Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Ağustos '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Letonya'ya yolculuk -4-

02 Nisan 2009 günü hazırlıklarımızı yapıyoruz. Biletlerimiz hazırlanmış, önce İzmir ve daha sonra İstanbul’dan uçakla gitmemiz gerekir. Kişi başına 15 kiloyu geçmemek koşulu var. Hazırlıklarımızı ona göre yapıyoruz. Eşimle birlikte gidiyoruz. Riga’da özel bir şirkette çalışan görevli oğlum ve gelinimin davetleri üzerine gidiyoruz; elbette torunlarımızı da göreceğiz. Can tatlısı iki tonunumuz var. Biri erkek, biri de kız Torun sevgisi, Allah vergisi, hiçbir şeye değişmez. Onları görmeye gidiyoruz. Eşe, dosta elveda dedik. Ne olur, ne olmaz.. Yolculuk esnasında bizi arayıp soranlara buradan teşekkürlerimizi ve selamlarımızı sunuyoruz.

3 Nisan 2009 akşamı Söke’den ayrılıyoruz. Söke Ovası geride kalıyor. Özel arabamızla gece saat 01, 30’dan sonra yoldayız. Çünkü sabah erken İzmir Adnan Menderes Hava limanında hazır bulunmamız gerekir. Gerçi biraz erken kalktık. Ne olur, ne olmaz, erken yola çıkalım dedik. Hiç bir yerde tokezlemeden saat 15.45 sularında İzmir Adnan Menderes Hava Alanı’na vardık. Yolda güzelim yol arkadaşımız emektarım Şahini üzmeyelim diye yavaş yavaş gidiyoruz. Bizi üzmeden hedefe vardık. Bizim gibi birkaç yolcu daha vardı. Sabah’ın ilk ışıklarıyla bilet, pasaport işlemlerimizi yaptırdık. Eşyalarımızın, çantalarımızın ve bavullarımızın sıkı bir şekilde kontrolü yapıldı. Cep telefonlarımızı, belimizdeki kemerleri, kolumuzdaki bilezik ve saatleri bile çıkarıp kontrolden geçtik. Çünkü sıkı bir denetim vardı. Zaten uçak biletlerimiz daha önceden ayarlanmıştı. O anda yurtdışına uyuşturucu kaçıranları ve ellerindeki silahlarla uçakları nasıl kaçırdıklarını düşündüm, bunca sıkı aramalardan sonra, hayret ettim doğrusu. Hatta bazılarının bot, çizme gibi ayakkabı olanları da kontrol ediyorlardı. Tüm bunlar bilgisayar ortamında yapılıyordu. Çantalarımızda, bavullarımızda ne var, ne yok aynen televizyon ekranında görüntü altına alınıyordu. Tek kelime ile sıkı bir kontrol ve denetim vardı.

PEGASUS şirketine bağlı bir yolcu uçağı ile yola çıkıyoruz. Hareket saatimiz 070.5.tir.İki saat önce bizim Adnan Menderes Hava Limanında yani salonda bulunmamız lazımdı. Bizde ona göre tedbirlerimizi aldık. İşlemler zamanında yapıldı. Uçakta yerlerimizi aldık. Ve saat tam 07.05’te havalandık. Uçak İstanbul’a gidiyor. Rahat ve heyecanlı bir şekilde havalandık. Yavaş yavaş yükseliyor, Yarım saat sonra, pilotumuz kısa bir konuşmadan sonra “sayın yolcular, 7 bin 300 metre havadayız. İnşallah sağlıklı ve zamanında istanbul’a varacağız” dedi. Uçakta üç güzel hostes vardı.

Ceylan gibi genç kızlar, hostesler, belleri ince, yüzleri güleç ve tatlı bir tebessümle bizlere hizmet vermeye çalışıyorlar. Ayrıca hem Türkçe ve hem de İngilizce meydana gelebilecek bir uçak kazası hakkında bizlere hareketli olarak bilgi veriyorlardı. Allah korusun bir kaza olursa bunları kim düşünür diye düşünüyorum. Bu yolculukta heyecan ve hüzün dorukta. Ölüm bizlere her dakika daha yakın görünüyor. İçimizde bildiğimiz duaları okuyoruz. Saat 08.15 civarında İstanbul Atatürk Hava limanındayız. İnişimiz kalkışımız gibi rahat ve heyecanlı oldu.. Yolculuğumuz tam 58 dakika sürdü. İstanbul Atatürk Hava Limanı kalabalık, ana baba günü, bagajlardaki bavullarımızı almak için sıra bekliyoruz..

PEGASUS MAGAZİNE

Uçağımıza binerken hostesler bizlere gazete ve dergiler verip dağıttılar. Elime bu şirkete ait daha çok magazin içerikli PEGASUS Dergisi geçti, Nisan 2009 tarihli, daha çok bu şirketle ilgili magazin yüklü tanıtıcı reklamlar vardı. Ancak en çok dikkaktimizi neler çekti biliyor musunuz? Söylersem sizin de dikkatinizi çeker diye düşünüyorum. Dergide koca koca bir yazı ve ilgi çekici resimlerle MARDİN’i tanıtıcı yazılar ve resimler yer aliyor. Bu nasıl bir rastlantı, hayret ettim doğrusu. Mardin ilimizin tarihi dokusunu canlı bir şekilde ortaya koyuyor. Ne güzel bir rastlantı değil mi? Bu dergiden iki tane daha aldım. Yazı hem Türkçe ve hem de İngilizce yazılmış. Yazının başlığı aynen şöyledir: “Gecesi gerdanlık, gündüzü seyranlık” diye. Ve şu cümleği okuyoruz: daracık sokaklarında çan ve ezan sesleri birbirine karışırken, taşın sertliğini şefkatli dokunuşuyla yumuşatarak bir Güneydoğu masalına dönüştüren şehrindeyiz, Mardin’de. Bu satırları Pegasus’un yazarlarından Birgül Kopuz’un bir gezi yazısından alıntı yaparak sizlere sunuyorum

“ Taşların bir dili olsaydı eğer, Mardin’i en güzel onlar anlatırdı. Bu tarihi şehirde kapıları, duvarları değişik motiflerle süslü güzelim taş evlerin önünden geçerken, her birinin hikâyesini öyle merak ediyorsunuz ki! Bazı binaların dış cepheleri kitabeler, çeşitli desenler ve süslemelerle bezenmiş. Evler birbirine daracık sokaklarla, merdivenlerle ve yöre halkının “ abbara” dediği karanlık geçitlerle bağlanıyor. Her evin çatısı, bir yukarıdaki eve teras olmuş. Mardin, Mezopotamya’yı (Yeşil Ova)’yı seyrederken, sizde karşısına geçip Mardin’i seyrediyorsunuz. “ diyor.

Yazar Birgül Kopuz, Mardin’in tarihi, turistik yerlerini, mahalli yemeklerini, geleneklerini, göreneklerini, tarihi ve coğrafi dokusunu ” kimler geldi, kimler geçti? “ bölümünde ise: Bu şehirde Süryaniler, müslümanlar, Yezidiler, Yahudiler, Araplar, Ermeniler gibi birçok farklı din, etnik kökeniyle beslenen Mardin, belki de bu yüzden böylesine görkemli, canlı olduğunu devam etmiştir.”

Ben bunları okurken, uçağımız dağları, tepeleri, şehirleri çok yükseklerden aşıp, geçererek İstanbul’a yaklaşıyordu. Uçakta uyuyanlar, dergi, kitap okuyanlar da vardı. Arada, sırada uçağın küçük penceresinden yeryüzünü seyre dalıp, bulutların bembeyaz birer kar parçası gibi görüyorduk. Bulutların üzerinden koca bir tanker geçmiş gibi yol yol yarıklarla görünüyordu. Bulutların böylesine görkemli bir görünüşünü ilk defa görüyordum. Gerçekten güzel ve harika bir manzara idi. Nihayet 58 dakika sonra sağlıkla İstanbul Atatürk Hava Limanı’na vardık. Rahat bir inişle nefes aldık.

Dil bilmemenin ne denli zor olduğunu bir kez daha anladık. İçimden “ammada cahilmişiz” dedim. Bir daha dünyaya gelirsem, İngilizceyi mutlaka öğreneceğim. Genç kuşaklara İngilizceyi, Almancayı öğrenmelerini özelikle tavsiye ediyorum, Ayrıca hali, vakti yerinde olan ailelerimizin çocuklarına mutlaka İngilizce’yi öğretsinler. Özel dershanelere mutlaka çocuklarını göndersinler diyorum. Yurtdışına çıkarken ben bu zorlukları yaşadım. İtiraf ediyorum ki, bizler çok cahil kalmışız.

Oğlum Mustafa’nın arkadaşlarından öğretmen Ali Kuşçu, .bizi telefonla arıyor.” Kadir amca sizler şimdi nerdesiniz? Sizi gelip alacağım” diyordu. İstanbul Atatürk Hava limanı çok kalabalık, anacık, bacık günü. Uçağın biri iniyor, ikisi aralıklarla kalkıyor. Dünyayının her yönüne giden uçaklar, insanlar vardır. O an da ben de mihmandarımız Ali Kuşçu’ ya telefonla cevap veriyorum: “biz şu anda Atatürk Hava Limanı’nın İç Hatlarının giriş bölümünde danışmaya yakın bir yerdeğiz” diye yanıt veriyorum.”Tamam kadir amca, oradan sakın ayrılmayın” diyor..Mihmandarımızı heyecanla bekliyoruz..

Ancak birbirimizi tanımıyoruz.”^Kadir amca salona girdiğimde bir daha telefonla arayıp, ” 3 Nisan 2009 diyeceğim, bu bir paroladır, sen de o zaman ayağa kalk” dedi. Nihat biraz sonra tekrar telefon çaldı. 3 Nisan 2009 deyince bende ayağa kaltım. Bu şekilde öğretmen Ali Beyle ancak görüşebildik, kucaklaştık. Ali Bey, genç bir öğretmendi. İstanbul’da görevli idi. Ayrıca çalıştığı özel bir ofisi vardı. Hava da ayaz ve soğuktu. Çantalarımızı, bavullarımızı aldı, bizi özel arabasına kadar götürdü. Lüks son model bir arabası vardı. “Bizi eve filan götürme, kimseyi çoluk, çocuğu rahatsız etmeyelim” dedim. “ Kadir amca, merak etme, siz benim konuğumsunuz, sizi eve filan götürmeyeceğim, şurda hava alanına yakın bir yerde çalışma ofisimiz var. Sizi oraya götürüyorum. “ dedi. Gerçekten on onbeş, dakika sonra yakın bir yerde indik.

Bizi dört katlı bir binanın önünde bıraktı, arabasını uygun bir yerde park etti. Binanın ikinci katına çıktık..Yerimizi gösterirken, “hocam bu sizin özel odanız, burada istirahat ediniz, şu zile basınız personelimiz gelip sizlere çay, kahve ihram edecekler, ayrıca yemek yemeden sizleri göndermem” dedi ve ayrıldı, gitti.Böyle yerlerde İnsanın ya parası, ya da candan iyi bir dostu olmalı veya bir yakını olacak böyle bir yerde.Hele bu devirde .Ama çoğu yerde para da hiç bir işe yaramıyor. Sizi candan seven vefalı bir dostunuz olmalı. İşte karşımıza böyle bir vefalı insan çıkmıştı. Özel odamızda iki saat istirahat ettik, Saat öyleye doğru geliyordu. Cuma’ya yetişmek kısmet olmadı. Sultan Ahmet’te bulunmayı çok isterdim. Yetişemedik; çünkü uçağımız İstanbul’dan Riga’ya saat 15.00’te kalkacaktı.

Bizim ise iki saat önce hazır bulunmamız gerekirdi..Öyle yemeğini kaldığımız ofiste yedik, çaylarımızı içtikten sonra mihmandarımız öğretmen Ali Bey yanımıza geldi, ” hocam hazır mısınız “ biz de hazırız” dedik. Tekrar özel arabasıyla Atatürk Hava Limanı’na vardık. Tekrar pasaport, bilet ve bavullarımızın sıkı bir kontrolu yapıldı. Buradaki kontrol daha da sıkı idi. Uçağımızın kalkacağı 211 nolu salonunda uçağımızın kalkış saatini bekledik.. Ali Beyle vedalaştık, Riga’ya gidecek birkaç yolcu ile el hareketleriyle daha doğrusu vücut diliyle tanıştık. Son kitaplarımdan( Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı- 4.baskı- Aydın–2008) imzalı olarak armağan ettim. Saat 12.45.’te yerlerimize yerleştik. Bilet numaramız 21E idi. Eşim pencereye yakın kolktukta oturdu. Yine kemerlerimizi bağladık. Sol yanımdaki koltuk boş kaldı. Diğer uçakta olduğu gibi yine üç hostes bizleri karşıladı. İçlerinde ikisi el, kol hareketleriyle bizlere İngilizce, Rusça açıklamada bulundular. Tövbeler olsun tek kelime anlamadım. Tek anladığım şey uçak bir kaza yaparsa alt koltuğumuzda bulunan hava yastığı ( can yelekleri) “boynunuza asın ve tehlike anında şişirin” diye anladım. Başka bir şey de anlamadım desem en doğrusudur.

Yurtdışına çıkarken en zor olanı dildir. “Bir lisan bir insan, iki lisan iki insan demektir” derdi büyüklerimiz. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Gençlere tavsiyem mutlaka bir yabancı dili özellikle İngilizce veya Almancayı bilmelerini sağlık veririm. Gerçi ben de Türkçe, Fransızca ve hatta Arapçayı iyi biliyorum. Fakat bunlar pek işe yaramadı. İkinci kezdir yurt dışına gitmek nasip oluyor. Birkaç yıl önce ( 2006) tarihinde yine Nisan ayı içinde İngiltere’ye, Londra’ya gitmek nasip olmuştu. Artık pasaport hazırlamanın, uçağa binmenin yo, yordam konusunda pek yabancı değildim. Lakin ne İngilizce, ne de Rusça veya Letoncayı bilmiyorum. Bu yaştan sonra kurslara gitmekte artık zordur. Gerçi okumanın yaşı yoktur diyorlar, Artık bu da geçti bizden diyorum.

Uçağımız İstanbul Atatürk Hava Limanı’ndan havalandı, İstanbul üzerinden Bulgaristan, Beyaz Rusya, Polonya, Macaristan, Litvanya derken Letonya’nın başkenti Riga’ya iniyoruz. Riga’nın hava limanı da oldukça kalaballık. Saate bakıyorum. Saat tam 16.10 civarında. Demek ki yolculuğumuz üç saat sürmüş. Çantalarımızı, bavullarımızı alırken yine pasaport ve kimlik yoklaması yapıldı, . Herkes gitti eşimle yalnız kaldık. Görevli memur kimlik ve pasaport konrolunu yaptıktan sonra bizi el hakeretleriyle bir başka görevli bayanın yanına gönderdiler. İnce zarif bir bayanla karşılaştık. Bu bayanın yüzü hiç gülmüyordu. Kimliklerimizi, pasaporlarımızı verdik. “Kimin yanında kalacaksınız” şeklinde Letonca bir şeyler söyledi. Elimde oğlumun kaldığı cadde, mahalle, sk, apartman ve işyerinin açık adresi vardı. Bilgisayardan kontrol etti. En sonunda el hareketleriyle gidebilirsiniz”dedi. Bir oh çekerek dışarıya çıktım. Dışarıda oğlum Mustafa ve gelinim, torunlarım bizleri bekliyorlardı. Bizi alıp özel arabalarıyla evlerine gittik. Hasretle, özlemle kucaklaştık. Sadece dil, lisan konusunda zorluk çektik, menzile rahat vardık... Uçak yolculuğumuz biraz heyecanlı olsa da iyi geçti.

Riga dümdüz bir ovada kurulmuş, tıpkı bizim Söke Ovası gibi. Ama Söke’nin beş katı kadar vardır. Tümü ile yemyeşil bir şehir. Alabildiğine çamlarla kaplı bir kent..Görülmeye değer bir modern şehir...

Ben bu satırları Letonya Riga’dan yazıyorum. Türkçe bilen oğlum ve çocuklarından başka tek Allah’ın kulu yok. Koca şehirde Riga’da gezerken kendimi yalnız hissediyorum. Dil bilmemenin şimdi ne denli zor olduğunu daha iyi anlıyorum. İnsan gerçekten kendini cahil görüyor, altı, yedi yaşlarında torunlarım var, onlar bana rehbetlik ediyorlar. Üç dil biliyorlar. Türkçe, İngilizce ve Rusça, Şimdi de Letonca’yı öğreniyorlar. Çocukların maşallah’ı var. İkisi de bilgisayar dostu. Akşamları ben onlara Türkçe ile matematik derslerini öğretiyorum, onlar da bana gündüzleri Riga’yi gezdiriyorlar, rehberlik yapıyorlar. Onlar torun ben dede. Daha doğrusu bana tercümanlık, mihmandarlık yapıyorlar.Zamanın çocukları çok zeki.

Abdülkadir Güler

 
Toplam blog
: 2227
: 832
Kayıt tarihi
: 27.06.09
 
 

1946 Mardin ili, Kızıltepe ilçesi'nin Esenli köyünde doğmuştur. İlk ve ortaokulu Kızıltepe'de bit..