- Kategori
- Gezi - Tatil
Londra ve Hyde Park
Londra’ya ikinci gelişimizde amacımız, ünlü Hyde Park’ı görmek. Bu yüzden Windsor’den, parka en yakın nokta olan Paddinton İstasyonu’na geliyoruz.
Yine Londra haritamız elimizde, istasyonun yakınındaki geniş caddelerden, ihtişamlı lüks otellerin yanından geçerek Hyde Park’ın Victoria Kapısı’na varıyoruz.
Daha önce öğrendiğimiz kadarıyla yaklaşık 2, 5 kilometrekarelik bir alana sahip olan Hyde Park, 1700 lü yıllarda halka açılmış. Yani yaklaşık 300 yıl önce!!!Kraliyete bağlı 8 parktan birisiymiş burası da.Büyük bir merakla, heyecanla, kapıdan giriyoruz. Ve Londra’nın, hatta İngiltere’nin en popüler ve en büyük kent parkını gezme şansını yakalıyoruz!.
Victoria kapısından girip sol-ileriye doğru yönelince, the ( north carrıage drive) Ring trafiği arkamızda kalıyor .Yemyeşil, kocaman gövdeli, heybetli ağaçların koyu gölgesi altında ve yürüyüş yollarında buluyoruz kendimizi. Koşan, yürüyen, bisiklete binen onlarca insanla birlikteyiz. Doğayla insan bütünleşmiş adeta burada....Yeşilden gözlerimiz yoruldu desem, şımarıklık olacağını biliyorum :)
Hafta arası, öğleye yakın saatlerdeyiz. Hava ne sıcak, ne soğuk. Ilık, hafif rüzgarlı. Limonata gibi yani…Hırkalarımız fazla geliyor.
Şehir uzakta değil ama, gürültüsü çok uzakta kalıyor…Bir huzur doluyor içimize, hepimizde bir sükunet…İnanın abartmıyorum…
Yürüyüşe devam ediyoruz, dev boyutlarda bir havuz gibi, the Serbentine göletinin önündeyiz şimdi de…Gerçek bir göl gibi büyülüyor hepimizi burası. Bu göl, Hyde Park’ı ortasından iki bölüme ayırıyor. Küçük gezinti tekneleri, botlar, kayıklar, su bisikletleri dolanıyor gölün içinde. İnsanların mutluluğu suya yayılıyor adeta….
Göz alabildiğine geniş yeşil çimlerde, uyuyan, kitap okuyan, sere serpe güneşlenen, sohbet eden insanların görüntüsüne takılıyorum. Sanki herkes çok mutlu, herkes çok keyifli…
Kararlıyım ben de o taze otların, çimlerin üstüne uzanıp poz vereceğim…Yaşamadım demeyeceğim…
Gelin görün ki; kanamalı kırım kongo korkusu içimizde yer etmiş :))) Şakalaşıyoruz birbirimizle:’’Hepsi yeşil çimlerle bütünleşmiş bu İngilizlere bir şey yapmaz, gelir bizi ısırır hain keneler ‘’diyerek gülüyoruz.
Birkaç poz resim çekiyoruz, belgeleyelim diye:)))
Sonra, şezlonglara uzanıp, kendimizi garantiye alıyoruz :)
Hyde Park’ta ata binen insanlar için de, özel toprak yollar yapılmış. Uzaktan tozu dumana katarak gelen bir grup atlıyı görünce o toprak yolların manasını çözüyoruz.
Çocuk ve yetişkinlerden oluşan atlı grup, mağrur ve mutlu yanımızdan geçiyor..Hayranlıkla izliyoruz, imrenerek biraz da…
İnsana verilen değeri bir kez daha gözlemliyoruz burada. 3 asır önce hizmete sunulan bu parkın doğasının bunca yıl nasıl korunup, geliştirildiğine ve insanların hizmetine nasıl sunulduğuna gıpta ederek bakıyoruz, birazda kıskanarak doğrusu :(
Burada yaşayan ve bu güzellikleri içine sindirebilen şanslı insanların, kendilerini evlerinin bahçesinde gibi rahat hissetmelerinin ve öyleymiş gibi davranmalarının ne kadar doğal olduğunu düşünüyoruz…
Göl manzarasından fazla uzaklaşmadan gezimize devam ediyoruz. İleride, Prenses Diana’nın anısına yaptırılmış günümüz mimarisinin çizgilerini taşıyan bir havuz görüyoruz. Havuzun içindeki küçük şelaleciklerde, suyun müziğini ve güneşle olan dansını izliyoruz.Havuz kenarında oturup, ayaklarımızı suya sokuyoruz birçokları gibi...Yorgun bedenimizi ve ayaklarımızı ödüllendiriyoruz :)))
Biraz ileride Kensington Bahçeleri’nin olduğunu biliyoruz ama, Hyde Park o kadar büyük ve gezilesi o kadar çok bölümü var ki bir günde bitirmek mümkün değil. Saatler hızla ilerliyor ve biz kalan kısıtlı zamanımızda meşhur Speakers Corner’i görmeyi tercih ediyoruz.
Çok ilginç gelmişti öğrendiğimde: Bu alanda her pazar, insanlar istedikleri her konudaki düşünce, yorum, eleştirilerini dinleyicilere aktarıyorlarmış. Serbest kürsü bir nevi…Bu alanın dışında konuşulursa suç teşkil edecek pek çok konuyu da yüksek sesle dile getiriyorlarmış…
Yalnız bir şartla; Kraliçe’ye hakaret etmemek kaydıyla!!! İlginç değil mi???
Öyle bir etkinliğe şahit olamadan maalesef, sadece geziyoruz o civarı ve akşam trenini kaçırmamak adına, istasyona doğru yönümüzü çeviriyoruz. Hyde Park’ın kuzeyindeki yeşil alanlardan son kez geçerek resimliyoruz her güzel şeyi.
Çok yorgunuz, hem de çok :) Ayaklarımız taşımıyor sanki bedenimizi :)
Ama hepimiz çok iyi hissediyoruz kendimizi…Öyle hoş bir gün ki yaşanan ve hayatımıza eklenen öyle kocaman bir artı ki; akşam yaklaşırken, ömrümüzden bir günün daha eksilmekte olduğu gerçeği, hiçbirimizin umurunda olmuyor :)
Trene atıyoruz kendimizi, koltuklara yayılıyoruz tam anlamıyla…Üçümüzün de yüzünde yorgun tebessümler…Ve benim çantamdaki fotoğraf makinasında, bugün yaşanan sıra dışı güzelliklerin dondurulduğu, yüzlerce resim karesi…
Kimbilir bir daha, ne zaman?!