Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ekim '06

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Leipzig

Leipzig
 

Völkerschlachtdenkmal...


“Tag der Deutschen Einheit”, yani Doğu ve Batı Almanya’ nın birleşmesinin yıldönümü olan 3 Ekim bu sene Salı’ ya denk geldi. Aradaki Pazartesi için işten izin alıp, “ arazi olan ” milyonlarca yurttaşı gibi, kocam da fırsatı kaçırmadı. Çalışkan insanlar şu Almanlar...

Uzun haftasonu tatilimizin ilk gününü kayda değer birşey yapmadan geçirdikten sonra, akşam “ Yarın bir yerlere gidelim ister misin? ” diye sordu kocam. Soru muydu yani şimdi bu? “ Özüme gezmek olsun da, varsın üç günlüğüne olsun ” diye düşündüm, ama tercüme etmeye üşendiğim için kısaca “ İsterim ” dedim.

Ertesi sabah Leipzig’de oturan arkadaşlarımızı arayarak, müsait olup olmadıklarını sorduk. İki ay önce bebekleri olduğu için belki bizi misafir edecek yerleri yoktur diye endişelenmiştim, ama onlar “Kimse yok, atlayın gelin” dediler. İlk kutlama dalgası geçmiş olmalıydı. Çabucak toparlanıp, yola koyulduk.

Bir süre şehir içinde yol aldıktan sonra, Berlin-Leipzig otobanına çıktık. Biz orta şeritten saatte 140-160 kilometre süratle, “geze geze” giderken, sol yanımızdan “Ciyuvv” diye geçen Mercedes’lerin, BMW’lerin arkalarından bakıp, “Tabakhaneden bekleniyorsunuz, koşun” diye söylendim bir ara. “Altlarındaki arabalara güveniyorlar, hem otobanda hız tahdidi yok” dedi kocam. “Yahu araba ne kadar iyi olursa olsun, önlerine aniden birşey çıkmayacağının garantisi var mı? Bence bu kadar sürat anlamsız” diye itiraz ettim kocama, ama o kendinden emin bir ifadeyle “Birşey olmaz” dedi.

Uzatmadım, yolu incelemeye başladım.

Haklıydı galiba.

Yollar mükemmel, çizgiler tamam, işaretler yerli yerindeydi, herşey o kadar detaylı planlanmıştı ki, adeta bir bilgisayar oyununun içindeydik. Orta veya sol şeritte otobüs, kamyon yoktu hiç, hepsi sağdan gidiyorlardı. Şerit değiştirirken insanlar sinyal veriyor, yan yollardan “lap” diye önümüze atlayıp, yüreğimizi ağzımıza getirmiyorlardı. Kimse kimsenin “bagajına girmiyor”, kimse kimseye “makas atmıyor”du. Bir iki noktada yol inşaatı vardı mesela, kilometrelerce önceden uyarılar başladı, yolun daraldığı noktada mecburen yavaşladık, bir Allahın kulu dahi emniyet şeridine gireyim demedi. Yolun iki yanındaki uçsuz bucaksız orman manzarası da değişmediğinden, insanın ayağı gazdayken uyuyakalması haricinde endişe edilecek bir durum yoktu gerçekten.

Göz ucuyla kocama baktım, cin gibiydi. Asıl ben mayışmıştım biraz. Hareket olsun diye camı açıp kapadım, ayakkabılarımın bağcıklarını çözüp, yeniden bağladım. Aceleyle yola çıkarken dinleyecek başka birşey almayı unuttuğumuz için teypte ikinci turunu atmaya başlayan The Doors kasedini pencereden fırlatmak istedim, fakat otobanda çöp görmeye alışık olmayan bir Alman sürücünün aniden frene basıp, zincirleme kazaya sebep olması ihtimalini düşünerek vazgeçtim. Teybi kapatmak yeterli olacaktı sanırım.

Neyse, kısa bir süre sonra Leipzig/Halle Havaalanını ve Leipzig Fuar binalarını geçerek şehre ulaştık. Aradığımız adresi kolayca bulduk. Arkadaşlarımız evdeydi, bir süre muhabbet ettikten sonra, yemeğe geç kalmayacağımıza söz vererek, yürüyüşe çıktık.

Yola çıkmadan önce Leipzig ile ilgili araştırma yapmadığımı utanarak itiraf etmek istiyorum. Her nedense endüstri grisi, küçük, sıradan bir şehir canlandırmıştım gözümde. Çok şaşırdım.

Evden şehir merkezine kadar olan kısacık yürüme mesafesi içinde, mükemmel restore edilmiş binalar, haşmetli kiliseler, geniş caddeler, yemyeşil parklar gördük. Alışveriş merkezleri, pasajlar, lokantalar tıklım tıklım doluydu. İnsanlar, Berlin’dekilerin aksine, bakımlı ve iyi giyimliydiler. Dükkanların vitrinlerinde sergilenen ürünlerin çoğu üst gelir düzeyine hitap ediyordu zaten. Buna rağmen lokantalarda ve kafelerdeki fiyatlar, Berlin’in turistik bölgelerindeki fiyatlarla kıyaslandığında, şaşırtıcı bir biçimde daha ucuzdu. Genç nüfusun yoğunluğu dikkatimi çekti, kocama sorduğumda “Üniversite” dedi, “Dünyanın neresine gidersen git, Leipzig’de okuduğunu söyleyen birileri çıkar karşına”.

Bir yerlerden müzik sesi geliyordu, kalabalıkla beraber o yöne doğru ilerlediğimizde, kendimizi Eski Belediye Binası’nın hemen önünde bir panayırda bulduk. Tezgâhlar arasında şöyle bir dolaştık, üstü şeker kaplı kavrulmuş bademlerden aldık. Dolgularımı kırmamaya dikkat ederek, bademleri üçer beşer mideye indirirken, durduğum noktadan Eski Belediye Binası’nı hayran hayran seyrettim. Mimariden anladığımdan falan değil, öylesine. Daha sonra bu güzel binanın tam 9 ay gibi rekor bir sürede inşa edildiğini öğrenince, şaka yapıyorlar zannettim. Yapmıyorlardı.

Biraz daha dolaşıp, hava iyice kararınca eve döndük. Yemek yedik, birşeyler içtik, gece bebek ağlamasıyla uyanacağımızı düşündüğümüzden, çok geç olmadan yattık.

Sabah uyandığımda hava aydınlık, ortalık sessizdi. “Bebek ağladı mı dün gece?” diye sordum yanımda gerinen kocama, gözlerini kırpıştırarak “Ağlamadı galiba” dedi. “Ağlasa duyardık”. Haklıydı, giyinip dışarı çıktığımızda veledi salondaki beşiğinde sabah cimnastiği yaparken bulduk. Üzerine eğilip, “Vay, hep böyle uslu musun sen bakayım?” dedim, o da yandan yandan gülerek “Gı” dedi bana.

Kahvaltıdan sonra Leipzig Merkez Tren İstasyonu’na gittik. Burası Avrupa’nın en büyük başlangıç/bitiş istasyonlarından biriymiş, Sirkeci ya da Haydarpaşa gibi. Bina çok güzel restore edilmiş ve birkaç sene önce bazı kısımları devasa bir alışveriş merkezine dönüştürülmüş. Dolaşırken bir mağazaya girdik mesela, inanın bir balo salonu kadar ihtişamlıydı. Ağzımız açık tavan işlemelerini seyrede seyrede yürürken, peronun bir ucunda eski lokomotifler çarptı gözümüze, hemen yanlarına koştuk. 20. yüzyılın başlarından, ya da eski Doğu Almanya zamanlarından kalma, kimi buharlı, kimi elektrikli, kimi kara, kimi mor, değişik lokomotifler. Hepsini tek tek inceledik, önlerinde sırayla fotoğraf çektik.

Dışarı çıkıp, yürümeye başladık. Almanya’nın ikinci en eski operası olan Leipzig Operası’nın önünden geçip, ünlü Gewandhaus konser salonuna vardık. Onun hemen yanıbaşında bulunan milyon katlı kapkara binanın üniversite binası olduğunu öğrenince şaşırdım. “En çirkin bina yarışması mı yaptılar bunu buraya dikmeden önce?” diye sordum kocama, “Buradan bakınca görünmüyor ama açık bir kitaba benziyor olması gerek” diye cevap verdi. “Bence mezar taşına daha çok benziyor” dedim ve arkamı dönüp hızlı adımlarla binadan uzaklaştım.

Klasik müzikle hiç ilgisi olmayanların bile öyle ya da böyle tanıdığı Johann Sebastian Bach, Leipzig’de yaşamış, şehrin müzik yönetmenliğini ve Thomas Kilisesi Erkekler Korosu’nun şefliğini yapmış. 1750’de öldüğünde, Johannis Kilisesi’nin mezarlığına defnedilmiş, ancak 2. Dünya Savaşı sırasında kilise çok hasar gördüğünden, naaşı 1949’da Thomas Kilisesi’ne taşınmış. Thomas Kilisesi de, iki Almanya’nın birleşmesinin ardından çok kapsamlı bir restorasyondan geçmiş ve 2000 senesindeki Bach Yılı kutlamalarına yetiştirilmiş. Girişte hemen sağda çeşitli enstrümanların ve el yazmalarının sergilendiği küçük bir bölüm var, taban döşemeleri fena halde gıcırdadığından, parmak ucunda ağır ağır gezmek zorunda kaldık. Ana salona geçtiğimizde, ona ayrılmış köşedeki sade mezarını gördük. Bronz bir kapak üzerinde “Johann Sebastian Bach” yazıyordu.

Bir diğer Johann, Johann Wolfgang Goethe ise 1765’ten 1768’e kadar Leipzig’de okumuş. Ünlü “Faust”unda da yer verdiği “Auerbach Mahzeni”, bugün de aynı yerde, bir pasajın alt katında, lüks bir lokanta. Hikâyeye göre, simyacı doktor Johann Georg Faust, bir gün Auerbach Mahzeninden sokağa bir şarap fıçısına binerek çıkmış, böyle birşey de ancak Şeytan’ın işi olabileceğinden Goethe’ye ilham vermiş. Pasaja girer girmez, her iki taraftan aşağıya uzanan merdivenlerin başında bulunan, Faust’tan sahnelerin canlandırıldığı heykeller dikkatimizi çekti. Etrafımız turist kaynıyordu. Mekanın, dünyanın en çok tanınan beşinci lokantası olduğunu öğrenince hiç şaşırmadım. Nedense fazla kasvetli geldi bana, tıklım tıklım da doluydu zaten. Tekrar dışarı, temiz havaya çıkınca ikimiz birden aynı anda “Oh” dedik.

Sırada “Völkerschlachtdenkmal” vardı. Bazı kaynaklarda “Uluslar Savaşı” olarak da adlandırılan, Napoleon Savaşlarının sonuncusu ve en kanlısında ölen yaklaşık 120.000 askerin anısına inşa edilmiş bu yapıya kadar yürüyecek halimiz kalmamıştı. Arabayla gitmeye karar verdik. Eve doğru yürürken, yolumuzun üzerindeki bir kafede öğlen yemeği yedik, elimizdeki kitapları, broşürleri inceledik.

Anıtın hemen girişindeki park yerinde arabayı bırakıp, yürümeye başladığımızda, önce açık alanda yapının büyüklüğünü kavrayamadım. Yaklaştıkça, merdivenlerden girişe doğru tırmanan minik böceklere benzeyen insanları farkettim. 91 metrelik devasa cüssesiyle, tüm Avrupa’nın en yüksek anıtı karşımda duruyordu. Hemen önünde yapma bir gölcük, sağ tarafta müze, sol tarafta da bilet gişesi vardı. Biletlerimizle beraber, “Sesli Rehber”lerden de bir tane aldık. Çok kullanışlı aletler bunlar. Bulunduğunuz odanın, ya da sergilenen nesnenin üzerindeki plakada bulunan numarayı tuşladığınızda, ilgili açıklamaları kulaklıkla dinliyorsunuz. Tamamen size özel. Bugüne kadar gittiğim bütün müzelerde vardı bu hizmet, ancak Berlin’deki Pergamon (Bergama) Müzesi haricinde Türkçe olanına rastlamadım. Türkler müze gezmez diye değil canım, nasıl olsa hepsi şakır şakır Almanca konuşuyor diye. Aman, ne fesatsınız yani...

Dış merdivenleri tırmanıp, kendimizi kocaman bir salonda bulduk. Ortada bir çember, çemberden aşağı baktığımızda da, ölen askerlerin mezarlarını temsilen ortaya bırakılmış bir çiçek ve mezarı “bekleyen” heykeller gördük. Bulunduğumuz seviyede, salonun dört ayrı köşesinde, 9,5 metrelik yükseklikleriyle dört ayrı heykel daha vardı, bunlar Alman ulusunun üstün özelliklerini simgeliyormuş. Bilgilendirme metinlerinde, anıtın Naziler tarafından propaganda malzemesi olarak kullanıldığını okuyunca, şaşırmadım. Boyutlar gerçekten çok abartılıydı.

Kulenin belli bir seviyesine kadar asansörle çıkılabiliyordu, biz de öyle yaptık. Daracık balkonda ilerlemeye çalışan herkes gibi biz de “Hop, gelen var” diye birbirimizi uyarıp, kâh yol vererek, kâh yol verenlere teşekkür ederek, kulenin etrafında iki tur döndük. “Tepeye kadar çıkabiliriz istersen” dedi normalde yüksekten korkan kocam, “Yallah” dedim, içeri girip, daracık basamakları tırmanmaya başladık. Dön baba dönelim, çık çık bitmedi o basamaklar. Bir süre sonra nefes nefese kaldık. Bu arada benim de kapalı yerde kalma korkum depreşti. “Salağız biz” dedim kocama, “Bir de bunun inişi var”. İki titrek bir kuleye ne de güzel yaraşmıştık.

Neyse sonunda tepeye ulaştık, kenarlar yüksekti, ben bir basamağa tırmandım, kocam platformda durmayı tercih etti. Manzara nefisti. Tüm şehir, hatta çok uzaklardaki yerleşim birimleri ayaklar altındaydı. Sesli Rehber’im, Leipzig’in bütün önemli binalarını tek tek tarif etti. Yağmur çiselemeye başlayınca yeniden basamaklara yöneldik, aşağı iniş, yukarı çıkıştan da kötüydü. Basamaklar dar olduğundan bastığımız yere dikkat etmek zorundaydık, sıkıntıma bir de baş dönmesi eklenmişti. Asansöre ulaşıp, girişe indiğimizde, halimizi gören yaşlıca, sevimli bir görevli, “Yılbaşına kadar birşeyciğiniz kalmaz” diye takıldı bize.

Yağmur şiddetini artırmış, saat de ilerlemişti, daha fazla dolaşmak istemedik. Eve döndük, biraz dinlendik, akşam yemeği yedik. Babası bebeği uyuttuktan sonra, gecenin geri kalanında iskambil oynadık. Pişti haricinde iskambil oyunu bilmezdim, el birliğiyle öğrettiler. Gecenin sonunda en yüksek puanı ben almıştım. Oyunun amacı en az puanla bitirmekti tabii. “Bir dahaki sefere duman edeceğim hepinizi” dedim yatarken.

Ertesi sabah için planımız erkenden yola çıkarak, Dresden’e de uğramaktı, ancak bir gün önce başlayan yağmur, gece boyu hiç durmadı. Kalktığımızda da bardaktan boşanırcasına yağmaya devam ediyordu. Kaybedecek birşeyimiz yoktu, şansımızı denemeye karar verdik. Arkadaşlarımızla vedalaşıp, yola çıktık. Otobanda göz gözü görmüyordu, mecburen yavaş gittiğimizden, Dresden’e ulaşmamız tahminimizden daha uzun zaman aldı. Yağmur altında şehri şöyle bir turlamaya çalıştık, olmuyordu. Kafamızı kaldırıp da birşey gördüğümüz yoktu çünkü. En sonunda yağmurdan kaçmak için önümüze gelen ilk lokantaya girdik. Şansımız hiç olmazsa burada yaver gitti, yemekler nefisti. Nasıl olsa tekrar geleceğimizi düşünerek, daha fazla üstelemedik. Eve döndük. Berlin’e bir damla bile yağmur yağmamıştı.

Akşam, televizyonun karşısında iki seksen yatarken yorgun ama mutluydum. Kocama “Dresden’den sonra nereye gidelim?” diye sorduğumda, “Sen seç” cevabını aldım.

Atlasım neredeydi benim?

 
Toplam blog
: 81
: 1521
Kayıt tarihi
: 04.07.06
 
 

Kişinin kendini anlatması zor. Her şeyden birazım, her şeyim yarım.   ..