Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Temmuz '17

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

La'l Rengi Akşamlarda Gözyaşlarım Büyütür Gözbebeklerimi

La'l Rengi Akşamlarda Gözyaşlarım Büyütür Gözbebeklerimi
 

https://www.youtube.com/watch?v=-7p24dE9gfo

Bazen kendime şaşıyorum. Hasta ağzında çalışan benle yazan ben birbirinden öyle farklı ki! Biri duygularını belli etmeyen bir profesyonelken öteki duygularını açıkça kâğıda dökmekten çekinmeyen bir hayalci.  Benim ikisine de ihtiyacım olduğu kesin. Aynı organizmada rollerini birbirine karıştırmadan kardeşçe yaşayıp gidiyorlar. Her sabah işe gitmek için gözünü yeni sabaha açan hayalci, gün içinde vakur, gözü pek, tutkulu bir hekim olmak için hazırlanıyor. Akşamın ilk ışıklarıyla birlikte hayalcim beni tekrar sadık bir dost edasıyla karşılıyor.

Sabah kızımın uyuyan yüzüne onu uyandırmayacak etkide fakat derin bir özlemle öpücük konduruyorum. Kedimiz Kar tanesinin- beyaz küçük bir kedi, bu ismi kızım koydu- başını okşayıp, mamasını veriyorum. Çıkmadan önce kahvaltıyı hazır ediyor, kızıma küçük kâğıtlarda ona göre sıkıcı bir dizi anne talimatları bırakıyorum. Derken elimiz kolumuz yardımcımız Mualla Abla ben çıkmadan geliyor. Hadi gözün ardında kalmasın koca gız olmuş gari, bütün gün oynayıp duru zati, deyince yüzümde koca gülücük, gönlüm rahat çıkıyorum evden. Çalıştığım üniversite şehir merkezinde ve eve oldukça yakın. O kısacık yolda bile uzun düşüncelere dalıyorum. Sabahın bakirliğini, serinliğini, kimsesizken büründüğü kokunun tadını hiçbir şeyi düşünmeden çıkaramıyorum. Beynime hücum eden, kımıl kımıl düşüncelerle özgür oluyorum, ait oluyorum, en ağır işçisi oluyorum bu hayatın.

Ben gelmeden bekleme salonuna sökün etmiş hastalarımı görmenin sevincini onlara da hissettirmek hoşuma gidiyor. Odama gidip defalarca yıkanmasına rağmen solüsyon kokan, iki tutkulu âşık gibi her sabah onunla kucaklaşıp, içinde huzur bulduğum dik yaka çıtçıtlı beyaz önlüğümü giyip kliniğe geçiyorum. Hemşirem hararetle yeni gelen hastaları, randevulu olanları anlatırken hastaları kabule başlıyor.  Mütemadiyen oturarak çalışmayı tercih ediyorum. Gelen hasta da klinikte dişçi koltuğunda (fotöy) oturacağından onun göz seviyesinde olmak onu yatıştırmanın bence ilk adımı. Koltuğa oturan hastanın dişlerinden önce gözlerine bakıyorum. Bütün bir hayat gözlerde yaşanıp bitiyor. Ağzımda bir maske olsa da gözlerimle gülümsüyorum. Son derece profesyonel bir yaklaşımla, ilk soruyu soruyorum. Şikâyetiniz nedir? Ancak soru nadir de olsa bazen pek profesyonel bulunmuyor. Aldığım cevaplar çok kaba olabiliyor. Dişim ağrıyor herhalde/ Ne olacak diş ağrısı/ Bakarsan görürsün, diş değil mi burası?/ Ne olabilir, böbreğim ağrıyacak değil ya!

Şeytan diyor ki Çehov’un İoniç isimli öyküsündeki Dr. Startsev gibi cevap ver; ‘’Bana bak zevzeklenip durma, sana ne soruluyorsa ona cevap ver.’’

Ama işini çok seven özverili bir hekimken bu bende sırıtacak bir başkaldırış olur.

Böyle zamanlarda ilk soru bu olmamalı galiba diye düşünüyorum. Direkt açın ağzınızı demem gerek herhalde, açın ve susun, hiç konuşmayalım, ben sizin yerinize çektiğiniz ağrının şiddetini, hangi durumlarda oluştuğunu, çeşidini, sınırlarını, ağız içinde el aletleriyle uyguladığım teşhis yöntemlerine verdiği cevabı size soru sormadan tahmin edeyim. Yine de hastaya gülümseyip ikinci bir soruyu yöneltmeden derin bir nefes alıyor, ağzınızı açın lütfen, bir bakalım diyorum. Davranışlarına kabalık yerleştiren bu insanda görüyorum ki, vücudunun önemli bir parçası olan dişlerine, diş etlerine de son derece kaba davranılmış. Yapılması gerekenleri duygularımı işe karıştırmadan saptarken, ona da yapması gerekenleri anlatıyorum. Ağrımı kes yeter diyor. Yaparız sonra onları. O iyi hastalar o güzel atlara bindiler çekip gittiler… Demirin tuncuna, hastanın böylesine kaldık… Diyorum içimden. Başlarının üstünde, ağızlarının içinde çalışan insanın yaptığı işten, giydiği beyaz önlükten, kullandığı aletlerin ürküten sesinden dolayı azametli, tahakküm sağlar görünen bir havası olsa da onun da duygularının, günlük kaygılarının, sıradan basit bir hayatının olduğunu neden düşünmezler ki! Çoğu sakinliğim, titiz çalışmam sayesinde neticede mutlu ayrılıyor. Bütün gün dinlenmeye pek de fırsat bulamamışken yumuşak, hoyrat ellerin değdiği, biten bir günün kullanılmışlığı, başlayacak yeni günün umudu kokan, zıtlıklarla var olan bir akşamın içinden geçip eve dönüyorum.

Evde sıradan faaliyetler dışında sadece okuyup, düşünüp, yazabileceğim Virginia Woolf’un dediği gibi kendime ait bir odam var. Odanın tam ortasına Sarıyaz serisinden ismi Farilya (eski Rumcada güneşin doğuşu demek) olan yaprak desenli bir halı serili.  Güneşin doğarken ya da batarken yaptığı oyunlar halıda izlenesi renk geçişleri oluşturuyor.  Geçen akşam gün batarken camdan yansıyıp halıya vuran ışığın la’l renkli yansımaları kitaplığımdaki eski bir fotoğrafımın üzerine düştü. Çoktandır dikkatimi çekmeyen fotoğrafı gidip aldım. İlk kez gözbebeklerimin gerçekten büyük olduğunu fark ettim. Fotoğraftaki duvağın ardından bakan kadınla yaşantım hiç kesişmemiş gibi geldi. Araya giren yaşanmışlıklar, uzun zamanlar o kadını unutturmuş bana. La’l rengi bir akşamda fotoğraftaki gözlerime bakarken, yaşarınca daha da büyüyen gözbebeklerimle bazı anılarımı yıkayıp kurtulmak bazılarına sonsuza dek tutunmak istedim. Hayır, zerreler yetmez bana! Hikâyenin tamamını esirgememeli. Sonucu neyse katlanmaya razıyken gönül, sonsuza kadar sürmeli.

Yarın yine ilk soru olarak şikâyetiniz neydi diye soracağım hastalarıma. Belki yine içlerinden biri akşam kendini kirli beyaz bir kedi gibi hissedip anılarına ağlayan kadından bihaber karşısındaki beyaz bir cellatmış gibi davranacak. Tüm bunlara ve belki daha nicelerine hekimliğimle değil o hayalci yanımla katlanabildiğimi hiç bilmeyecekler. 

 

 
Toplam blog
: 110
: 1076
Kayıt tarihi
: 26.05.14
 
 

Dünyanın kirletemediği bir lotus... ..