Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Nisan '08

 
Kategori
Sanat Tarihi
 

Lâle Devri'nin gülleri ve dikenleri

Lâle Devri'nin gülleri ve dikenleri
 

Dönemin ünlü nakkaşı Levnî'den


II. Mustafa, Edirne'de oturup, av ve eğlence ile uğraşırken, onun hocası olan, Şeyhülislâm Feyzullah Efendi bütün oğullarını ve akrabalarını yüksek makamlara kaydırıyordu. Bu durum gerçek softaları kızdırıyordu. Çünkü, gerçekten yüksek makamlara gelmesi gereken insanlar varken, hiçbir "liyakatı" olmayan insanlar, yalnız Şeyhülislâm Feyzullah Efendinin oğlu ya da akrabası diye bu makamlara getiriliyordu. Bu durum, Osmanlı'nın yapısını bozuyor, otoritesini sarsıyordu. Sonunda, sofuların da kışkırtmasıyla Yeniçeriler İstanbul'da ayaklandı ve Edirne'ye doğru yürüyüşe geçtiler. Padişah II. Mustafa, Şeyhülislâm Feyzullah Efendiyi derhal görevden aldı. Yeniçerilerin isteği üzerine onların ağası olan Çalık Ahmet Paşayı da Sadrazamlığa getirdi. Ancak, yine de Yeniçeriler sakinleşmedi. II. Mustafa tahttan çekildiğini açıkladı. Kardeşi III. Ahmet'i yanına çağırdı ve Padişahlığı ona devrettiğini söyledi.

Bu sırada II. Mustafa'nın hocası ve Osmanlı'nın Şeyhülislâmı olan Feyzullah Efendi ve oğlu, Edirne'den gizlice kaçmak için harekete geçtiler. Ancak, fazla uzaklaşamadan her ikisi de yolda yakalandılar. Osmanlı İmparatorluğu'nda "İlmiye sınıfı" adı verilen sınıfta kabul edilen biliminsanlarına idam cezası uygulanamazdı. Şeyhülislâm Feyzullah Efendi, ilmiye sınıfında olduğundan idamı mümkün değildi. Bunun üzerine düzmece bir kararla Şeyhülislâm efendi ilmiye sınıfından çıkarıldı. Baba oğul çırılçıplak soyuldu. Günlerce işkenceyle sorgulandılar. Bu sorgulanmanın nedeni onların çok malvarlığına sahip oldukları kuşkusuydu. Baba oğul üç gün işkence gördükten sonra halkın karşısına çıkarıldı. Suçları halka duyuruldu: "Din ve devlet düşmanı müftü". Halk isyana geldi ve Şeyhülislâm Feyzullah Efendi ile oğlu oracıkta linç edildi. Her ikisinin de ayaklarına ve sakallarına ipler bağlandı. Bu ipleri Hıristiyanların çektiği arabanın arkasına bağladılar. Sürüklediler. Cesetler paramparça oldu. Her ikisinin de kafaları kesildi, mızraklara geçirildi, böylece halka gösterildi.

Kardeşi II. Mustafa'nın Padişahlığı bıraktığı III. Ahmet, olanları hayret ve endişeyle izliyordu. Nitekim, bu olaydan birgün sonra İstanbul'a döndü. 16 Eylül'de Eyüp Sultan'da Hz. Muhammed'in kılıcını kuşandı. Edirne Kapı'dan içeriye girerken, büyük bir halk kalabalığı onu coşkuyla karşıladı. O, Topkapı Sarayı'na doğru gitti. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun yirmiüçüncü Padişahı göreve başlamış bulunuyordu. Fazla değil. Dört ay sonra da Padişahlığı devraldığı kardeşi II. Mustafa'nın öldüğü haberini aldı.

III. Ahmet (1673-1736) dönemi Osmanlı İmparatorluğu tarihi sürecinde önemlidir. Bu süreci önemli kılan, olaylardan çok kişilerdir. İsterseniz önce bu kişileri alt alta bir sıraya sokalım ve sonra ayrıntılara girelim.

1- Osmanlı İmparatorluğu'nun yirmiüçüncü Padişahı III Ahmet.

2- Osmanlı İmparatorluğu'nun ve III. Ahmet'in Sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa.

3- Osmanlı İmparatorluğu'nun Fransa'daki elçisi Yirmisekiz Mehmet Çelebi.

4- Osmanlı'da bir dönme olan Kalvinist Mezhebi'nden İbrahim Müteferrika.

5- Osmanlı'nın en öenmli nakkaşlarından, "Levnî" lâkaplı Abdülcelil Çelebi.

6- Osmanlı Divan Şiiri sanatının en büyük ismi Nedim.

7- Arnavut gemici ve sonranın İstanbul'da bulunan başıboş Arnavutların başı Patrona Halil.

İşte yukarıdaki bu şahsiyetler Osmanlı'nın yirmiyedi yıllık tarihinde önemli gelişmelere neden olmuşlardır.

III. Ahmet devrinin belki de en önemli siyasal tavrı İsveç Kralı 12. Şarl (Demirbaş Şarl)'ın Poltova'da Ruslara yenilip Osmanlıya sığınması ile ortaya çıkar. Bu sığınmanın ardından Rusya Osmanlı'dan 12. Şarl'ı ister. Osmanlı bu isteği redder ve üstelik Rusya'ya savaş açar. Osmanlı'nın, kendisine sığınmış bir yabancı Kral için böylesine bir savaşa girişmesi gerçekten ilgi çekicidir. Bu olay bile, Osmanlı'nın dünyada nasıl bir otoriteyi ve güveni temsil ettiğinin göstergesidir. Bu savaşın sonunda Osmanlı galip gelir. Çar'ın barış istemesi üzerine de 1711 yılında Prut Anlaşması imzalanır. Bu imzadan üç yıl sonra yani 1714 yılında ise İsveç Kralı Demirbaş 12. Şarl, ülkesine döner.

Osmanlı, bu tarihten sonra barış içinde yaşamayı kendisine ilke edinir.

Bu sırada Fransa'da elçi olarak bulunan Yirmisekiz Mehmet Çelebi ülkesine geri döner. Fransa'da yaşadığı yılları ve oradaki gelişmeleri Padişaha ve Sadrazama uzun uzun anlatır. Bu anlatım III. Ahmet'in dikkatini çeker. Fransa'daki büyük gelişmenin Osmanlı toprakları üzerinde de uygulanması düşüncesi ufkunda doğar. Bunu Sadrazamı İbrahim Paşa'ya da anlatır.

Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Macaristan'da doğmuş ve Kalvinist Mezhebine bağlı eski bir köle olan İbrahim Müteferrika Sadrazamın karşısına çıkagelir. Bu İbrahim Müteferrika ki, 1692 yılında Osmanlı'ya esir düşmüş ve esir pazarında satılmıştır. Fakat, onu esir pazarından alan kişi türlü eziyetlerde bulunmuştur. Bunun üzerine Müslümanlığı kabul eden İbrahim, bağlandığı dergâhından dolayı da Müteferrika lâkabını almıştır.

İbrahim Müteferrika, Sadrazamı ikna edebilmek için uzun uzun matbaayı anlatmıştır. Sadrazam, matbaa denilen aleti Fransa'dan yeni dönmüş olan Yirmisekiz Mehmet Çelebi'den de zaten duymuştu. Fakat, ortada bir soru vardı: Bu matbaa denen şey şeriata uygun muydu? Bunun sorulması gereken yer elbette Şeyhülislâmlık makamıydı. Oysa, bu soru Şeyhülislâmlığa sorulmadan önce halk arasına yayılmıştı bile. Matbaaya "Gavur icadı" diyenlerin başında, geçimini el yazması kitaplar yazarak sürdüren hattatlar geliyordu. Fakat, Sadrazam yine de Şeyhülislâma danıştı. Şeyhülislâmdan o dönem için akıllıca ve mantıklıca yanıt geldi: "Efendimiz, dini kitapların basılmaması koşulu ile matbaada kitap basılması şeriata uygun düşer."

Sadrazam İbrahim Paşa, İbrahim Müteferrika'yı yanına çağırır. Şeyhülislâmın fetvasını kendisine bildirir. Böylece matbaayı kurma iznini almış olan İbrahim Müteferrika, sevinç içinde Sadrazamın yanından çıkarken, Sadrazamın seslendiğini duyar. İbrahim Müteferrika, büyük bir saygı ve endişeyle Sadrazamın yanına sokulur. Sadrazam ona sorar:

"Bu matbaa dediğin şey kaç altına çıkar İbrahim Efendi?"

"Tam olarak tahmin edemiyorum Efendimiz" diye yanıt verir Müteferrika.

Sadrazam, ufak dolabının kapağını açar ve bir kese altını İbrahim Müteferrika'ya uzatır. "Al" der "bu parayla kurarsın matbaanı"

İbrahim Müteferrika şaşırmıştır. Altın kesesini alır koynuna koyar. Hemen matbaayı kurma işlemine başlar ve evini matbaaya çevirir. Dini kitap basmamak koşulu ile de yayın hayatına başlar. Böylece, Osmanlı'da ilk matbaa kurulmuş, ilk kitap basılmış olur.

Bu sırada İstanbul olağanüstü bir Batılılaşma dönemine girer. Bunda, Fransa elçiliği yapıp ülkesine dönen Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin gördükleri elbette etkiliydi. Ancak, III. Ahmet'in ve Sadrazam İbrahim Paşa'nın ilerici düşünceleri de etkiliydi. Batılılaşma çok kısa zamanda bütün İstanbul'u sarmıştı. İstanbul, yeniden biçimleniyordu. Çağdaş binaların yanında, bunları tamamlayan Batı tarzı bahçeler İstanbul'u biçimlendiriyordu. İstanbul'un her yanı lâle çiçekleriyle bezenir olmuştu. Lâle soğanına olan ilgi o kadar artmıştı ki, alım ve satımına sınır getirilmek zorunda kalınmıştı. Bir de sokak çeşmeleri yapılmaya başlanmıştı ki, o çeşmeler o gün de bugün de birer anıtsal eser olarak İstanbul'u süslemiştir, süslemektedir.

Elbette, şekilsel Batılılaşma düşünsel Batılılaşmayı da beraberinde getirecektir. Bu aşamada Divan şiirinin büyük ustası Nedim'in bu dönemde ortaya çıkması elbette rastlantı değildir. Divan şiirinin en güzel eserlerini veren Nedim, böyle bir hoşgörü ortamından doğmuştur. Savaşsız Osmanlı yıllarından doğup, bugün bile büyük bir zevkle okuduğumuz şiirlerini yazmıştır. Bu şiirlerinden bazıları şarkı sözü olarak kullanılagelmiştir.

Gelin şimdi Nedim'i çok bilinen bir iki şiiri ile analım:

Kaside:

Bu şehr-i Sıtanbûl ki bî-misl ü behâdur

Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır

Gazel:

Çünkü bülbülsün gönül bir gül-sitan lâzım sana

Çünki dil koymuşlar adın dil-sitan lâzım sana

....

Tahammül mülkünü yıktın Hülâgü Han mısın kâfir

Aman dünyâyı yaktın âteş-i sûzan mısın kâfir

Kız oğlan nâzın nâzın şeh-levend âvâzı âvâzın

Belâsın ben de bilmem kız mısın oğlan mısın kâfir

Şarkı:

Sevdiğim cânâ yolunda hâke yeksân olduğum

İyddir çık nâz ile seyrâna kurbân olduğum

Ey benim ışkında bülbül gibi nâlân olduğum

İyddir çık nâz ile seyrâna kurban olduğum.

III. Ahmet döneminin son on iki yılı sanata, sevgiye, güzelliklere saygı ile geçmiştir. Yine bu dönemde ve tabi ki bu ortamın içinde "Levni" lâkaplı bir büyük nakkaş ustası çıkmıştır. Günlük yaşam içindeki figürleri olağanüstü bir incelikte, kıvraklıkta ve estetikte ortaya koymuştur. Renklerdeki ve figürlerdeki oynamalarla perspektif verilmeye çalışılmıştır. Çok önemli bir eseri olan ve hâlen Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunan Surnâme-i Vehbi bir minyatür okulu gibidir. Figürlerdeki canlılık, dönemin giysileri, dönemin eğlence kültürü ve dönemin esnaf kuruluşları hakkında bizlere birer fotoğraf gibi sunulan bu eser, elbette "Lâle Devri"nin de özgürlüğünü bizlere sunmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu'nun önemli Padişahlarından olan III. Ahmet devri, Osmanlı'nın Avrupalı'laşmadaki ilk izlenimlerini bizlere sunması bakımından önemlidir. Gerçekten de yakın tarihimizde Ahmet Refik (1881-1937) tarafından "Lâle Devri" adı takılan bu dönem hep kuşkuyla karşılanmıştır. Bugün bile biraz rahatlık, huzur, zenginlik ve vurdumduymazlık içinde yaşayan kimseleri ya da kuruluşları gördüğümüzde, o devri küçük görmemiz açısından "Lâle Devrini yaşıyor" diye yakıştırma yaparız. Oysa, gerçekten Lâle Devri, Osmanlı için bir şanstı. Batılılaşmak için şanstı, çağdaşlaşmak için şanstı.

Ama, her güzel şeyin bu topraklarda bir sonu vardır.

Buraya kadar sizlere Lâle Devri'nin "Gülleri"ni anlatmaya çalıştım. Bir de bu devrin "Dikenleri" vardı. O bir Arnavut'tu.

Osmanlı tarihinde Lâle Devri'ni yıkan yobaz Patrona Halil'dir. Her devirde olduğu gibi o devirde de yobaz yeniliğe, güzelliğe, aşka, sevgiye nefret duyan insandır. Halil de bu yobazlardan biridir. Aslında Arnavuttur ve savaş gemilerinde "leventlik" yapmıştır. Gemideki kıdeminden dolayı kendisine "Patrona" denmiştir. Ancak, bir zaman sonra gemiciliği bırakmış ve İstanbul'a gelmiştir. Burada ne kadar başıboş-serseri Arnavut varsa kendi başkanlığı altında bir örgütte toplamıştır. Osmanlı'nın Lâle Devri'nde açan "güllerine" karşı bu yobaz "Şeriat isteriz" diye büyük bir ayaklanma başlattı. Bu ayaklanma sırasında Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, isyancılar tarafından parçalandı. Vücudunun parçaları sonradan gizlice toplatıldı ve Şehzade Cami'sinin yanında yaptırmış olduğu sebilin yanına gömüldü. Batılılaşma yandaşı ve çağdaş görüşlü Osmanlı Padişah'ı III. Ahmet tahttan indirildi. 1736 yılında ise öldü. Böylece, Edirne Vakası ile Padişahlığa gelen III. Ahmet, Patrona Halil Ayaklanması ile Padişahlıktan gitti.

İbrahim Müteferrika'nın kurmuş olduğu matbaa basıldı. Bütün eserler yakıldı. Makine tahrip edildi. Böylece uygarlığa atılan bir adım ertelenmiş oldu.

III. Ahmet döneminin yetiştirdiği büyük Divan şairi Nedim ise bu ayaklanmada öldü. Ölümü hakkında söylenen tek şey var. O da, Nedim bu isyan sırasında Saray'dan kaçmak için dama çıkmış. Damdan dama atlayıp kaçarken, dengesini yitirip yere düşmüş ve oracıkda ölmüş.

Levnî, bu isyan sırasında Saray'da olmadığından canını kurtarmış. Bu büyük nakkaş ustasının da 1732 ya da 1733 yılında öldüğü yazılıyor.

Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Osmanlı'nın Fransa elçisi, bu dönemin değişmesinde büyük katkıları olmuştur. O da 1732 yılında ölmüştür.

İstanbul'da ilk matbaayı kurup ilk kitabı basan İbrahim Müteferrika bu dönemi yaşayanların içinde en uzun ömürlü olanıdır. O, 1745 yılında ve 71 yaşında ölmüştür. III. Ahmet'ten sonra Padişahlığa gelen I. Mahmut'tan kendi adına ve kendinin yazdığı ve çevirdiği kitapları basma iznini almıştır. Aydınlanmaya bir adım için canını ve malını ortaya koyan İbrahim Müteferrika'yı bugün nasıl sevgi ve saygıyla anmayız?

Ya Lâle Devri'nin dikeni olan yobaz Patrona Halil'e ne oldu?

Bütün istediklerini elde ettikten sonra da serserilik yapmaya devam etti. Osmanlı buna göz yumamazdı. Osmanlı için "Devletin bekâsı" herşeyden üstündü. Bu nedenle de Padişah I. Mahmut, Patrona Halil ve bütün serseri arkadaşlarını bir hille ile Saray'a davet etti. Büyük sevinçle Saray'a gelen serseri takımını I. Mahmut yakalattı ve hepsini öldürttü.

Her zaman yazıyorum ve soruyorum: Tarihte olmasaydı nasıl olurdu? diye bir soru olmaz. Ancak, ben, beni okuyanlara hep aynanın arkasını da düşünmelerini rica ediyorum. Çünkü, bu şekilde hem daha tarafsız olabiliyoruz. Hem de tarih dediğimiz bilim dalı çok daha eğlenceli bir duruma geliyor. Üstelik dedektiflik de yapmış oluyoruz.

Şimdi gelin düşünelim: Patrona Halil İsyanı olmasaydı ve Osmanlı'nın Batılılaşma, Avrupalılaşma serüveni sürseydi. Matbaaya daha geniş alanlarda izin verilseydi, yüzlerce kitap basılsaydı, Osmanlı geç yakaladığı Rönesans'ını sürdürseydi... Tarih nasıl bir yol alırdı? Osmanlı'nın sonu yine aynı mı olurdu? Mustafa Kemal'e gereksinim kalır mıydı?

Bir de bunları düşünelim.

Dedim ya, tarih aslında çok zevkli, heyecanlı ve düşüncelerimizi genişleten bir bilim dalı. Tarihi yalnız "Geçmişte olanlar" olarak değerlendirmeyelim.

 
Toplam blog
: 278
: 3275
Kayıt tarihi
: 26.05.07
 
 

İstanbul'un Kadıköy ilçesinde doğdum. Bir daha da Kadıköy'den ayrılmadım. İstanbul Üniversitesi, Ede..