Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Şubat '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Laiklik ve tesettür

Laiklik ve tesettür
 

Beş: Latin harfleri kabul edilecek


Türkiye’de 18. yüzyılda başlayan yenileşme hareketleriyle birlikte toplumsal yaşayışın ve devlet düzeninin işleyişinde ikili bir durum ortaya çıkar. Bir yanda İslam dininin gereklerine göre uygulamalar yapılırken, öte yanda çağdaşlaşma amacıyla batılı anlayışa göre işler yürütülmektedir. Özellikle 19. yüzyılda bu ikilik daha da belirginleşir. İslam dininin gereklerine göre öğretim yapan medreselerin yanında çağdaş eğitim anlayışına göre kurulmuş okullar açılır. Hukuk alanında da hem İslam hukukuna göre yargılamalar yapılırken, hem çağdaş hukuk anlayışına göre kurulmuş mahkemeler görev yapmaktadır. Padişah ise hem bütün Müslümanların halifesi, hem de Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan başka dinlerden olan yurttaşların hükümdarı durumundadır. Bu çifte durum Kurtuluş Savaşı'nın sonuna kadar sürer.

Gerek toplumsal gereksinmeler, gerek devlet yönetiminde karşılaşılan güçlükler Türkiye'de de laikliğin benimsenmesini gerektirmektedir. 3 Mart 1924'te kabul edilen bir yasayla Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bütün öğretim ve eğitim kurumları Maarif Vekâleti'ne bağlanır. Tevhid-i Tedrisat Kanunu'yla (Öğrenimin Birleştirilmesi Kanunu) din eğitimi ya da dinsel temellere göre eğitim yapan okullar kapatılır. Ardından Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı kaldırılarak din işleriyle ilgili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kurulur. Böylece Türkiye'de din hizmetleri, devlet kontrolü dışında değil, devletin denetimi altında yürütülmesi amaçlanır. 3 Mart 1924'te halifeliğin kaldırılması, 1925'te tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, devletin laikleşme yolunda attığı öteki adımlardır. Gene 1926'da yürürlüğe giren Medeni Kanun ile hukuk alanında da laiklik ilkesi geçerli kılınır. 1928'de çıkarılan yeni bir yasayla anayasanın ikinci maddesinde yer alan "Türk Devleti'nin dini, İslam dinidir" cümlesi çıkarılır.

Tüm bunlar olurken ben henüz doğmamışımdır. Anamlar babamlar henüz 5-10 yaşındalardır. Ben 1956 senesinde doğdum.

Henüz 18 yaşıma gelmiştim ki, karşıma bir reşitlik ilkesi çıkarıldı. Bunu kabul etmekle bir sürü de sorumluluğu beraberinde yüklenecektim. O zaman bu yaşayacağım devletin kurallarını incelemek ihtiyacını hissettim. Kurallar konmuştu ve yasaların anası olarak nitelendirilen, kendisine Türkiye Cumhuriyeti Anayasası adı verilen bir ilkeler bütünüyle belirtilmişti. Hemen baştan okumaya başladım. İlk baktığım Anayasa 1924 Anayasası oldu elbet:


TEŞKİLÂT-I ESÂSİyYE KANÛNU
Kabul Tarihi: 20 Nisan 1340 (1924) Kanun No: 491
Resmî Gazete, 24.04.1924
Düstur No: Tertip 3, Cilt 5, s.576
Birinci Fasıl
AHKÂM-I umÛmiyye

MADDE 2.- Türkiye Devletinin dîni, Dîn-i İslâmdır; resmî dili Türkçe’dir, makarrı Ankara şehridir.
11 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:
MADDE 2.- Türkiye Devleti’nin resmî dili Türkçe’dir; makarrı Ankara şehridir.
10 Kânûn-u-evvel 1937 tarih ve 3115 sayılı Kanunla aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:
MADDE 2.- Türkiye Devleti, Cumhûriyetçi, Milliyetçi, Hâlkçı, Devletçi, Laik ve İnkılâpçı’dır. Resmî dili Türkçe’dir. Makarrı Ankara şehridir.

TEŞKİLATI ESASİYE KANÛNUNA AİT ZAVABIT
………………………..
………………………..
MADDE 102.- İşbu Teşkilat-ı Esâsiyye Kanûnunun tâdîli aşağıdaki şeraite tâbidir:
Tâdîl teklifi Meclis âzâyı mürettebesinin laakal bir sülüsü tarafından imzâ olunmak şarttır.
Tâdîlat ancak aded-i mürettebin sülüsân-ı ekseriyet-i ârâsı ile kabûl olunabilir.
İşbu kanûnun şekl-i devletin Cumhûriyet olduğuna dair olan birinci maddesinin tâdîl ve tağyiri hiçbir sûretle teklif dahî edilemez.


Ne anlardım ben bu langajdan? Sene 1974, ben 18 yaşındayım, elbet akıl bilmem kaç karış havada. Ama anlayabildiğim 2ci maddenin iki kere değiştiği idi. İlk başta Devletin dininin İslam Dini olduğu belirtilmiş. Sonradan bu durum önce 1928’de daha sonra da 1937’de değiştirilerek son şekline getirilmiştir, :

MADDE 2.- Türkiye Devleti, Cumhûriyetçi, Milliyetçi, Hâlkçı, Devletçi, Laik ve İnkılâpçı’dır. Resmî dili Türkçe’dir. Makarrı Ankara şehridir.

ta ki 1961 Anayasasına kadar.
Bir de sonunda birinci maddenin değiştirilemeyeceği dikkatimi çekti.
Bu ilk metinden sonra, yeni harflerle fakat eski Türkçeyle yazıya alınmış bu anayasa, 1945’de yeni Türkçeye çevrilir. İlgili bölümün yeni metinli şekli şöyledir.

1945 ANAYASASI
1945 Anayasası Hakkında
Açıklama
……………………………………………………………………………
…………………………………………………
ANAYASA
Kanun No: 4695 Kabul Tarihi: 10.1.1945
Düstur, Üçüncü Tertip, Cilt 26, s.170
Resmi Gazete, 15.1.1945, Sayı 5905

Birinci Bölüm
Esas Hükümler
MADDE 2.- Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Lâik ve Devrimcidir. Devlet dili Türkçedir. Başkent Ankara'dır.
…………………………….
…………………………….
ANAYASANIN DAYANAKLARI
MADDE 102.- ………………………………….
Bu kanunun, Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki birinci maddesinde değişiklik ve başkalama yapılması hiçbir türlü teklif dahi edilemez.

Son durum nedir deyip, 1961 Anayasasına da baktım elbette.


TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI
Kabul Tarihi: 9 Temmuz 1961 Kanun No: 334
Resmî Gazete, 20.7.1961, Sayı 10859.
Düstur No: 4 Tertip 1-2, s.2930.

BAŞLANGIÇ
…………………………………. Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabul ve ilan ve onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adâlete ve fazilete aşık evlatlarının uyanık bekçiliğine emanet eder.

Birinci Kısım
GENEL ESASLAR
………………………
MADDE 2.- Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
……………………………
IX. Devlet Şeklinin Değişmezliği
MADDE 9.- Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

O devir inceleyemedim ama bugün artık buraya 1982 anayasasının ilgili maddelerini koyma imkanım olduğundan hemen koymak istedim. El altında olsun misali.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI (*)
(Kurucu Mecliste Kabul Tarihi : 18.10.1982; Halkoyuna Sunulmak Üzere Tasarının Resmî Gazetede İlanı: 20.10.1982-17844; Kanunun Halkoyu ile Kabul Tarihi: 7.11.1982; Halkoyu Sonucunun Yayımlandığı Resmî Gazete Tarihi: 9.11.1982-17863 Mükerrer)
Kanun No. : 2709 Kabul Tarihi : 7.11.1982

BAŞLANGIÇ (Değişik: 23.7.1995-4121/1 md.)
Türk Vatanı ve Milletinin ebedî varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda;
Dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin ebedî varlığı, refahı, maddî ve manevî mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde;
Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı;
Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;
(Değişik: 3.10.2001-4709/1 md.) Hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihî ve manevî değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;
Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu;
Topluca Türk vatandaşlarının millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve “Yurtta sulh, cihanda sulh” arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu;
FİKİR, İNANÇ VE KARARIYLA anlaşılmak, sözüne ve ruhuna bu yönde saygı ve mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanmak üzere,
TÜRK MİLLETİ TARAFINDAN, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.

BİRİNCİ KISIM
Genel Esaslar

I. Devletin şekli
MADDE 1. – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

II. Cumhuriyetin nitelikleri
MADDE 2. – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.
………………………………..

IV. Değiştirilemeyecek hükümler
MADDE 4. – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Cumhuriyet ilk kurulduğunda, kurucuların dinden hiçbir korkuları yokmuş. Halifelik kalktığı için, 924 anayasasında “…..devletin dini İslam dinidir ….” Cümlesini kaldırmışlardır, o kadardır.
Tekrar dikkat edilirse, anayasanın ikinci maddesine devrimsel ilkeler yavaş yavaş eklenmeye başlanmış ve nihayetinde laiklik ilkesi de eklenmiştir.
Unutmamak gerekir ki cumhuriyetten önceki devlet anlayışı şeriat anlayışıydı, yani devlet yönetiminde dini hükümler geçerliydi.
Aniden şeriatın kalkması ve laiklik ilkesinin getirilmesi ve bu ilkenin, sanki Pavlov etkisi gibi, nispeten oldukça kısa süren (8 sene) savaş yıllarından sonra kolaylıkla benimsenmesi akla ve mantığa aykırıdır. Bu tip değişimler, toplumların hayatlarında daha uzun süreler gerektiren değişimlerdir.
Atatürk tarih sahnesine çıkmış nadir liderlerden biridir. Görüldüğü kadarıyla, o hem büyük bir askeri strateji dehasıyken aynı zamanda güçlü bir diplomat olduğunu çok defalar göstermişti. O, hem büyük bir lider hem de üstün bir devrimci olduğunu da ispatlamıştır. Tüm bu yaptıkları, çok kısa süreler içerisinde başarılmış eylemlerdir.

İşte böyle bir “adam”ın, laiklik ilkesini anayasaya sokarken yanlışlık yapmış olduğu söylenemezdi. Öyle ki o devirde (18 Temmuz 1923 Teşkilatı Esasiye’nin tadili yani değiştirilmesi görüşmeleri) TBMM’de devletin dininin İslamdan Hıristiyanlığa bile değiştirilmesi teklifleri alenen yapılırken (Bkz. a-Kazım Karabekir Paşa Hatıratı; b-Temellerin Duruşması-Ahmet Kabaklı, TEV Yayınları, s54-55), sadece 10 ay sonra Nisan 1924’de devletin dininin İslam olarak yazdırmışken, 1937’de İslam ibaresinin kalkarak yerine devrimler ve laiklik ilkesinin getirilmesi kolay olmasa gerektir.
Bu devrimlerin hepsinin yol göstericisi Şapka ve Kıyafet devrimidir. Yıl 1925’tir.

Mustafa Kemal’in şapka devriminden çok önceleri (7-8 Temmuz 1919), Erzurum ve Sivas Kongresi arasında Mazhar Müfit ile bir mülakatı bize, şapka konusundaki görüşlerini yansıtır. Erzurum Kongresi sona erdikten sonra Mustafa Kemal ve arkadaşları her gün ve her gece bir araya gelerek yapılan çalışmaları değerlendiriyor, Sivas Kongresine sunulacak belgeleri hazırlıyorlardı. Yine böyle bir gece Gazi Paşa ile İbrahim Süreyya Yiğit, baş başa vermiş çalışıyorlardı. Paşanın aklına Mazhar Müfit geldi. Emir eri Ali ile haber gönderip onu da odasına çağırttı. Bir ara Süreyya bey, Paşaya şöyle bir soru yöneltti: “ Paşam, başarıya ulaştıktan sonra da iş bitmiyor. Memleketin sonsuza dek çalışmaya ve devrimler yapmaya ihtiyacı var. Neler yapmayı düşünüyorsunuz ?” Mustafa Kemal bu soru üzerine Mazhar Müfit’e, gidip odasından not defterini getirmesini söyledi. Sonra da, “Şimdi not et bakalım”, dedi. “Ama defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir sen bileceksin. Şartım bu. Önce tarih koy: 7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı. Şimdi yaz:
Bir: Zaferden sonra hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır.
İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince gereken muamele yapılacaktır.
Üç: Tesettür (örtünme) kalkacaktır.
Dört: Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir.”
Bunu duyunca Mazhar Müfit’in kalemi elinden düştü. Paşa, “neden durakladın?” diye sordu. “Darılmayın ama Paşam, sizin de hayalperest yanlarınız var.”
“Bunu zaman tayin eder, sen yaz.
Beş: Latin harfleri kabul edilecek.”
“Paşam yeter, yeter. Cumhuriyet ilanını başaralım, üst tarafı kolay.”
Mazhar Müfit, bundan sonra defterini kapayarak koltuğunun altına aldı ve ayağa kalkarak, “Paşam sabah oldu”, dedi. “Siz oturacaksanız hoşça kalın.” (Hıfzı TOPUZ, Gazi ve Fikriye, Remzi Kitapevi, İstanbul Ocak-2002, s. 141-142)
Tarih 1982’yi gösterdiğinde, ne olduysa olmuş ve değiştirilmesi yasak olan madde sadece birinci madde iken, ilk üç madde değiştirilemezler hatta değiştirilmesi bile teklif edilemezler arasına girme becerisini göstermiştir.

Şimdi gelelim bu laiklik sözcüğünün ne menem bir şey olduğuna:
Laiklik, devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmamasını ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensiptir.
Fransızca'dan Türkçe'ye geçmiş olan "laik" sözcüğü, "din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk" anlamına gelen Latince "laicus" sözcüğünden gelmektedir. Roma döneminde din adamlarına "Clerici" din adamı olmayanlara da "Laici" adı veriliyordu. Laik aynı zamanda, din dışı, dinle ilgisi olmayan anlamlarına da gelmektedir. Osmanlıcada bu terim lâdini ile karşılanmış fakat bu tutmamış, Fransızca laik kelimesi Türkçeye girmişti.
Türk Dil Kurumu sözlüğünde ise, hukuksal temelde, laik dendiğinde, devlet ile din işlerinin ayrılığı, devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız olması gerekliliği anlaşılmaktaydı.
Sene sadece 1937 iken, nasıl olmaktadır da Atatürk, 1925’te çarşafı tesettürü kaldırtmış ve kadınların başını açmışken, laiklik ilkesini anayasanın ikinci maddesine sokmayı başarmıştır.
Aslında bunun başarıyla bir ilgisi yoktur. Kadın 1925’de çarşafı tesettürü kaldırmıştır, çünkü Anadolu Türkünün dini Müslüman’dır, sünnete uyar ama itikadî açıdan Maturididir.
Maturidi, dine ve ayetlere çok daha akılcı ve mantıklı yaklaşmaktadır. Bunu hemen güncel konuya karşılık gelen ayetle açıklamaya çalışalım. Nur:31:

24:31- Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarını yere indirsinler. Cinsiyet organlarını/ırzlarını korusunlar. Süslerini/zinetlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasınlar. Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler: Kocaları yahut babaları yahut kocalarının babaları yahut oğulları yahut kocalarının oğulları yahut kardeşleri yahut kardeşlerinin oğulları yahut kendi kadınları yahut ellerinin altında bulunanlar yahut ihtiyaç içinde olmayan erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar yahut kadınların mahrem yerlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar. Süslerinden, gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler, hepiniz topluca Allah'a tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz.

Bu ayet tercümesi Yaşar Nuri Öztürk mealinden alınmıştır. Sayın Öztürk, burada tabiri caiz ise suya sabuna dokunmamış, tercüme esnasında hem kelimeyi tercüme etmiş hem de ne olur ne olmaz misali kelimenin Arapça orijinalinin Türkçe transliterasyonunu da koymayı unutmamış (organlarını/ırzlarını; Süslerini/zinetlerini), bir de bir kelimenin ne kadar manası var ise onları da tercümesine eklemiştir (Örtülerini/başörtülerini).

Bunları mealdeki cümlelere göre teker teker irdeliyelim.

1-Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarını yere indirsinler: burada anlaşılmayacak bir şey yoktur.
2- Cinsiyet organlarını/ırzlarını korusunlar: burada da anlaşılmayacak bir şey yok, mana doğrudan manadır.
3- Süslerini/zinetlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasınlar: ziynet kadının cinselliğini ortaya koyan uzuvlar olup, göğüslerini ve kalçalarını ifade etmektedir. Süsler ise güzellikleri ifade etmektedir. Burada söylenen de hem bedenlerinin güzel ve çekici olabilecek yerleriyle, tabi görünen yerler müstesna (örneğin suratı), ziynet yerlerini açmamaları söylenmektedir.
4-Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar: işte bu cümle bugünkü kaosun sebebini teşkil ederken, Anadolu insanı 20li ve 30lu yıllarda şu şekilde bu emre yaklaşıyorlardı. “Humur” kelimesi ister örtü ister başörtüsü demek olsundur, emirde bu örtünün nereye örtüleceği kesin bir şekilde ifade edilmiştir: Göğüs yırtmaçlarının üzerine. İster örtü ister başörtüsü olsun bu bez parçasının başa örtülmesi emri yoktur burada. Efendim, kelime “başörtüsü” demek olduğundan, bu bez parçasının asli yeri baş örtmektir de burada bir de bu bez parçasına başın yanı sıra bir de ek olarak göğüs yırtmaçlarının örtülmesi görevi verilmiştir. Aman efendim, Allahın kelimeleri tükenmez iken, insanların yanlış anlamalarını engelleyememiş ve başınızı da örtün diyeceği yerde, “başörtüsü” kelimesinin asli görevi gerisine mi gizlenmiştir? diyeceğizdir. Hem sonra, “baş” sözcüğü, biz kelimeyi Türkçeye çevirdiğimizde ortaya çıkmaktadır. Yoksa ne “humur” kelimesinde, ne de H-M-R kökünde başı andıracak hiçbir belirti bulunmamaktadır.

Diğer cümleleri burada açmak istemiyorum, konumuz dışındalar.

İşte bir mesaja akılcı yöntemlerle yaklaşma bu şekilde yapılmalıdır. Maturidi de olaya bu şekilde yaklaşmış, formalizmden uzakta durmuş, mesajın özüne önem vermiştir. Eh, tabii Maturidiyi takip eden o devrin çoğunluk Müslüman’ı, kendisine çarşafı tesettürü çıkar, başını aç denildiğinde, hiçbir şekilde rahatsız olmamış, kapanma veya açık olma o insanlar için hiçbir önemi olmadığından, ilkeye hemen adapte olunmuştur.
Bunu Atatürk çok iyi biliyordu. O kadar iyi biliyordu ki, anayasadaki ikinci maddeye değiştirme yasağı bile konmamıştı. Cumhuriyet ve laiklik, cumhura yani halka uyan kavramlardı. Aynı anayasada, din ve vicdan hürriyeti kavramları da bulunmaktaydı. O tarihlerde başını inanışı gereği kapamak isteyen kadınlarımız vardı da bu itirazlarını dile getiremeyecek kadar diktacı bir rejim altında kıvranıyorlardı demek hem meclise hem de rejime haksızlık etmek olurdu.
Halbuki, tarihler 80li yılları gösterdiğinde, toplumun dinamikleri değişmiş, artık inanışı gereği başını örtmek isteyen kadınlarımız çoğalmıştı ki, o zamanın yöneticileri yeni hazırladıkları anayasaya, ilk üç maddenin değiştirilemez olduğunu, ekledikleri dördüncü maddeyle, anayasada ifadeye koymuşlardır.
Zaten, 80 sonrasında o neslin gençlerine Maturidi dendiği zaman boş gözlerle baktıklarını söylesek haksızlık etmiş olmayız kanısındayım.

Tüm bunları inceledim ve gördüm ki, TC devletinde, Fransa’daki anlamda laiklik uygulanmıyordu. Evet, oyunun kuralları konmuştu. Ben de bu kurallara uymak üzere reşit olmayı kabul ettim ve tüm sorumlulukları da yüklendim. Artık oyunu oynamalı, tam yarı yolda oyun kuralları ve oyun sahası değiştirilmemeli diye düşünüyordum.
Böylece seneler geçti.
Bir gün- o gün bugündür- bir de baktım ki, kurallar değiştirilmeye çalışılmaktadır. Ben bu yeni kuralları bilmiyordum. Yapılması gereken yeni oyuncuların gelip bizim oyunumuzu mu bozmaları yoksa yan bahçeye geçip oradaki oyunu mu oynamaları gerekliliğiydi? Bu ne biçim bir ahit idi. Benim anam babam bu oyunun sözleşmesini imzalamışlardı. Ben de 18’e basınca bana da imzalatılmıştı.

Ya şimdi? Bir takım oyunbozanlar gelmiş, biz çelik çomak oynamasını veya cirit atmasını bilmiyoruz, isteğimiz odur ki biz tavla ve satranç oynamak istiyoruz demekteler.
İçimden şöyle demek geçti:
Aslanım, burada çelik çomak var, cirit oyunu var.
Tavlayla satranç ise komşuda, İran’da oynanıyor, buyurunuz sizi komşuya alalım, orada rahat rahat oynayınız.

Ve işte diyorum!!!

 
Toplam blog
: 24
: 2699
Kayıt tarihi
: 10.05.07
 
 

Rumî takvimin 1900+55 senesi sonunda nüfusa katkıları olsun diye annem ve babam oturmuşlar, benim il..