Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ağustos '06

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Lizbon

Lizbon
 

Genellikle Avrupa seyahati denildiği zaman ilk tercih edilen kentler, tarihleri veya romantizmleri ile ünlü olan Paris, Roma, Viyana ya da Londra’dır. Ancak bize böyle bir seçme şansı tanınmamıştı ve ülke dışına ilk resmi adımımı, üniversiteler arasında düzenlenen bir workshop için, Avrupa kıtasının en batı ucundaki Portekiz’in başkenti Lizbon’a atmıştım.

Şimdi düşündüğümde bunun okul yıllarında bana tanınmış ciddi bir fırsat olduğunu fark ediyorum. Çünkü normal şartlarda benim için de Lizbon, ziyaret edilecek ülkelerin içinde alt sıralarda yer alırdı.

Biliyorum ki, sizler de buraya kadar olan düşüncelerimi paylaşıyorsunuz ancak bu yazının bitiminde, gerek Akdenizli kanınızın neden olduğu çekimden, gerekse bir Atlantik güzeli olarak nitelendirebileceğimiz Lizbon hakkındaki detayları daha yakından fark edeceğiniz için, kafanızdaki ‘görmem gereken ülkeler’ listesinin sıralamasında ciddi değişiklikler olacak.

Genel olarak Portekiz, İberik Yarımadası’nın toplam yüzeyinin yedide birini kaplayan, 1580-1640 yılları arasında İspanya ile birleşen, 1910 yılında Parlamenter Demokratik Cumhuriyet rejimini benimsiyerek İspanya’dan ayrılmış, resmi dili Portekizce, dinsel açıdan Hristiyanlığın ağır bastığı, para birimi Eskudo olan bir ülkedir. Turizmin büyük gelir kaynağı olduğu ülkenin en önemli merkezleri, başkent olan Lizbon’un dışında birer liman kenti olan Cascais ve Setubal, bölgede yapılan tatlı kırmızı şarabıyla ünlü ve ülkenin kuzeyinde yer alan Porto ve dini yaşantının merkezi olan ve Portekizce Roma anlamına gelen Braga’dır.

Bizlerin Portekiz’deki ilk durağı, Paris üzerinden yaptığımız aktarmalı bir yolculuğun ardından ülkenin başkenti olan Lizbon’du. Havaalanında, Avrupa birliği üyesi ülkelerin herhangi birinden gelmediğimiz için farklı bir kontuara yönlendirilip, diğerleri hiç beklemeden geçerken bizim formalitelerle uğraşmak zorunda kalmamızın verdiği şaşkınlığı ülkelerimiz arasındaki boylam farkından ortaya çıkan 2 saaatlik zaman farkıyla beraber yaşamak zorunda kaldık.

Havaalanından kalacağımız küçük, ağırlıklı olarak bizler gibi üniversite öğrencilerinin kullandığı, otelimize giderken, tek yaptığımız şey şaşkınlık ve merakla etrafımızı algılamaya çalışmaktı. Otele eşyalarımızı bıraktıktan sonra ise hemen bir keşif turuna çıktık. İlk fark ettiğimiz şey kentin konum ve yapı itibariyle İstanbul’a benzerliğinin yanında, kültürel farklılıklarının da çok olduğuydu.

Avrupa’nın herhangi bir kentine gittiğiniz zaman, kafanızda yetiştiğiniz ülkeyle bağlantılı olarak gelişmiş olan belli kavramları tekrar gözden geçirmeniz, kesinlikle, gerekiyor. Bizler de bu kısa turumuz sırasında fark ettik.

Kafamızda değiştirmemiz gereken şeylerin başında, meydan olgusu geldi. Bizim meydan zannettiğimiz Taksim için orada sonuna -cık eki konularak bir telaffuz yapmak gerekiyor. Ayrıca meydanların büyük , ya gerçek anlamda yayalaştırılmış yada nizami ölçülerle yapılmış, içinde çok rahatlıkla yürüyebileceğiniz döner kavşaklardan oluşmuş. Bu meydanların olmazsa olmazı ise, detayları konusunda hiç de cimri davranılmamış olan heykellerdi. Büyüklükleri ve ihtişamları kesinlikle birbirinden aşağı kalmayan bu sanat eserlerinin ana temasında da, genellikle, Portekiz kültürünün bir yansıması olarak, denizciler ve şovalyelerle karşılaştık.

Ülkemizin gittikçe yükselen kaldırımlarıyla, Lizbon’un 3-4 cm. arasında değişenlerini kıyasladığımızda, bu konunun gerçekten de medenileşme seviyesiyle bir bağlantısı olup olmadığını kendi aramızda tartışmadan edemedik. Çünkü kaldırımlar alçak olmasına rağmen, üzerine park etmiş bir tane araç görmedik.

Şaşırmakla kalmayıp yadırgadığımız bir diğer nokta ise, sürücülerin trafik kurallarına uymakla kalmayıp, kent içinde, karşıdan karşıya geçen bir yaya gördükleri zaman özellikle üstüne sürmeyip, geçiş hakkı kendilerinde olsa bile, yavaşlayıp yol vermeleri oldu. Daha sonra bunu o kadar sevdik ki, denemek ve biraz da keyfini çıkartmak için sık sık yön değiştirir olduk.

Lizbon’da bir Akdeniz kıyı kenti olduğu için, kentin başlıca besin kaynağı balık. Bunun en iyi yenebildiği yer ise kıyıya yakın bizim Kumkapı’mıza çok benzeyen, yanyana balık lokantalarının bulunduğu bir sokak. İlk gecemizde keşfettiğimiz bu sokakta, bizlere fazla gelen fiyatlara biraz alıştıktan sonra, ancak ikinci gün yemek yiyebildik. İlk gecenin acemiliği ve şoku içinde kendimize en yakın bulduğumuz mekan ise, biraz ironikti ama Mc Donald’s oldu.

İkinci günden itibaran, esas amacımız olan workshop çalışmasından arta kalan zamanlarda kenti gezmeye başladık . Kent içi ulaşım için alternetifleriniz, yürümek, metroya, kent içinde ring seferi yapan tramvaya yada taksiye binmek olabilir. Ancak Alfama’ya yokuşu dik olarak çıkan ve sadece orada çalışan ve neredeyse kentin sembolü olmuş tramvayla da çıkmanız mümkün. Biz genelde, detayları kaçırmamak adına, yürümeyi tercih ettik.

Kent konum olarak İstanbul’a çok benziyor. O da yedi tepe üzerine kurulu ve orada da İstanbul Boğazı gibi kenti ikiye bölen Tejo nehiri var. Biz oradayken yapımı devam eden ve dünyada uzunluk açısından ilk üçte olan köprüyü ise geçen sene açtılar.

Kenti panaromik olarak gözlemleyebileceğiniz birkaç tane nokta var. Bunların ilki, kentin 38 kapılı 77 kuleli surlarla çevrili olduğu zamandan kalmış olan, Alfama’daki, Sao Jorgo Kalesi. Manzaranın muhteşemliğini gözlemlemek için tepeye tırmanırken, bugün evlerin tamamı restore edilmiş olan Alfama mahallesinin içinden geçiyorsunuz. Ortaçağ mimarisine ait birçok örnekle karşılaşmanızın mümkün olduğu bu yerde, ağırlıklı olarak karşınıza ressamlar, sanatçılar, yazarlar ve açık hava kahveleri çıkıyor.

Panoramik görüntünün rahatlıkla izlenebileceği bir başka mekan ise, Lizbon’un en yüksek noktası olan Bairro Alto’daki gotik tarzdaki, nostaljik asansörle çıkabileceğiniz café. Başından, 1755’te bir deprem, kısa bir süre önce de bir yangın geçmiş olan bu asansör halen sağlam ve ayakta.

Bu asansörden inip de karşı caddeye yürürseniz, bu kez de yayalaştırılmış cadde olgunuzu gözden geçirmeniz gerekiyor. Çünkü karşınıza, Avenina de Liberdade, Özgürlük Caddesi çıkıyor. Caddenin bir ucu açık, denize çıkan ucunda ise, üzerinde bir de saat bulunan, bir nevi Zafer Takı var. Caddenin iki kenarı, alışveriş meraklılarını fazlasıyla tatmin edebilecek mağazalar, soluklanmak isteyenleri bekleyen caféler, lüks oteller, bankalar ve sigorta şirketlerine ait, restore edilmiş binalarla dolu. Tümüyle araç trafiğine kapatılmış olan caddede, performanslarını sergileyen sokak müzisyenleri ve ressamlarıyla, üzerinde Portekiz’in simgesi olan horozun yer aldığı çeşitli turistik eşya satmaya çalışan Afrikalı kadınlar ayrı bir mizansen oluşturuyor.

Caddenin sonuna doğru ilerleyip Zafer Takı’nın altından geçtiğinizde, kolonlu rıhtım ve 1755 depreminde tamamen yok olmuş ve daha sonradan aslına uygun olarak tekrar inşa edilmiş olan Ticaret Meydanı ile karşılaşıyorsunuz. Meydanı selamlayan diğer bir yapı da, Portekiz’in Parlemento Binası. Tam karşı kıyıda, 1960 yılında Tejo nehrinin kenarına dikilmiş, güneşin izin verdiği ölçüde görebildiğiniz, Portekiz’in tarihine atıfta bulunan, “Keşifler Heykeli“ni görmeniz mümkün.

Denizin kıyısından sağ tarafa doğru yürüdüğünüz zaman, Belem Kulesi ve hemen karşısında da Jeronimo Manastırı ile yüz yüze geliyorsunuz. Bu yapıların ikisi de 1755 depreminden hasar almadan kurtulmuş ancak Belem Kulesi’nin ayakları o günden beri suyun içinde. Müzeler açısından çok zengin olmayan kentte bu açığın kapanmasına bir nebzede olsun katkı sağlamış olan Jeronimo Manastırı, 1496 yılında tamamlanmış. Roma, gotik ve Endülüs mimarilerinin en güzel örneklerinden biri sayılabilir. Ayrıca içinde Ümit Burnu’nu ilk kez geçmiş olan Portekiz’li denizci Vasko de Gama’nın da mezarını bulundurması açısından da ayrı bir önemi var.

Portekiz’de gece yaşamı denilince akla ilk olarak gelen şey, Fado Lokalleri. 12 telli gitar eşliğinde, genellikle operadaki şişman kadın tarifine uyan orta yaş üstü kadın şarkıcılar veya yanık sesli erkekler tarafından söylenen, Portekizce ‘kader’ anlamına gelen Fado , ülke kültürünün en önemli simgelerinden biri haline gelmiş. Çoğunlukla zemin altında, merdivenlerle inerek ulaşabileceğiniz bu lokallerde, şarkıcı tarafından belli aralıklarla söylenen şarkıları, yemeğinizi bırakarak mutlak bir sessizlik içinde dinlemeniz, kişiye duyulan saygıyla beraber zaman içinde gelenekselleşmiş bir tavır.

Kültürün etkisini ağırlıklı olarak gösterdiği Fado Lokalleri dışında kentte aktif ve modern sayılabilecek bir eğlence hayatı yaşanıyor. Bunun içinde, her türlü marjinalliğin yaşandığı underground diskolardan tutun da, limandaki eski depoların yenilenerek gece hayatına katılmasıyla elde edilmiş olan tango yapıp, jazz, rock veya pop müzik dinleyebileceğiniz barları sayabiliriz.

İlk gece biraz yabancıladığımız biraz da paramıza kıyamadığımız için yiyemediğimiz balık çeşitlerini daha sonraki günlerde bolca deneme imkanı bulduk. Portekiz’liler tam olarak, denizden babaları çıksa yiyecek türde insanlar. Halk özellikle ‘Bakalao’ dedikleri morina balığını tecih ediyor ve biraz da abartarak bu balığın 365 değişik çeşidini pişirebiliyorlar. Biz ancak 10-12 çeşidini deneyebildik ancak hepsinin farklı ve çok hoş lezzetleri olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Eğer bir türü hoşunuza gitmediyse giden bir tanesini bulmamanız mümkün değil. Bunun dışında kuzey Portekiz’in yengeç ve pavuryaları, Nazare bölgesinin sardalya balığı ve güneyin karides yemekleri ünlü. Ancak neyi nasıl istediğinize çok dikkat etmelisiniz yoksa benim gibi kızarmış kalamar beklerken haşlanmışı ile karşı karşıya kalabilirsiniz.

Bunun dışında yemeğin sonunda yemeyi tercih edilen, “Caldo verde” diye adlandırdıkları yeşil lahana ve patates çorbası ve işkembeli kuru fasulye, Portekiz’in ulusal yemekleri olarak sayılabilir.

Portekiz sofralarının bir olmazsa olmazı ise, yıllanmış şarap, özellikle tatlı olan Porto, yanında yine eski ve özellikle de biraz küf kokan peynirler ve çeşit çeşit ekmekler. Zaten Lizbon sokaklarının büyük çoğunluğunda, eskiliği vurgulamak adına, örümcek ağları bağlamış, tozlu ve tabii ki küf kokan, içeride de istemediğiniz kadar çok çeşitte ve eskilikte peynir ve şarap satan dükkanlar bulunuyor.

Lizbonu dolaştıktan sonra ev sahiplerimiz bizleri Sintra ve Cascais’e götürmeyi teklif etti ve biz de reddetmedik elbette.

Sintra, zamanında çam ormanlarının içindeki küçük şatoları ve saraylarıyla Portekiz aristokrasisinin merkezi olmuş minnacık bir yer. Ttepelerin birindeki şatoya çıkmamız yaklaşık olarak bir koca saatimizi aldı ama ayaklarımızın altındaki manzaranın güzelliği için buna değdiğini daha sonra fark ettik.

Sonrasında gittiğimiz Cascais ise okyanus kıyısında bir yerleşim birimi. Buranın en büyük özelliği, Cabo Da Roca denilen Avrupa’nın en uç noktasının burada olması. Portekiz’in, İspanya’dan ayrıldığı dönemlerde, İspanya’nın en büyük üzüntülerinden biri, Avrupa’nın en uç noktasına sahip olma özelliğini yitirmiş olmasıymış. Buraya gittiğiniz zaman sizlere, bir ücret karşılığında, bunu belgelemek adına bir de sertifika veriyorlar.

Sertifikamızı da aldıktan sonra tepeden görerek birşey anlamadığımız okyanusa değebilmek adına tepeden aşağıya indik. Kıyıya vuran dalgalar biraz da mevsim itibariyle bir hayli azgındı. Ancak bu bizleri yıldırmadı ve ayakkabılarımızı çıkartıp, dalgalarla kovalamaca oynayarak okyanusta ayaklarımızı ıslattık.

Biz tüm bu yukarıda saydıklarımızı yaparken günler geçmişti ve zaman ayrılık vaktini gösteriyordu. Bizlerde bavullarımızda bolca Porto şarabı, uçağa binerken hala elimizde olan peynirli ekmeğimiz ve kaset çalarımızdaki Amalia Rodriguez’e ait bir Fado albümü ile ilk Avrupa seyahatimizin tamamlamak adına dönüş yolculuğumuza başlamıştık.

 
Toplam blog
: 107
: 2008
Kayıt tarihi
: 09.08.06
 
 

"Hayat, özellikle, yazılanları okumak, çekilenleri seyretmek ve tabii kipişirilenleri yemek için çok..