bazilika mimarisinde de rastlamaktayız. Bizans kilisesi, dört ana yöne göre planlanmış dört ana kısımdan oluşur. Kilisenim içi evreni, doğu bölümü cenneti, batı bölümü ölümü, orta alanı ise yeryüzünü temsil etmektedir. Yeryüzü, yani orta alan dikdörtgen biçimlidir ve dört duvarla sınırlandırılmıştır. Bu dört duvarın üzerinde kubbe yer alır.

Geleneksel kent de, evrenin aynası olarak Yerin ve Göğün birbirine bağlanmasını sağlayan ana yönlere göre yönelmiş canlı bir mandala olarak görünmektedir. Geleneksel kent Evrenin üçlü yapısını yansıtır.

Nasıl insan manevi, fizik veya maddi, duyuların ve duyguların dünyası olan aracı veya psişik diye adlandırabileceğimiz üç unsura sahipse, aynı şekilde kentlerde de üçlü bir yapı bulunur. Antik Yunan Felsefesinde insanı tanımak için sunulan üçlü anahtardan yola çıkarsak: Yunan kentlerinin fizik plana (soma) bağlı AGROS (tarla), psikolojik plana (psişe) bağlı AGORA (meydan), manevi plana (Nous) bağlı AKROPOL (yüksek kent) bölümlerinden oluştuğu anlaşılacaktır. Kentin merkezi, Gök’le bağlantı kuran tapınaklarıyla Akropoldür. Kral-rahip burada ikamet eder. Akropol, kentin bekçileri olan Tanrıların ve Tanrıçaların heykellerini barındırır; Tanrılar ve İlahi Olan ile insanların arasında aracı olanların konutudur. Aracı olan düzlem Agoradır. Mekânın iki yönünde kentin üç düzlemini birbirine bağlayan aşağı ve yukarı, bir de içeri ile dışarı bağlantısının bulunduğu yerdir. Halk meydanı ve kendisini çevreleyen evleriyle Agora günümüzde anladığımız şehre denk düşer. Burası, insani ilişkilerin sosyoekonomik faaliyetlerin, aynı zamanda da tarlaların ve dağların hammaddelerini biçimlenmiş ürünlere çeviren zanaatçıların yeridir. Üçüncü düzlem Agrostur. Tarla herkesin maddi gereksinimini sağlayan, çeşitli madde ve besinlerin üreticisi olan kentin bir parçasıdır. Fakat burası aynı zamanda, şehirlerin eşiğinin bekçisi olan mezarların da yeridir ki bunlar yeraltı evrenini, verimli ve vahşi güçleri temsil ederler. Kent sayesinde insan, âlemin var oluşsal üç düzlemine sürekli olarak bağlıdır. Üç düzlem kentte bir bütünlük arz eder ve birbirinden ayrılmaz. Ayrılış, kozmik yapıyla olan uyumun kopuşu ve iç dengenin yavaş veya çok hızlı bir şekilde sona ermesi anlamına gelir.

Eğer Akropolü kaldırırsak, kent Merkezini ve Ruhunu kaybeder. Agora olmazsa, duygularını ve duygusallığını yitirir. Son olarak da Agros olmaksızın, kendini besleyemez ve doğal çevresinden kopar.

Bu üçlü birlik, geleneksel kentte çok güzel bir şekilde özümsenmiştir. Bu düzenin içindeki insan hem yaşadığı yere ait hem de bir dünya vatandaşı olarak evrenin içinde oturur ve bunun bilincinde yaşardı. Kutsal bir kentin sahip olduğu bu üç düzlem hem doğal hem de sembolik eşiklerle birbirinden ayrılır. İki mekânı ayıran eşik, aynı anda kutsal ve dünyevi iki varlık dünyası arasındaki mesafeyi işaret eder. Eşik aynı anda hem iki dünyayı birbirinden ayıran ve zıtlaştıran sınır hem de bu iki dünyanın ilişkide bulunduğu, dindışı dünyadan kutsal dünyaya geçişin gerçekleştirebildiği çift yönlü yerdir. Akropol bir tepecikte bulunur ve düzlem değişimi, fiziki düzey kopuşu ile ifade edilirdi. Agora ve Agros arasındaki eşik, mezarlardan oluşurdu; geleneksel kentlere mezarlardan girilir ve çıkılırdı. Ölüler kentin surlarını beklerlerdi ve bir bakıma eşiğin “muhafızları” ile aynı göreve sahiptiler; giriş, insanların kötü niyetlerine karşı olduğu kadar, şeytan ve hastalık getiren güçlere karşı da koruyan Tanrı ve İlahi Güçlerdir.

Geleneksel insan, ihtişamının ve gücünün atalarından geldiğinin bilincindedir. O, ölülerin yeraltı âlemini, yani hayatın kaynağını temsil ettiğini unutmamıştır. Eşikler, kapılar, ani ve somut bir şekilde mekânın sürekliliğinde bir değişim göstermektedirler, çünkü bunlar geçiş simgeleri ve araçlarıdırlar. Evrenin aynası, Kutsal Mekân ve Varlığın oluşum yeri olarak beliren böyle bir kent ve mimari anlayışı evrenseldir.

“Modern Dünya”’da artık kutsal olan yoktur, ancak insanın endüstriyel bir toplum içinde zorluklarının emri altında hareket ettiği, tanımsız “yerler” ve şekilsiz bir kitle olan kırık bir evrenin parçaları vardır. Geleneksel konut kutsaldır, ancak çağdaş konut sadece bir ikamet makinesidir, çünkü endüstri toplumun seri üretiminin bir ürünüdür. Bulunulan yere duyulan bağlılık yok olmuştur. Oluşan bu göçebe zihniyeti, aidiyet duygusunu kaybeden insanın kendine ve çevresine karşı olan sorumluluklarından kaçması için bahaneler üretir. Kendini evrenden ayrılmış olarak görerek Birlik bilincinden uzaklaşan insanlık, hem kendine hem de doğaya zarar vermektedir.

Yaratıcılığı ile insan, Tanrı’ya benzer bir ilham ve enerjiye sahip olabilir, ancak ona yön veren fikir ve niyet ortaya çıkacak sonuçlar için belirleyicidir. Yaratıcılığımızı ne amaçla kullandığımızı kendimize sormalıyız. Ayırmak için mi birleştirmek için mi? Kutsal olana dair tüm nitelikler doğada bulunmaktadır. Çevremizde belki de artık görmenin pek mümkün olmadığı kutsal mimarinin örneklerini Doğa, bize, estetik, oran, uyum, armoni, ritim ve denge unsurlarını barındıran bir örümcek ağı, bir bitkinin taç yapraklarının dizilişi, bir arı peteği, bir ağacın gövdesi, bir insanın bedeni içinde saklı yapılar aracılığıyla yılmadan hatırlatmaya devam etmektedir.

Tüm dış formlar gizlenmiş bir iç gerçekliğe, manevi bir Öz’e doğru yönelir. Dışrak olan, algılanabilir formdur, algılanmaya hazırdır, bir binanın şekli gibi. İçrek, Öz olan, her şeye hakim olandır. Bir şeyi bütünlüğü ile kavrayabilmek için, kişi sadece dış, çevresel gerçeğe yönelmek yerine öze dair olanı, içe dönük gerçekliği araştırmalıdır. İnsanın kendisi de maddeye, mekâna, zamana sığmayan bir sonsuzluğa sahiptir. Sonsuzluk bu dünyaya ait değildir ve onu ancak kutsalı yeniden keşfederek hissedebilirsiniz.

Shemuel BENSUSAN

 
Toplam blog
: 12
: 505
Kayıt tarihi
: 06.10.17
 
 

Oyun Kurucu ..