Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ekim '07

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Lavanta kokulu Dubrovnik ve otobüs notları

Lavanta kokulu Dubrovnik ve otobüs notları
 

Yirmi kişiyiz... Farklı mesleklerden ve yaşlardan... Çiftlerin dışında kimse kimseyi tanımıyor. Yedi günlük Saraybosna ve Hırvatistan gezimizin üç gününü otobüsün içinde geçirince, gezi yazısının yönü değişti. Biraz da rehberimiz Selim Bey’in sayesinde... Daha gezinin en başında bir fire verdik.Saraybosna’nın başkenti Sarajevo havaalanındayız. İçimizden bir genci ülkeye almadılar. 19 kişi yola devam ediyoruz.

İki çift kız arkadaş daha var bizim gibi... Bir de tek başına katılanlar...Sarajevo’dan Dubrovnik’e oldukça uzun bir yolumuz var; tam bir gün sürecek. Onun için, tur şirketi öğle yemeği ve bir ara koymuş programa. “Buna” doğal kaynak merkezindeki Halveti Tekkesi. Öyle olmasına rağmen rehberimizden mi, yolculardan mı, artık orasını kaçırdım; bir öneri geliyor, ara vermeyelim, yola devam edelim, diye. Nedeni, Dubrovnik’e daha erken varabilmek... Uğramamız gereken tekkeye, “Dönüş yolunda uğrarız, nasıl olsa fazla fazla zamanımız olacak, ” deniliyor. Bu demek ki, bunca yol tekrar edilecek... Rehberin önerisi mantıklı olabilir, diye ses çıkarmıyoruz ve yola devam ediyoruz... Ne de olsa rehberimiz... Uzun, bitmek tükenmek bilmeyen yollarda sadece tuvalet ve su molası veriyoruz. Açlıktan ölmek üzereyiz... İlk molamız Zdrava Voda’da. Bulunduğumuz toprakların tarihini anlatmaya çalışıyor rehberimiz, aynı zamanda bizi sınıyor galiba; bir nevi dayanıklılık testine sokulduk sanki.

Herkes son derece sakin ve sessiz ya da uyuyor... Zümrüt yeşili vadilerin arasından geçen nehir boyunca ilerliyoruz. Muhteşem bir doğa... Yamaçlara kurulmuş, Osmanlı’dan kalma kemerli köprüler... Gördüklerimiz sadece bunlar değil... Küçük köy evlerinin duvarlarındaki savaş izleri... Bu güzel toprakların her bir karışı savaştan izler taşıyor. Otobüsün içindeki sessizlik birden bozuluyor. Kızlardan biri telaşla yerinden fırlayıp, “Mola yerinde cüzdanımı unuttum!” diyor. “Önemli değil, döner alırız!” diyen rehberimiz otobüs şoförümüze durumu bildiriyor. Otobüs dönebileceği uygun bir yer bulana kadar, yaklaşık 30 km daha gidiyoruz. Hadi bakalım, onca yolu dön yine. Şaka gibi... Neyse ki cüzdan unutulduğu yerde duruyor... O kadar güvenli bir yer... Biz de seviniyoruz. Bitkinlikten de kimsenin sesi çıkmıyor.Rehberimiz anlatmaya devam ediyor. Dikkatimizi fazla toparlayamasak da, anlattıklarının bazılarını not alıyorum: Bosnalı ünlü yönetmen Emir Kusturica’nın fimlerinden, toplu bir hüzünden, Balkan müziğinin bu topraklarda çekilen acıların derinlikli bir izdüşümünden... Tito’dan, bağlantısızlar harekâtından bu yana olanları anlatıyor.Bitmeyen yol sonunda bitiyor, ama biz de bitiyoruz.

Saat akşamın altısı... Manasız bir saat. Yemek yesek şehri dolaşamıyacağız, yemesek düşüp bayılacağız. Rehberimiz bizi Dubrovnik’in Stari Grad’a, yani eski şehrine atıyor, “Dolaşın işte!” diye. Tarihi limanın en pahalı ve gözde restoranı olan Arsenal’de bir şeyler atıştırıyoruz.Dubrovnik, Hırvatistan’ın Adriyatik kıyısında bulunan Ortaçağ’dan kalma müthiş bir şehir... Üç gün değil, bir hafta kalınır... Ama üç gün burada ne yapacağız, telaşına kapılanlarımız da var. Ertesi sabah, genel istek üzerine ekstra Split turu için yine otobüsteyiz. Bütün gün otobüsün içinde olacağız. Biraz kararsız kalıyoruz katılıp katılmamakta, ama merak da ediyoruz. Dubrovnik’e zamanımız kalmayacak diye, çünkü Dubrovnik bir günde bitecek bir yer değil. Yine de bizi ikna ediyorlar. Dubrovnik’te kalıp burayı içine sindire sindire gezip, tadını çıkarmak varken otobüsteyiz. İnanılır gibi değil. Rehberimiz bizi sesli sesli sayıyor. Bir... iki... üç... dört... Otobüse yavaş bineni uyarıyor, “Çabuk çabuk!” diye, çünkü sayıları karıştırıyor... Eyvah üç eksik var. Geziye tek başına katılan kız katılamayacağını bildiriyor. Ama, “cüzdanını unutan kız” ve arkadaşı yok. Otobüsün içinde hep birlikte bekliyoruz... Yarım saat sonra geldiklerinde, bir özür ya da elle tutulur bahane yok. Homurdanmalar başlıyor. Bunun üzerine, “Nereye yetişeceğiz?” diye bir yanıt alınca, bekleyenler kıyameti koparıyor. Bu arada rehberimiz halen saymaya devam ediyor bizi sesli sesli... Kâbus... Bağrışlar ve sızlanmalar o kadar dayanılmaz oluyor ki, kendimi tutamayıp, “Yeter artık!” diye bir çığlık atıyorum. Ardından sessizlik. Tatsız bir gün ve bu başlangıç. Daha altı günümüz var. Sus pus Split’e varıyoruz. 375 kilometre uzunluğundaki Dalmaçya kıyılarının büyük bir bölümünü katediyoruz. 3. ve 4. yüzyılda inşa edilen Split’te Diocletion Sarayı’nın kalıntılarını ve Jüpiter Tapınağı’nı geziyoruz. Romalılardan kalma kentin eski şehrin surları önündeki marinasında şöyle bir dolaşıp, biraz da bir şeyler atıştırınca dönüş vakti gelip çatıyor. Yine otobüsün içindeyiz. Ve rehberimiz bizi sayarken, “Bir dakika, bir fazla var!” diyor... Şaka değil, gerçek...

Dayanamıyorum, “Olacağı buydu, ” diyorum. Otobüste bir kahkaha kopuyor. Tabii ki yanlış saymış. Herkes zamanında otobüsün içinde. Şimdi biraz daha neşeliyiz. Ve Dalmaçya kıyılarını üçüncü kez geçtiğimiz için sanki buralı gibiyiz... Rehberimizin yürüyen bir tarih kitabı olduğunu keşfeden bizim ekip, “Hocam şunu da, bunu da anlatır mısınız?” diyor. Hocamız başlıyor: Keltlerden, Lombartlardan Vizigotlara… Kutsal Roma’nın kuruluşuna… Macar oklarının bu topraklara ne zaman saplandığına kadar. Bir de Atilla’nın yaptıkları var tabii... Neyse uzatmayalım... “Tanrı insanları Macar oklarından korusun!” demişler. Bu gece Dubrovnik’te bütün sıkıntıları atacağız. Çünkü bir gece önce gittiğimiz en popüler caz bara yine gideceğiz. Reyhan’la ikimiz beğendiğimiz bir yere üst üste gidebiliriz. Ayrıca yarın otobüs yok, tekne ile “Üç Adalar” turu var. Bir gün otobüste olmayacağız, çocuklar gibi sevinçliyiz.İki günün yorgunluğunu, güzel ve sakin adalarda denize de girerek çıkarıyoruz. Önce Lopud, ardından Sipan, daha sonra da Kolecep’e uğrayıp, nefis balıklarını ve şaraplarını içiyoruz. Dünyanın en sakin köşelerinden burası. Bizim cıvıl cıvıl renkli adalarımızın yanında fazla “yalın” kalıyorlar... Akşama doğru Dubrovnik’teyiz. Surların içindeki eski kentte. Rehberimizin, “Otelden yürüyerek yarım saat, ” dediği eski şehre varmak için saatlerce yürüyoruz... Dört kız: Arda, Pınar, Reyhan ve ben ıssız, karanlık caddelerde, biraz da içimiz ürperek geçip, tabelaları takip ediyoruz. Yine de ulaşamıyoruz... Son çareyi taksiye atlamakta buluyoruz... Yine caz bardayız. Dubrovnik’in kalbi burda atıyor... Sanatçılar, turistler, yerli-yabancı herkes “HOTSPOT-Troubadour”da. Ortaçağ’da halk ozanı ve şairlere verilen adı vermişler kendilerine. Ertesi sabah bizi Stari Grad’a bırakıyorlar, grubun bir bölümü yine otobüsle başka bir kasabaya gidiyor… Biz ilk iş bilet alıp, rehberimizin, “15 dakikada dolaşırsınız, ” dediği surları yaklaşık iki saatte zar zor tamamlıyoruz. Uzunluğu 2 km’ye geçen şehir surlarını sağdan başlayıp sonuna kadar devam ediyoruz. Bu parkur dümdüz değil, sürekli merdiven çıkıp iniyorsunuz. Koca şehre kuşbakışı tepeden bakıp, hayran kalmamak imkânsız. Müthiş bir manzara. Ortaçağ meraklısı arkadaşım Reyhan’ın hastalığı bana da bulaştı sanki. Oranın halkı surların içinde yaşıyor. Burada kalmak istiyoruz. Çeşme, saraylar, kiliseler ve manastırların arasında kat kat yükselen dar sokaklar içinde evler...

Binaları değiştirmek, hatta çivi bile çakmak yasak olan şehrin surlarının üstünde, sağımızda (yaklaşık denizden 25 metre yükseklikteyiz) Adriyatik’in ışıldayan mavi sularının üstünde süzülen tekneleri; solumuzda kırmızı çatılarıyla dar sokakların aralarına asılmış çamaşırlarıyla dondurulmuş gibi canlı duran Ortaçağ kenti. Savaş sırasında bombardımandan ağır yaralar almış şehri büyük titizlikle onarmışlar. Binaların bir bölümünü ise, onarmayıp savaşın izlerini çerçeveye almışlar. Savaş unutulmasın diye… Surlardan aşağıya indiğimizde Avrupa’nın en eski eczanesini, Dominican ve Franciskan manastırlarını, Rector Sarayı’nı ziyaret ediyoruz. El işi örtüler ve Dubrovnik yazılı mis gibi lavanta torbalarının satıldığı sağlı sollu hediyelik mağazalarını, pırıl pırıl parlayan mermer yolların genç Romalı lejyonerlerin renkli gösterileri eşliğinde yürüyerek seyrettik. Yemek molası bile veremeden. Split yerine burada kalmalıydık, ama Split’i de gördüğümüz iyi oldu, diyoruz... Neyse olan oldu, zaman doldu. Dubrovnik’in lavanta kokan dar sokaklarından son kez geçip, buluşma yerimize, yani sahilde kaldığımız Lapad otele gidiyoruz. Ayrılık saati; ama o ne? Gerçekten bir eksiğimiz var. Bir saat daha oyalanıyoruz. Polise haber veriliyor. Genç kızdan haber yok, kayıp. Başına bir şey mi geldi, yoksa iltica mı etti bilemiyoruz. Yine otobüsün içindeyiz. Dönüş yolunda. Bir gün önceki tekne gezisi insanları birbirine kaynaştırmış ve özel yetenekleri ortaya çıkarmış. Bu arada, sesi kadife kadar yumuşak olan doktor Arda Hanım’ın bize Türk sanat müziği nihavent makamından söylediği şarkılar sayesinde, bir bakmışız Kraviçe’deyiz, bir bakmışız Pocitelj’deyiz. Pocitelj’i karanlıkta dolaştığımız için bile kızamıyorum...

Çünkü bu ses bizi büyülemiş. Arda’ya çok teşekkür ediyoruz... Program altüst olmuş durumda, ama olsun. Gece dokuz-on gibi Mostar’dayız. Heyecanla beklediğim Mostar’a gecenin karanlığında geldik. Neyse ki durumu toparlamak için, rehberimiz ertesi gün bizi saat 15.00’e kadar Mostar’da serbest bırakıyor. (Mostar ve Sarajevo ayrı bir yazı.) Otobüsümüzle Blagaj’da tekkeye uğruyoruz. Sarajevo’da bir gece kalıp sabah Bosna piramitlerini de gördükten sonra otobüs şoförümüzle vedalaşıp uçakla İstanbul’a dönüyoruz. “Kulaklarımıza Macar okları gibi saplanan tarih sorularından Tanrı bizi korusun!” diyoruz ve gülüşüyoruz...Öyle ya da böyle otobüsümüzü özleyeceğiz. Tatil bitti, yarın işteyim!..
 
Toplam blog
: 18
: 3826
Kayıt tarihi
: 07.11.06
 
 

İstanbul doğumluyum. Güzel Sanatlar'ın Grafik bölümünden mezunum. Sanatın bütün alanlarını seviyorum..