Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Ocak '07

 
Kategori
İş Yaşamı - Kariyer
 

Limon ağacı hikayesi

Limon ağacı hikayesi
 

“Hep aynı şeyleri mi anlatıyorum artık?” diye sordum. Bunca zamandır tanıyorsun beni ve ben saatlerdir anlatıyorum sana. Peki, hep aynı şeyleri mi anlatıyorum? Nefret ediyorum biliyor musun böyle memnuniyetsiz insanlar gibi hep aynı şeylerden, işten güçten mızıldanmaktan. Ama nereye gitsem aynı hikâyeler takip ediyor sanki beni, aynı şeyler, aynı insanlar karşıma çıkıyor. “Bu dünyada bir tek kendinin yaşadığını hissediyorsun da ondan” dedi. Aynı adaletsizliklere seninle beraber kaç kişi maruz kalıyor, aynı anda kaç ruh daha acı çekiyor haberin var mı? Bir sürü insan var hayatta, iyisinden ve kötüsünden. Kötü olanları bir yerde bırakıp gittiğinde, peşinden gelmeyeceklerini, kendini onlardan kurtardığını, gittiğin yerde öylesine rastlamayacağını sanıyorsun, çocuk musun sen? Dedi.

Bilmiyorum dedim. Eskiden bu kadar çabuk kanamazdım ben. “İş hayatının dikenli yollarında güvenle ilerleyebilmek için” çok çalıştım. Önceden bir şeyler öğrenmek, maça hazırlıksız çıkmamak için. Bak mesela eski eşyalarımı karıştırdım geçen gün: kariyer dergilerim, hiç birini atmamışım. Vakti zamanında 3 milyon beş yüz bin Türk Lirası para vermişim her birine. Helal olsun ama etkili mülakat teknikleri, iş hayatında etkin iletişim teknikleri, bunları hep oralardan öğrendim ben. Yaş? 20–21 falan. Kolumun altında bu dergilerle okula gidince eşe dosta arkadaşlara malzeme oluyordum biraz ama o zaman başkaydı her şey. Orkid eğer “çocuk da yaparım kariyer de” cıngılını o vakitler çıkarmış olsaydı dilime pelesenk ederdim bir ihtimal.

Sonra? Sonra işler değişti. Benim yaşımda insanların bile anlatacak hikâyeleri oldu. Annem, “18 yaşında Petrol Ofisinde ilk işe başladığımda 480 lira maaşım vardı hiç unutmam” diye lafa başlardı sık sık. Nasıldı ki 480 lira ne alınıyordu yani 480 liraya. Yüzlükler binliklere, binlikler milyonlara devrilirken ufaktan büyüyorduk biz de ve aklımız ermeye başladıkça yavaş yavaş, biz de kendi hikâyelerimizi anlatmaya başlıyorduk. Benim hikâyelerimden en mühim olanı, öğretmeninden dayak yemiş ilkokul çocuğu edası ile burnunu çeke çeke, milli güvenlik kurulu toplantısından, basının karşısına çıkıp, cumhurbaşkanının içeride kafasına anayasa fırlattığını açıklayan 70 kusur yaşındaki başbakanın görüntüsü ve hemen akabinde milyonlara vuran dolar kuru ile alakalı olanı oldu.

2000 yılındaki üniversite mezuniyetimi takiben patlak veren bu kriz 1.5 sene işsiz bıraktı beni: 21 yaşındaydım, neden olduğunu bilmediğim bir biçimde “üniversite eğitiminin aslında hayata dair bir b.k öğretmediğine, maçın kendisinin, bizim öğrenci kartını gösterip girdiğimiz duvarların dışında bir yerlerde oynandığına, işte bu maçta galip gelen taraf olabilmek için hayatın kendisine onun içerisinde hazırlanılması gerektiğine ve bu hazırlığın da iki saatlik makro iktisat derslerinde şarap-kumaş teoremi kullanılarak serbest piyasa ekonomisinde dış ticaret dengesi kurarak becerilemeyeceğine” inanmış, yaşıtlarım okul hayatını kampüs kantinine dadanmış geyik sürüleri halinde geçirirken ben kendimi hazırlamak için yarı zamanlı işler, okul sonrası koltuk altında tuğla gibi kitaplar ve pörtlek gözlerle sürüklenilen yabancı dil kursları, bahsi geçen abidik gubidik dergilere dökülen paralar gibi bir dolu anlamsız şey yapmıştım.

Kariyer planları, Türkçe cv’ler, İngilizce cv’ler, en afilisinden referans mektupları, sertifikalar… Hepsi tas tamam hazırdı ve ben başım yukarda hani elime çekiçle çivi verseler roket yapıp fezaya açılacak kudrette hissederekten kendimi hakemin maçı başlatacak düdüğü çalmasını bekliyordum. Dedim ya 21 yaşındaydım sadece.

Bu ülkenin insana kazandırdığı şeylerden bir tanesi çabucak büyüme yetisidir. Dünyanın başka coğrafyalarındaki insanlara göz açıp kapamak gibi gelen zamanlarda yüz binlerin kaderi başka yönlere akmaya başlar bu ülkede. Seçimler olur, iktidarlar değişir, kelleler uçar, kaleler düşer, dolar yükselir, bankalar batar, insanlar ölür, yaşamlar söner, hayat insanları ve hikâyelerini eskitir. Sonra yaşı kaç olursa olsun herkesin anlatacak hikâyeleri olur, nereden estiği bilinmez bir rüzgârın kendi hayatını nerelere savurduğuna dair.

Benim de başkalarının acıklı gözlerle dinledikleri hikâyelerim oldu. Kimilerini ben abarttım biraz daha acıklı olsunlar diye. Acıma şeklinde de olsa ilgi çekmek iyidir neticede bütünü ile unutulup gitmekten iyidir. “Nesrin hanım’ın büyük kızı, okulu bitirmiş, bir senedir evdeymiş. Yazık, iyi de okuduydu o kız, üç tane mi ne lisan biliyor, tüh tüh tüh, vah vah vah” Filancanın bilmem nerede çalışan tanıdığına vermek için hazırlanan cv. Ler, büyük şirketlerin iş ilanlarının yayınlanması ile başlanan torpil arayışları, sözlü sınava çekilen ilkokul öğrencisi edası ile girilen mülakatlar, “biz sizi ararız” lar, “başvurunuzu değerlendiriyoruz” lar “ özgeçmişinizi veri tabanımıza aldık, uygun bir pozisyon açılması halinde…” diye başlayan kibar ret mektupları, her biri bir diğerinin aynı, bir süre sonra sabahında neden uyandığını bile hatırlayamadığın günler.

İşsiz kalan her insan evladının varlık sebebini sorgulaması alışıldık bir durum olmasa gerek, çalışmak, yaşamımızın bir parçası neticede ve bu parçada da bir bozukluk, arıza ne biliyim temassızlık olması ihtimali her zaman mevcut. Çalışan anne baba çocuğu olmak bu algıyı yakalamak konusunda problem yaratabiliyor ancak. Yani hayatının büyük çoğunluğunu hele ki devlet kurumunda sabah 8 akşam 5 çalışarak geçirmiş bir anne babanın çocuğuysanız durum illa ki farklı oluyor. Bir şeylerin yolunda gitmediğini daha ilkokulun ilk günü ebeveynleriniz sizi okulun bahçesine atıp mesaiye yetişmek için koşar adım uzaklaştıktan sonra, ilk teneffüs zilinin akabinde diğer anne babaların salya sümük ağlayan çocuklarına tezahürat yaptığını gördüğünüzde anlıyorsunuz. Sonra, mesai çıkışı, çişini bile yapmadan mutfağa girip akşam yemeğini yetiştirmeye çalışan anneniz bir yandan matematik ödevine yardım etmeye çalışırken, babanızın da sakallarının çıkabileceğini ancak yıllık izinlerinde fark ettiğinizde, her şeyin hayatınızın geri kalanında sizin için farklı seyredeceğini büsbütün anlamış oluyorsunuz.

Annemle babam çalıştıkları yerden bahsederken “onca sene ekmeğini yedik” derler hep. Bir devlet kurumu olması nedeni ile ve her ikisi de bu ülkede hiçbir zaman tam manası ile iktidara gelememiş bir siyasi görüşe mensup olmaları sıfatı ile bahsi geçen ekmeği yerken psikolojik olarak epeyce zorlanmışlardır. Hatta hareketli mizacı ile yerinde duramayan bir kadın olan annemin, zeytinyağlı taze fasulye tarifi verirken neşretmiş olduğu el kol hareketleri nedeni ile söz konusu bu tarife uzaktan şahit olan kimselerin iddiaları mukabilinde komünizm propagandası yapmak suçundan başka servise sürülmüşlüğü de vardır. Dedim ya herkese anlatacak bir hikâye yazar bu ülke. Annemin hikâyesinin eğlenceli yanı ise (evet fasulye tarif ederken komünizm propagandası yapmak suçu ile sürülmekten daha eğlenceli olan yanı) bir yıldırma politikası sonucu olarak okuma yazma bile bilmeyen, hatta çoğu Türkçe dahi konuşamayan bir grup tanker şoförünün çalıştığı bölgeye stok şefi olarak atanması ve bendenizin de bu nedenle annemi 8 yaşıma kadar “tankerci” sanmamdı.

Aynı kurumun en alavere – dalavereli yerinde muhasebe müdürü olarak çalışan babamın durumunu özetlemek için annemin kullandığı cümleden iyisini bulmak mümkün değildir. “o zamanlar seninle aynı işi yapanların” der “yarısı usulsüzlükten hapiste, diğer yarısının devlet memuru maaşı ile(!!) kurdukları tır filoları var”

İşte bu ahval ve şerait içerisinde “çalışmak” yaşamın o kadar ayrılmaz bir parçası olarak geliyordu ki bana “çalışamamayı” dahası “çalışmak isteyip çalışamamayı” kendime yediremiyordum.

Yaşam zordu elbet, iş bulmak da öyle. Neticede 70 milyon insandık ve reel işsizlik oranları açıklanın çok üzerindeydi. Evet, öyleydi elbet ancak ben hepsinin üstesinden gelmeliydim. Gösterdiğim bütün çaba bunun içindi. Bunun için okumuş öğrenmiş kendimi “şahane bir insan” “eşine ender rastlanır bir profesyonel” olarak yetiştirmiştim. Yani çocuk yapmaya pek niyetim yoktu ama gerekirse onu da yapardım kariyer de…

Süpermen olmadığımı anlamam vakit aldı haliyle. Ağır ağır ama sindire sindire öğretti bana hayat aslında dünyanın kaç bucak olduğunu.

Sonra bahsi geçen geleneksel krizlerin birkaç on yıl önce meydana gelmiş olanlarında, babadan kalan bahçeleri satıp, parası ile sübvansiyonlu sanayileşme hamlesine katılan, ilk metresi ile ilk manda kasa mersedesi arasındaki bir tarihte vicdan cüzdan muhasebesini karıştırmış, koca koca aynalı binalar yaptırıp, kartvizitlerine Amerikan dilinden devşirme afili sıfatlar yazdırmış ancak hala babasının bahçesinde saati üç otuz paraya ırgat çalıştırır mantığı ile iş yapan kalantor iş adamlarının yanında aldık boyumuzun ölçüsünü.

Hele ben boyumun ölçüsünü öyle güzel, bir tamam almıştım ki, yeniden aynı boşluğa düşmemek için, “ne de olsa ekmeğini yiyorum” mantığı ile elimde, avucumda, aklımda, yüreğimde ne varsa hepsini bedelinin çok altında haraç mezat verdim hep. Çünkü belki de bu hayatta hiçbir işe yaramadığını hissetmenin bedeli daha ağırdı. İlk gençlik yıllarımın işsizlik konulu ağır depresyonunun ağulu uykularından zar zor uyanmıştım zaten, şimdi hayat ne verdiyse, ne kadar verdiyse onlarla ilerlemeye, kanaat getirmeye çalışmak lazımdı.

Sonradan anladım ki, delilik biriktirmek böyle başlıyordu. Sahip olduklarını bedelinin altında vermeye razı olarak ve de bunu alışkanlık haline getirerek. İnsan ruhunda onarılmaz yaralar açıyordu postu ucuza satmak. Çünkü buna bir kere alıştın mı, hayatın tüm alanlarında sanki başka alternatifin yokmuş gibi kendinden vermeye başlıyordun.

Talihsiz çoğunluğun arasından sıyrılıp en azından sabahları uyanmana sebep teşkil edecek bir iş bulmanın sevinci ile nasıl yaşayacağını bile bilmediğin paralara çalışmak, seneler boyu bir annenin gelin olacak kızına işlediği göz nuru çeyizler gibi biriktirdiklerini, ne sana ne varlığına ne yaptığın işe saygısı olmayan adamların ayaklarının dibine sırf onlar biraz daha fazla para kazansın diye dökmek. Bu insanların, kendi hayatlarındaki kim bilir hangi ezilmişliklerin, hangi yoksun kalmışlıkların acısını senin üzerinde ego mastürbasyonu yaparak gidermelerine göz yummak.

Adalete dayanmayan ilişkiler kurmak insan hayatını yıpratıyordu. Sadece “yalnız olmadığını hissetmek” için, az biraz ilgi alaka, göz ucundaki bir güzel bakış karşılığı yüreğini avucuna bıraktığın adamlar, sebebini hatırlamakta güçlük çektiğin arkadaşlıklar sonucu eksiliyor da eksiliyordun.

Ve yine de hep “yek başına” çıkıyordun savaşlarına.

Hayattan, sana ödemesi gerekenlerin hesabını soramamak bir ince hastalıktı.

Sonra, sonra benim hastalıklarım birbirini izledi. Yani sonuçta yetmiş milyon insandık aynı şartlarda yaşayıp aynı yürek burkan haberlerle üzülen, aynı krizlerle işsiz kalan, aynı asgari ücretlerle yaşayamayan, aynı savaşlarda yenilen. Herkesin bir ruhu vardı ve onlar da yaralıydı. Başkaları nasıl iyi olmayı tercih etti bilmiyorum. Ben sadece anladım. Hayatımda yanlış gittiğine inandığım birçok şeyin kendi hatam olduğunu. Karşımda duranlardan, sahip olduklarıma ödemeleri gereken bedeli hiç istememiştim. Üzerime geldiklerinde üzerlerine yürüyüp “üç otuz paraya kapatmaya çalıştığın bu post, hangi yollardan yürüyerek buraya geldi, şu an olduğu şey olabilmek için hangi bedelleri ödedi senin haberin var mı?” diye hesap soramamıştım. Tüm bu yerlerin, insanların bende yarattığı “besleme” lik duygusu, damla damla cinnet biriktirmişti.

Şimdi? Dedi karşımda kocaman gözleri ile saatlerdir beni dinleyen arkadaşım. Kriz oldu, işsiz kaldın, mutuz oldun depresyona girdin, iş buldun, dünya adaletsizdi ki zaten bunu hepimiz biliyorduk, sonra anladın ki bütün sorun sendeydi çünkü post ucuza gitmişti hep. Peki şimdi?

Şimdi ne olacak? Etikette yazdığın fiyatın sağına üç sıfır daha ekleyip, “bundan sonra bedeli bu kardeşim, beğenmeyen almasın” mı diyeceksin? Adalete dayanan ilişkiler kurmak için insanlara borçlar hukuku mantığında mı yaklaşacaksın? Aradaki ruh karartan 6-7 senelik zaman zarfına incesinden bir montaj yapıp kariyer dergilerinin arasına dönerek “çocuk da yaparım kariyer de ama Orkid sponsor olsun bana” mı diyeceksin? Nedir yani bundan sonraki kariyer planın? Dedi.

“Ağaç olmak” dedim. Nasıl yani dedi, nasıl ağaç olacaksın? Onu bilmiyorum henüz, ama ağaç olup toprağa karışmak istediğimi biliyorum. Önceden, hayatın daha basit olduğu yerlere kaçma isteği şeklinde başladı bu dürtü. Yani mesela kırlık bir yerde bir köy evi olsa, bahçesinde domates yetiştirip tavuk beslesem, çayıra çimene karışsam diyordum. Belki o zaman iyileşirim. Ama sonra anladım ki yeterli değil. Benim istediğim aslında ağaç olmak. Toprağı bereketli, suyu tatlı bir yerde, ayakkabılarımı çıkarıp, çıplak ayaklarımı ılık toprağa gömmek istiyorum. Toprak, bunca sene bedenimde biriktirdiğim öfkenin, kırıklıkların tamamını emerken damarlarımdan doğru, ben ellerimi havaya doğru kaldırıp kök salmak istiyorum. Dileğim ise bir limon ağacına dönüşmek. Ufacık, ince, narin görünümlü ama kuvvetli bir limon ağacı. Bahar geldi mi yeşil yapraklarımın arasından ufacık beyaz çiçekler açıp, tarif edilmez güzellikteki kokularını rüzgâra savurmak istiyorum. Vakit biraz daha geç oldu mu birkaç tane parlak sarı renkli sulu limon vermek belki. Tek istediğim toprağa değmek ve başımın üzerinde mavi bir gökyüzü. İşte bu şimdiki kariyer planım.

Peki, öyle olsun dedi dert dinleyen sevgili arkadaş. Limon ağacı ol sen. Ama dedi hayatta “var olmanın” hep bir bedeli var. Yani bir limon ağacı olarak da yaşamanın, kim bilir senin bilmediğin ne bedelleri vardır. Sen şimdi bu hayatta havluyu bu yaşta sallıyorsun pistin orta yerine neymiş efendim, ağaç olup toprağa karışmak istiyorum diye. Yarın bir gün o hayatta ağır gelirse ne yapacaksın, çıkıp gelecek misin, süne zararlısı dadandı, kış vurdu dayanamadım diye? Cv’ne bir müddet narenciye ağacı olmakla iştigal ettim diye mi yazacaksın sonra, ardında bırakıp gittiğin bu dünyada kendine yeniden yer açmaya çalışırken? Sen yine çıplak ayaklarınla gez toprakta, elektriğini alır ama biriktirdiğin kırıklıklar, ruhunun yorgunluğu için hayatın yaralarını tımar etmesini bekleyeceksin maalesef. Zaman da alacak, üzüleceksin de, ama hep postu deldirmemek için olacak çaban, ne de olsa o kadar emek verdin ona değil mi ya?

Gerçekleri duymanın çaresizliği içerisinde, “doğru” dedim. “var olmanın hep bir bedeli var” peki ya benim? Onu bilemem dedi. Hayat bilir. Seni ölçer, sınar, verdikleri her zaman sana biçtiği değer değildir. Nasıl cevap verdiğine bakar, nasıl biri olduğuna, nasıl birine dönüştüğüne, sonra ya ezer geçer seni, bir kenara fırlatır, ya da yaşamın kendisi senin ödülün olur. Sonra toprağa karışır, şansın da var ise limon ağacı olsun. Baharda gelinlik kızlar gibi çiçekler açar kokunu rüzgâra savurursun. Hayat bayram olur.

 
Toplam blog
: 6
: 1473
Kayıt tarihi
: 01.07.06
 
 

Şimdi zaman, tüm korkunç cadıların, acımasız kralların, vahşi kurtların, kötü kalpli üvey annelerin,..