Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Ağustos '13

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

La vita e bella!(Hayat güzeldir!)

Birkaç gündür hep “daring” yani tahrik edici konular üzerine yazmaktayım. Aslında kısaca “hayat güzeldir”…

Yani hayatın içindeyse insan ve üstüne üstelik bir de aşıksa, hayat “yeme de yanında yat” yönünde ilerleyebilir. Hali hazırda İstanbul’da deniz kıyısında yaşanan yaz havası, meltemden hafif ürperen ten,  bir sevgilinin belinde hissettirdiği eli, gözlerin birbiri içine dalan bakışmaları, aşkın yürekleri dağlayan o mis gibi kokusu, vazgeçilemeyen seksin vücut üzerinde yarattığı dirilik, tatmin olmanın verdiği direnç ve gençlik, işte bunların tümü hayatın güzel olduğuna dair delillerdir.

Aşk da güzeldir! Aşkla bağlanmak da!

Dün genç bir mühendisle Uğur’la onun tez babalığını kutladık. Çocuğunu kucağına aldığı anı ve gözlerinde yarattığı o eskiden olmayan pırıltıyı konuşmaya çalıştık. Genç bir Endüstri Mühendisi olarak fast food üzerine rüyalarını, hedeflerini ve planlarını dinledim. Bursa markası Mariza’nın yarı hisseli sahibi olan bu arkadaşıma Türkiye çapında Franchizing önerdim ve bunu nasıl yapacağı konusunda detaylı bir tartışma içerisine girdik.

Ama ona dedim ki aslolan aile! Ne karıyer, ne başka bir şey, gerçek mutluluk hayalinde kurduğun aile hayatına devam edebilmen. “Anıl abi” dedi, “niye üniversitede ders vermiyorsun?”…

Belki de bir gün bunu da yapacağım. Zamanını söyleyemiyorum ama içimdeki ses gönüllerin profesörü olacağımı söylüyor.

Hayat güzeldir gerçekten!

Ertuğrul Özkök’ün sapık olduğunu ispatlayan 47 kitabını okuyorum. Gerçeği itiraf etmem gerekirse adamı benden daha hür olduğu gerekçesiyle kıskandım. Bir kez benden daha çok şey biliyor, benim en az on mislim okumuş,, Benim bir mislim daha fazlasını görmüş, yaşamış ve her bildiğini özümsemiş, daha da önemlisi bildiklerinin üçte birini bile anlatmıyor. Kitaptaki görüşler benim için mühim değil. Çünkü benim karımla onu aldatabilirim anlaşmam yok. Oysaki onun var! Tıpkı Mehmet Ali Birand’ın karısı gibi ses etmiyor. Bu kadınları da anlamıyorum ben. Kocalarının kendilerini aldatmaları, onların fantezisi mi oluyor?

Kitaba dönersem: Özcesi en arzulanabilir kadının 47 yaşında olduğu tezini savunuyor ve kendince (ve bilimsellik kılıfıyla) bunu ispata çalışıyor. Ve en önemli endişesi, bunu yaparken sapık olmadığını kendine ispat etmek! Bence bu konuda bu kadar düşünmek bile onun sapık olduğunun göstergesi. Ama beyefendimiz, hoş ve sempatik bir sapık, yani sapkın değil!

Ama nefis bir genel kültür ve inanılmaz bir yaşanmışlık var kitabında sizi kucaklayan. Tüm eleştirilerime rağmen kitap son derece ilgimi çekti!

Hayat güzeldir ve bazen bir cümle bile hayatı güzel kılar. Tıpkı Can babanın karısına söylediği gibi: “Seni soydum, dünyayı giyindim”.

Ben hayatım boyunca hiçbir kadına bu kadar güzel şeyler söylemedim, söyleyemedim. Benim aldığım terbiye iltifatın böylesine müsait değil. Ya da gerçekten böylesine iltifat yapabileceğim birisiyle tanışmadım. Ben hep karizmamla ve baklavalarımla kadınları tavlamışımdır. O yüzden şimdi göbek yağ katmanlarımla, hiçbir kadına cazip gelmiyorumdur. Bu da eşimin gizli başarısı!

22 yıl evvel Slovakya Zilina’da Tunuslu Faten ile çıkmaya başladığımızda beni son derece zevksiz bulmuştu. Bana şu palyaço kollu t-şötrtlerden kurtulmalısın demişti. “Yerine omuzlarını dışarıda bırakacak atletler giymelisin. Omuzların georgeous”, yani harika… “Dalgalı saçlarını uzatmalısın”. “Anıl beni burada bırakıp gitme; biliyorum, Türkiye’ye dönünce bir daha benim adımı anmayacaksın! Lütfen kalabileceğinin sonuna kadar kal”. Kaldım da! En anlamadığım şey beni nasıl oluyor da bu kadar çok seviyordu. Ben bunu hak edecek ne yapmıştım ki! “Hiçbir şey”…

Senarist sevgilim beni Zeus’un heykeline benzetmişti. “Sen benim Zeus’umsun!”

Evet, bende de Ertuğrul bey olma potansiyeli var ancak ahlakım buna müsait değil. O yüzden insanlar roman yazıyorlar zaten. Böyle yazdığınız vakit bayağı durumuna düşerken, romanda yazdığınız vakit, ne kadar ihtiraslı aşk olarak algılanıyor… Aşağıdaki cümleleri tam 3 günde yazabilmiştim. Çünkü her seferinde yine yeniden yazdım:

Romanımdan:

“Özüm öpücüklerle uyandı. Gözlerini açtığında bir çift yeşil gözün onu aydınlattığını gördü. Necati’nin dudakları durmaksızın geziniyordu kah yüzünde, kah vücudunda. Ve her öpücükle beraber, farklı bir melodi çalınıyordu Özüm’ün kulaklarına. Düşünme yetisini yitirmişti sanki! Özüm artık Özüm değildi, kendinden farklı bir kişi olmuştu. Tek hissettiği, daha önce hissetmediği, fiziksel arzulanma ve arzulama duygusuydu. Öyle ki bunu dünyaya bağırarak haykırmak istiyordu! Öpücüklere karşılık vermeye başladı sabırsızca. Çılgınca o da Necati’yi ve ona ait olanları öpüyordu. Her ikisi de cayır cayır yanıyorlar, terleyip kayganlaşıyorlardı. Pervasızca birbirlerini soydular, anadan doğma kaldılar. Özüm hayatında ilk kez bir erkek vücuduyla tanıştı. Necati’nin kasları, ona Zeus heykellerini anımsatmıştı. Tıpkı bir heykeltıraş gibi Necati’nin vücudunu şekillendirdi elleriyle. İlk önce yüzünü yaptı heykelinin, daha sonra boynunu ve sonrasında sırtındaki kaslarını kalça kemiğine kadar tamamladı. Son olarak ön cephe çalıştı: Omuzlar ve göğüs kasları, derken karın kasları ve oradan da erkeklik uzvu. Kalplerinin vuruşları beynine işliyordu. Nefes almazcasına dudaklarına saldırdı Necati’nin, onu ağzının içine aldı. Necati artık düşünemiyordu; Özüm’ün en derinine ulaşmak istiyordu istemsiz. Öyle de oldu; inanılmaz da kolay oldu bu iki vücudun birleşmeleri. Özüm’ün derininden kan sızmasına rağmen, fark etmediler bile. Vücutlarının birbiriyle çizdiği çeyrek dairesel hareketlerle beraber yok oldular ve kayboldular. Yetemediler birbirlerine, her an biraz daha fazla birbirlerinin oldular. Ve öyle bir an geldi ki ani titreşimlerce kasılıp gevşediler. Her ikisi de yaşamlarını yitirdiler, o kısacık anlarda öldüler, dirildiler ve öldüler. Arkasından yığıldılar birbirlerine, yığın oluşturdular. Her şey oracıkta başlamış ve bitmişti. Necati ve Özüm, uykuya dalmıştılar.”

Tabi ki tüm düşüncelerime ve onların kocamanlıklarına rağmen ben de yaşıyorum. Ben de tutku nedir bilirim. Ancak tasavvuf öğretisi içerisinde bu nefis özelliklerimden arındım. Tutku, ihtiras, kıskançlık gibi aşırı duyguları hayatımdan çıkarttım. Onların yerlerine SEVGİ kelimesini koydum. Evet,  çok durağan hayatım!

Aşk gerçekten güzeldir; en az yaşam kadar! Doyurucudur, yaşamdan daha çok!

Benim genel kültürüm Ertuğrul beyin üçte biri etmez…  Ben onun yaşadığı kadar sofistike bir hayat yaşamadım. Ben Anadolu çocuğuyum… Yurtdışına çıktığım vakit bile en mütevazı olanı seçerim.

İtiraf ediyorum ki onu delice kıskandım! (Abartıyorum)!Yaşadıkları için değil, bildikleri için! Yani benim bilmediklerim için!

Güneş yine doğaya patlamak üzere kurulduğu gibi yükselecek! Ve yine o iş dolu, mütevazı hayatıma geri döneceğim… İçimde hissettiğim huzurun karşılığı olan durağan hayatımın içerisine gömülüp, şimdi yaptığım gibi, yazılarımla öyküneceğim hayata! Ve belki de ben de çok geç kalmış olarak ve onun gibi 60’lı yaşlarda 47 gibi bir kitap yazmak isteyeceğim.

Son olarak; hayat güzeldir…

 

 

 

 
Toplam blog
: 631
: 293
Kayıt tarihi
: 10.04.11
 
 

Eric'i külden yarattım. Tamamıyla benim eserim. Söyleyeceği çok sözü, söylemek istediği az sözü. ..