Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Şubat '08

 
Kategori
Siyaset
 

Lozan Antlaşması ve Vakıflar Yasası

Lozan Antlaşması ve Vakıflar Yasası
 

http://www.ataturktoday.com/Resim/24Temmuz1923TurkDelegasyonLozan_small.jpg


Dün akşam haber kanalı NTV’de yayımlanan ve Can Dündar’ın sunduğu “Neden” Programının konusunu Vakıflar ile ilgili Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Anayasaya aykırılık nedeniyle geri gönderilen ve TBMM’de yeniden görüşülmekte olan 5555 sayılı kanun oluşturuyordu. Tartışmaya katılan muhalefet milletvekillerinin öncelikli yakınması zaman sıkışması ve iktidar partisinin el çabukluğu ile geri gönderilme gerekçeleri dikkate alınmadan yasanın oldu bittiye getirilmeye çalışılması idi. İkinci ve esasa yönelik eleştiri ise, Cumhurbaşkanı tarafından geri gönderme temel gerekçesini de oluşturduğu üzere “Lozan Antlaşması”nın gözardı edilmesine ilişkindi. Benim bu yazıyı yazmama neden olan ise tartışmanın düğümlendiği noktadaki derin görüş ayrılığını günümüz için bir sorun olarak nitelemem. Bir ülkenin kuruluşunun senedi olarak nitelenen temel bir belge konusunda bu kadar derin görüş farklılığının 85 yıl sonra hala en şiddetli haliyle ülke içinde yaşanıyor olmasını anlamakta ve açıklamakta gerçekten zorlanıyorum.

Bu saptamayı yaptıktan sonra tartışmanın biraz detayına girerek ne demek istediğimi açıklayayım. Tartışmanın iki tarafından yasa lehinde olanlardan hükümet tarafını Sn. Bakan Kemal Yazıcı ve onun fikrini desteklemekle birlikte gayrimüslim Türk vatandaşları açısından yetersiz bulan Sn. Prof. Dr. Baskın Oran ve İstanbul’daki Patrikhanenin hukuk danışmanı Sn. Kezban Hatemi temsil ederken, yasaya muhalif tarafta ise CHP’den Sn. Onur Öymen ve DSP’den ise Sn Tayfun İçli yer almaktaydı. Yasa ile ulaşılmaya çalışılan noktayı benim algılamam açısından bir cümle ile özetlemek gerekirse: Azınlık Vakıflarının sahip olduğu belirtilen gayrimenkullere yönelik bir anlamda “el koyma” olarak nitelenen geçmiş uygulamaları, pragmatist bir tavırla belirli bir tarih milat alınarak minimum kayıpla meşrulaştırma planı olarak nitelemek olası görünmektedir. Anlaşılan odur ki, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi bağımlılığın sonucu olarak bu konudaki dış baskı karşı koyulmaz noktadadır. Aksi halde iktidar açısından hazinede bulunan değeri yüksek bu malların kaybedilmesi kolay kolay kabul edilemez diye düşünüyorum.

Şimdi geliyorum dikkat çekmek istediğim noktaya. Yasaya muhalefet edenlerin temel argümanı daha önce de belirttiğim gibi yasanın Lozan Antlaşması’nı gözadı etmesi. Bu itirazda dayanak ise Antlaşmanın 45. Maddesi. Buna göre; “İşbu fasıl ahkâmı ile <ı>(Akalliyetlerin himayesi) Türkiye’nin gayrimüslim ekalliyetleri hakkında tanınan hukuk, Yunanistan tarafından dahi kendi arazisinde bulunan müslüman ekalliyet hakkında tanınmıştır.” Sorun bu hükmün uluslararası hukuk açısından bir tür mütekabiliyet içerip içermediği hususu. Nitekim Sn. Öymen ve Sn. İçli Cumhurbaşkanı’nın iade gerekçesine de dayanarak bu maddenin bir tür karşılıklılık içerdiğini ve Rum asıllı Türk vatandaşlarına sağlanan haklar karşılığında Yunan vatandaşı Batı Trakya Türklerinin durumunun da ele alınması gerektiğini ve bu konuda halen devam eden son derece vahim insan hakları ihlallerinin de karşılıklı olarak giderilmesinin gerektiği üzerinde durmaktadırlar. Tek taraflı atılacak olan adımların ise devletin çıkarlarını ve Cumhuriyetin temel kuruluş senedi olan Lozan Antlaşmasını zayıflatacağını ifade etmektedirler. Bu konuda Sn.Öymen’in şu sözleri çok çarpıcıdır; “…Şimdi Lozan’la Sevr’in en önemli farkı şu; Sevr’de tek taraflı olarak Türkiye’den azınlıklar konusunda taleplerde bulunuluyor. Lozan’ın farkı şu; işte değerli arkadaşım söyledi, 37 ile 44. maddesinde İstanbul’daki Rumların hakları veya onlara uygulanacak muamele sıralanıyor, bir de 45. madde var. 45. madde diyor ki; aynı haklar Batı Trakya’daki Müslümanlar için uygulanır, yani bir mütekabiliyet sistemi getiriliyor Lozan’ın farkı bu Sevr’den” ve “45. maddeyi çıkarın Lozan’dan, Lozan’ın Sevr’den farkı kalmaz” http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=6201

Buna karşı ileri sürülen argüman ise 45. maddenin kesinlikle bir mütekabiliyet içermediği, uluslararası hukuka göre bir “paralel yükümlülük” olduğu, kaldı ki temel insan haklarına ilişkin bir düzenleme yapılırken mütekabiliyet aranmasının uluslararası hukuka aykırı olduğu yönündedir. Sn Oran bu yöndeki görüşünü ayrıca şu yorumuyla desteklemektedir; “Şimdi niçin 45. madde konmuş diyecek olurlarsa ben hemen onu da söyleyeyim. Lozan bir değil iki tane savaşı bitirdi. Bu savaşlardan birini Türkiye kaybetti, birini kazandı. Kazandığı savaş Kurtuluş Savaşı’dır, kaybettiği savaş birinci dünya savaşı’dır. İkisini birden bitirir. Onun için Lozan’da Atatürk ve ekibi bütün istediklerini alamadı. Mesela misak-ı milli’nin 3 tane yerini dışarıda bıraktı. Batum, İskenderun, Musul-Kerkük. Dolayısıyla adaları dışarıda bıraktı. Ticaret, adalet ve sağlık alanlarında 5 yıl Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına kapitülasyon getirdi. Bir sürü eksiği vardır Lozan’ın. İşte bütün bunları meclisten geçirebilmek için 45. maddeyi koydu. Tamamen iç tribünlere oynamaktır.” http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=6201

Bu savunmaya ilave olarak Sn Hatemi ise beni daha sonra şaşırtan şu tezini ortaya atmıştır; “Şimdi efendim 45. madde çok açık ve net. Türkiye'nin Müslüman olmayan azınlıklarına tanınmış olan haklar Yunanistanca da kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır, tanınacaktır değil tanınmıştır. Buna paralel yükümlülük denir. Bunu biz mütekabiliyet olarak elimize aldığımız zaman hemen o perspektiften bakalım ne olur. Yani yarın Yunanistan’la Türkiye anlaşarak haydi gel bu vakıfları kapatalım dese bu vakıflar kapatılabilir mi, birinci sorum. İkincisi, hayır öyle değil anlaşarak değil, Yunanistan kızdı Batı Trakya’daki Müslüman kardeşlerimize soydaşlarımıza çok farklı bir vergi uygulamaya başladı. Hemen biz elimizde bulunan Rum gayrimüslim vatandaşlarımıza, Rum asıllı hemen aynı vergiyi mi uygulayacağız? Mümkün değil, niye mümkün değil. Anayasanın 10. maddesi, ayrımcılıkla ilgili 14. madde, uluslararası sözleşme. Artık dünya başka bir ufuktadır. Bir kere olabilecekler ve olması gerekenler üzerinde tartışalım.” http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=6201

Burada şaşırtıcı olan bir husus Sn. Hatemi’nin argümanının bir yönünü “tanınacaktır” yerine “tanınmıştır” ifadesine dayandırmasıdır. Nitekim maddenin ingilizce metninde gelecek zamanda olmayı kapsayan “will be” ifadesi yer almaktadır: “The rights conferred by the provisions of the present Section on the Non-moslem minorities of Turkey <ı>will be similarly conferred by Greece on the Moslem minority in her territory.” Bu ifadenin Türkçe çevirisinde yer alan “tanınmıştır” ifadesinin olan biten bir durumu ya da geçmişi değil bir süreklilik halini ifade ettiği Sn. Hatemi tarafından bilerek ya da bilmeyerek gözardı edilmektedir. Metnin fransızca orjinalinde ise; "Les droits reconnus par les stipulations de la présente Section aux minorités non-musulmanes de la Turquie, sont également reconnus par la Gréce à la minorité musulmane se trouvant sur son territorie" ifadesi yer almakta olup bunun ingilizce karşılığı ise "The rights granted by the provisions of this Section to non-Muslim minorities in Turkey, are also recognized by Greece to the Muslim minority within its territory" olarak çevrilmektedir. Görüleceği üzere burada da geçmiş değil, geniş zamanda olmayı ve sürekliliği içeren bir zaman ( "are") bir zaman ifadesi söz konusudur..

Diğer taraftan, “Yunanistan kızdı Batı Trakya’daki Müslüman kardeşlerimize soydaşlarımıza çok farklı bir vergi uygulamaya başladı. Hemen biz elimizde bulunan Rum gayrimüslim vatandaşlarımıza, Rum asıllı hemen aynı vergiyi mi uygulayacağız? Mümkün değil, niye mümkün değil. Anayasanın 10. maddesi, ayrımcılıkla ilgili 14. madde, uluslararası sözleşme.” varsayımını bir imkânsızlık olarak ileri sürerken, uluslararası camianın bağımsız ve itibarlı bir üyesi olarak bunun Yunanistan tarafı açısından da imkânsız olması gerekmez mi? Ayrıca, öteden beri Batı Trakya’daki Müslüman Türklerin bazı çok temel insan haklarından yoksun bulundukları gerçeği orta yerde durmaktadır.

Mütekabiliyet konusuna gelindiğinde ise, uluslararası hukukta bu terimin anlamını Vakıflar Kanunu İzleme Projesi kapsamında TESEV için hazırladığı raporda Dilek Kurban şöyle ifade etmektedir:

“Mütekabiliyet esası (karşılıklılık kuralı), devletler arası ilişkileri düzenleyen devlet hukukunun bir ilkesidir. Bu ilke, temel olarak, bir devletin kendi sınırları içerisinde yaşayan başka bir devletin vatandaşlarına tanıdığı hak ve ayrıcalıkları, söz konusu diğer devletin sınırları içerisinde yaşayan kendi vatandaşlarına tanınan hak ve ayrıcalıklar esasında belirlemesidir. Örneğin, diğer bir ülke vatandaşının Türkiye’de gayrımenkul satın alabilmesi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının da söz konusu diğer ülkede gayrimenkul satın alabiliyor olması şartına bağlanmıştır.”


Kurban yazısında devamla bugün gündemde olan Vakıflar Yasasını destekleyenler ile aynı paralelde olarak Türkiye’deki azınlıkların durumunu bu esas çerçevesinde şöyle yorumlamaktadır:

“Oysa Gayrimüslim cemaat vakıfları, Türkiye’nin kendi vatandaşları tarafından Türkiye yasaları altında kurulmuş olan tüzel kişiliklerdir. Bu vakıflar, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için, onlar tarafından kurulur ve yönetilir. Cemaat vakıfları ile diğer Türkiye Cumhuriyeti vakıflarının hak ve yükümlülüklerini düzenleyen bir yasada, mütekabiliyet esasının yer alması kabul edilemez. Bir devlet, kendi vatandaşlarına tanıyacağı hakları, diğer devletlerin tutumu ve politikaları esasında belirleyemez. Temel hak ve hürriyetler söz konusu olduğunda, mütekabiliyet esası geçersizdir. Ayrıca, devletin vatandaşlarının bir bölümüne tanıdığı hak ve özgürlükleri, o vatandaşların dini kökeni nedeniyle, mütekabiliyet esasına tabi tutması, bir insan hakkı ihlalidir ve ayrımcılıktır. Anayasa’nın, Lozan Antlaşması’nın ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ayrımcılığı yasaklayan hükümleri ile çelişen bu maddenin tasarıda yer alması, devletin Gayrimüslim vatandaşları hâlâ eşit vatandaş olarak görmediğini gösterir.” http://www.tesev.org.tr/etkinlik/TESEV-VakiflarKanunuGorusu.pdf

Konunun bir başka nedenle ele alındığı 28.09.2006 tarihli yazısında Radikal Gazetesi yazarı Turgut Tarhanlı yine 45. madde ile ilgili şu yorumu yapmaktadır;

“Bu tartışmaların kaynağı, Lozan Barış Andlaşması'nın 45. maddesinde düzenlenen bir hüküm. Bu hüküm, andlaşmanın 'Akalliyetlerin himayesi' ya da bugünün diliyle 'Azınlıkların korunması' başlıklı kesiminin sonuncu maddesinde yer alıyor. Bu konuda, tam anlamıyla trajikomik bir tablo karşısında bulunuyoruz. Zira bu madde hükmünde 'mütekabiliyet' terimi yer almadığı gibi, maddenin lafzı ve ruhu da, bir mütekabiliyet uygulamasıyla hiç ilgili değil. Dolayısıyla, tam anlamıyla yanlış bir hukuki yorum, yersiz tartışmalarda boşuna enerji sarfedilmesine neden oluyor. 45. maddeyi aynen ve resmi çevirisiyle aktarmak istiyorum: "İşbu Fasıl ahkâmı ile Türkiyenin gayri müslim akalliyetleri hakkında tanınan hukuk, Yunanistan tarafından dahi kendi arazisinde bulunan müslüman akalliyet hakkında tanınmıştır." Bu andlaşmanın özgün metni Fransızca kaleme alındı. Bir hukuki yorum veya uyuşmazlık halinde özgün metnin esas alınması, andlaşmalar hukukunun gereğidir. Maddenin Fransızca metninde, Türkiye ve Yunanistan arasında bu konuya ilişkin hukuki yükümlülüğün vurgulanması 'Ègalement', yani 'eşit olarak, eşitçe' sözcüğüyle belirtiliyor. Bunun anlamı şudur: Andlaşmanın bu kesiminde, madde 37-44 arasında yer alan ve Türkiye'deki gayrimüslim azınlıklar için öngörülen hakları, Yunanistan da, kendi ülkesindeki Müslüman azınlık için hukuken tanıma yükümlülüğü altındadır. Eğer, bizim siyasilerimizin heyecanla tartıştığı gibi, sorun bir 'mütekabiliyet' konusu olsaydı, bu maddede kullanılan 'Ègalement' terimi yerine, 'rÈciproquement' (karşılıklı olarak) sözcüğünün kullanılması gerekirdi. Herhalde CHP'nin ataları, bu konuların ve Türkiye'nin çıkarlarının, bugünkü CHP'den çok daha fazla farkındaydı. Ve madde böyle düzenlendi.” http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=199903

Bu yorumun Sn. Oran’ın yorumundan farkı, Lozan Heyeti’nin ne yaptığını bilecek durumda olarak mütekabiliyet esasının bu durumda gündeme hiç gelmemesi ya da buna gerek duyulmamasıdır. Oysa görüşmelerin ne kadar çetin geçtiği ve azınlıklar konusunun da en çok tartışılan konulardan birisi olduğu ortadadır. Sn.İçli’nin de belirttiği gibi müzakereler sırasında direnen İsmet Paşa’ya Lord Curzon’un şu tarihe geçen yanıtı çok aydınlatıcıdır; “Aylardan beri müzakere ediyoruz ama arzu ettiklerimizin hiç birini alamıyoruz!.. Vermiyorsunuz!... Ama ne reddederseniz, cebimize atıyoruz, saklıyoruz... Memleketiniz haraptır. Yarın geleceksiniz. Kalkınmak için yardım istiyeceksiniz... O zaman bu cebime attıklarımı birer birer çıkartıp size vereceğim!"

Bu durumda Lozan tutanaklarının bize bir ışık tutacağını ileri sürmek yanlış olmaz diye düşünüyorum. Bu amaçla başvuracağım kaynak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Çağrı Erhan’ın editörlüğünü yaptığı “Yaşayan Lozan” isimli kitap. Burada “Karşılıklılık Konusu” ele alınırken Seha Meray’a ait “ Lozan Barış Konferansı Tutanaklar-Belgeler” isimli kaynağa atfen şu değerlendirmeler yer almaktadır:

“45. maddeye göre, Türkiye’nin müslüman olmayan azınlıklarına tanınmış olan haklar, Yunanistan tarafından da kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlıklara tanınmıştır. Bu noktada sorun yaşanmamasına karşın, Türkiye’nin diğer Balkan devletleri için de aynı hükmün konulmasını istemesi sorunlara neden olmuştur.

Alt-Komisyon çalışmalarında Türk tasarısının sekizinci maddesini oluşturan ve azınlıkların korunmasına ilişkin hükümlerin Balkan devletleri ve Türkiye’ye komşu olan devletlerde de uygulanması koşulu üzerinde büyük tartışma yaşanmış, itirazı üzerine, bu <ı>karşılıklılık koşulunun ancak Yunanistan için gerçekleşebileceği söylenmiştir. Sırp-Hırvat-Sloven Devleti, Saint-Germain Antlaşması ile azınlıkların haklarına saygı göstermeyi tek-taraflı olarak yükümlenmiş olduğunu söyleyerek yeni yükümlülükleri reddetmiş, bunu bir karışma olarak niteleyerek kabul edeceği tek denetimin MC denetimi olduğunu belirtmiştir.

Müttefiklerin görüşüne göre, daha önce yürürlüğe girmiş bir anlaşmayı yeni bir anlaşma ile doğrulamak devletler hukukuna aykırıdır. Ayrıca yürürlükte olan antlaşmalar Türkiye’nin istediği güvenceyi zaten vermektedir. Sırp-Hırvat-Sloven temsilcisi, azınlıklara ilişkin antlaşmalardaki yükümlerin tek taraflı kabul edilmiş olduğunu ve artık Avrupa kamu hukukunun bir parçası olduğunu söylemiştir. Romanya da bu talebi reddetmiş, kendilerinin Dobruca’da yaşayan Müslüman azınlıklara tam bir eşitlik tanıdığını ve kişisel durumlarıyla dinsel yasalarına saygı gösterdiğini, yeni bir rejim kabul etme zorunluluğu sanısı verebilecek bir <ı>karşılıklılık ilkesini kabul etmediğini söylemiştir. Ayrıca, Avrupa antlaşmalarında <ı>karşılıklılık ilkesi yoktur, ancak <ı>paralellik vardır ve MC’ ye karşı da geçerlidirler.

Türk tasarısındaki 10. madde, azınlıkların korunmasına ilişkin hükümlerin Yunanistan dışındaki diğer Balkan devletleri ve Türkiye’nin komşusu olan devletler tarafından bu ülkelerde yaşayan Müslüman azınlıklara da tanınmasına ilişkindi. Ancak Yunanistan dışındaki devletler böyle bir <ı>karşılıklılık talebini, azınlıkların korunmasına ilişkin yükümlülüklerin tek taraflı olarak kabul edilen ve birbirine paralel hükümler içeren bir nitelikte olduğu ve zaten yürürlükte olan antlaşmaların bu şekilde başka bir antlaşma konusu yapılamayacağı gerekçesiyle reddetmişlerdir.

İngiltere ve Fransa’nın sürekli MC temsilcisi talebinden vazgeçmesi üzerine Türk tarafı da 10. maddede ileri sürdüğü Yunanistan dışındaki devletlerle <ı>karşılıklılık talebini geri çekmiştir.” (s. 241-242).


Müzakerelerden anlaşıldığı üzere Türkiye ve Yunanistan açısından her iki ülkedeki Türk ve Rum asıllı ülke vatandaşları açısından bir tür karşılıklılık ilkesinin getireceği yükümlülükler kabul görmüş, bu ilkenin diğer Balkan ülkelerine de genişletilmesi ise bu ülkelerce kabul görmemiştir. Buna karşılık yukarıda değinilen tartışmada Sn. Oran;

“ Mütekabiliyet olmadığı su götürmez. Sayın bakanın dediği gibi Lozan’da mütekabiliyet falan yok, çünkü Lozan Türkiye ile Yunanistan arasında bir antlaşma değil. Lozan çok taraflı bir antlaşma. Lozan bir barış antlaşması. Mütekabiliyet falan filan yok, fakat en kötü yorumu koyalım. Lozan’da 45. madde paralel yükümlülükler değil de mütekabiliyet getiriyor diyelim bu devletler hukukuna aykırı olur, çünkü 1-eğer mütekabiliyet var derseniz mütekabiliyet doğrudan doğruya misilleme demektir ve soydaş için vatandaşı harcarsınız. Bir ulus devletin görevi soydaşa değil vatandaşadır birinci sefer. İkincisi, 1969 tarihli Viyana antlaşmalar sözleşmesinin 60. maddesinin 5. fıkrasına göre insan hakları konusunda mütekabiliyet olmaz. Bu da insan ve azınlık hakları bu anlatabiliyor muyum? Yani Lozan’da mütekabiliyet yok, nokta.”

kesin hükmünü ileri sürmektedir. http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=6201

Lozan antlaşmasının hükümlerinin Türkiye ve Yunanistan açısından karşılıklı olarak ihlali ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, bilimsellik adına ileri sürülen yukarıdaki tutumu anlamak ve kabul etmek en objektif bakışla dahi çok güçtür. Bu türden savların ileri sürülmesi demokrasinin normal bir sonucu olmakla birlikte, uluslararası ilişkilere yön veren temel unsurun güç olduğu gerçeği düşünüldüğünde, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kuruluş belgesi olan Lozan Antlaşması’nın 85 yıl sonra ülkede derin fikri tartışmalara yol açması ve bu belgenin gözardı edilmesi sonucunu doğuran bir yasanın iktidar eliyle hayata geçirilmesi oldukça düşündürücüdür.

 
Toplam blog
: 129
: 1104
Kayıt tarihi
: 12.06.06
 
 

Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F mezunuyum. Yüksek Lisans diplomalarımı G.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü'nd..