Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Ağustos '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Lübnan gezi notları

Lübnan gezi notları
 

beyrut sokaklarında terör , gerilim ve lüks yaşam iç içe


30.05.2008 ( ŞAM - BEYRUT )

Şam’ın Suomaria garajından Beyrut’a saat 10.00 ‘ da hareket edecek otobüse 400 SP ödeyerek biletimi alıyor ve Arap şehrinin otobüs garajına yakışmayacak kadar sessiz olan terminalde beklemeye başlıyorum. Hareket saati gelip de otobüsün yanına gittiğimde, terminaldeki en hurda otobüsle yolculuk yapacağımı anlıyorum. Koltuklar kırık, minderler kirden siyah muşambalara benziyor. Hareket ettikten sonra şoför kapıları açıyor da, içeride sıcaktan kavrulmaktan kurtuluyorum. 4- 5 km. Sonra otobüs yolun sağında duruyor, herkes çantalarını alıp, otobüsten inmeye başlıyor. Allah Allah, Beyrut bu kadar da yakın olmamalı diye düşünürken, herkesin öndeki otobüse koştuğunu görüyorum. Bu; daha derli toplu bir otobüs. Kurak, kıraç topraklarda boyasız, çatısız tekdüze evlerin bulunduğu yerleşimlerden geçiyoruz. Yol boyunca tanklar ve gölgesinde uzanmış, sohbet eden askerler görüyorum. Sıcaktan tanklar şişmiş olmalı. Sınıra yakın bir marketin önünde otobüs duruyor, çoğu Filistinli yolcular, marketten birer form alarak doldurmaya başlıyorlar, satan adama” bana yok mu? “ der gibi işaret yapıyorum, yok diyor. Anlaşılan sınırda pasaport kontrolde form dolduracağım. Suriye çıkışında, bir saat kadar beklesem de, sorun yaşamadan çıkıyorum. Allahtan her gümrükte yabancılar için ayrı bankolar var. Lübnan girişinde yine yabancılar gişesindeyim. Formu doldurarak, pasaportumla görevliye uzatıyorum. Diplomat mısın diye soruyor , “ hayır, yeşil pasaport devlet memurları ve emeklilerine verilir “ diye cevaplıyorum. Boş boş baktıktan sonra yerinden kalkıyor, vize bölümünde daha kıdemli bir görevliye götürüyor. Şişman adam, dudaklarını büke büke boş sayfalara, bomboş gözlerle, dakikalarca bakıyor. Benim otobüsün yolcuları işlerini bitirip, otobüse binmişler, otobüs ağır ağır çıkışa ilerliyor. Panikliyorum bir an, beni bırakıp gitseler, çantamı Beyrut’ta aramak durumunda kalacağım, görevliye , “ çabuk ol “ desem, inadına daha çok bekletecek. Neden sonra mührü büyük bir hava ile basıyor. Koşarak otobüse yöneliyorum, şoför benden umudu kesmiş olmalı, yolculardan birini bana göndermiş. Beni görünce geri dönüp otobüse biniyor. Kazasız belasız Lübnan’a giriyorum.
Lübnan sınırından itibaren Suriye’de görmeye alıştığım Başar Esad posterleri, yerini Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman’ın posterlerine bırakıyor. Lübnanlılar sevinmekte haklılar, zira 2007 Kasımından bu yana 19 kez ertelenen Cumhurbaşkanlığı seçimleri, sonunda, tüm parti ve militan grupların anlaşması ile gerçekleşerek, kıvılcımlanmaya başlanan yeni bir iç savaşın eşiğinden dönüldü. Ortadoğu’da, diğer Arap ülkelerinden çok farklı bir kültür ve yaşam tarzının hâkim olduğu Lübnan; 4 milyon nüfusu, 105000 km2 alanı ve kişi başına 7 $ milli geliri ile, 1975 ‘den 2000 yılına kadar yoğun çatışmalar yaşadığı halde, Lübnanlılar “ o savaş; bizim savaşımız değildi “ demektedirler. Aşağıda kısaca özetlediğim, çatışmalar, bu sözlere hak verdirir mahiyettedir, sanırım.

( LÜBNAN İÇ SAVAŞI – LÜBNAN SAVAŞLARI )

Lübnan denildiğinde; gençliğimizde dinlediğimiz haberlerde, sağcı Falanjistler, solcu Müslümanlar arasında yaşanan ve pek de çözemediğimiz bir savaşı hatırlarız. Sadece Ortadoğu’da değil, sanırım, dünyada Lübnan çatışmalarında olduğu gibi; tarafların sık sık aynı cephede, daha sonra karşı cephede yer aldığı bir başka savaş yoktur.
13 Nisan 1975 yılında, ok yaydan çıkıp, iç savaş başladığında Lübnan’da başlıca iki cephe vardı. Ürdün’ün ve İsrail’in baskıları ile Lübnan’a Filistin göçü Müslüman nüfusu artırmış , bu da , Hristiyanlar’la eşit yönetim taleplerini gündeme getirmişti. Bu cephede; Filistin Kurtuluş Örgütü, Dürziler, Lübnan Komünist Partisi, Komünist Eylem Örgütü, Arap Sosyalist Eylem Partisi, Arap Baas Sosyalist Partisi, Bağımsız Nasırcı Hareketi bir araya gelerek Lübnan Ulusal Hareketi’ni; Lübnanlılar Cephesi denen ve diğer tarafça , İsrail ve Batı ile uzlaşmacı olarak suçlanan cephede ; Lübnan Ketaip Partisi ( Falanjistler ) , Hür Milliyetçiler gruplarının oluşturduğu , Lübnan’da artan Filistin nüfusundan rahatsızlık duyanların safları vardı. Falanjistlerin , F.K.Ö militanlarına yol vermemesi üzerine , 13 Nisan 1975 yılında başlayan iç savaş , giderek kıyımlara dönüştü. A.B.D , sürpriz bir şekilde Suriye’den , Lübnan iç savaşını bitirmesini istedi , Suriye ‘de bu isteği değerlendirmekte gecikmeyerek Lübnan’a girdi. 1977 ‘de Falanjistler, Filistinlilerin barındığı Tel- Zataar kampında binlerce Filistinli’yi öldürdü. 3 Haziran 1982 ‘de İsrail ’in İngiltere Büyükelçisi öldürülünce, 6 Haziran ‘ da İsrail , 100000 askerle Lübnan ‘a girdi . Suriye ‘ye destek amacı ile İran, bin kişilik Devrim Muhafızları Birliği gönderdi ve bunlar Lübnan’da Bekaa Vadisinde yerleştiler. Diğer İslamcı gruplardan bazılarının katılımı ile Hizbullah örgütü oluşturuldu. 16 Eylül 1982 yılında ; Sabra ve Şatilla kamplarında 20000 Filistinli Hristiyan Falanjistlerce öldürüldü , tabii ; İsrail ‘in dolaylı desteği ile. Hizbullah, nüfuzunu artırmak için , A.B.D askeri ve diplomatik tesislerine saldırarak , kamuoyunu sarsacak eylemlerle , ölümlere neden oldu. Saf değiştiren Suriye , Dürzi’lere destek verince , Dürzi Milisler , Hristiyan Lübnan Kuvvetleri ve Lübnan Ordusu ile çatışmaya başladılar , her iki taraftan binlerce kişi öldü. Sonunda 1984 yılında Lübnan Ordusu parçalanarak dağıldı.
Esas trajedi , amaçları İsrail’e karşı koyarak Filistin’deki İsrail işgalini yok etmek olan gruplar arasındaki çekişmelerde yaşandı. Öyle ki; dağılan Lübnan ordusunun Müslüman askerlerden oluşan 6. Tugayının desteği ile Şii Emel Örgütü , Sabra , Şatilla ve Burj-el-Barajnel kamplarındaki F.K.Ö militanlarına saldırdı , gıda ve ilaç ambargosu başlattı. Ne derece doğrudur bilemem ; 1987 Şubatında , kamplarda açlık o boyutlara varmış ki; kedi ve köpekler bitince , kamp sakinleri , dini liderlerinden , ölen Filistinlilerin cesetlerini yemek için izin istemişler. 1975- 1990 yılları arasında 150000 ‘ e yakın ölü , 200000 yaralının faturası ortada kaldı. Körfez Savaşında Suriye , ( Irak hasmı olduğu için ) A.B.D ‘nin Irak koalisyonuna katılınca ; Lübnan’ da baskıyı artırmak imkanı buldu. Irak’ı destekleyen F.K.Ö lideri de bu kez Lübnan’da Suriye ile karşı karşıya geldi. Diplomatik girişimler neticesi ; İsrail 2000 yılında güney Lübnan’ı terk etti. 2002-2003 yıllarında , İsrail , Batı Şeria’yı yeniden işgal edince , ortalık gerildi , 2005 ‘ de Lübnan’ ın sevilen lideri , eski Lübnan başbakanı Refik Hariri öldürüldü , şüpheler Suriye’ye yönelince , uluslar arası tepkiden çekinen Suriye , 2005 Nisanında Lübnan’dan çekildi , Hizbullah 2005 seçimlerinden güçlenerek çıktı ve Milli Birlik hükümetinde yer aldı. 12 Temmuz 2006 yılında 2 İsrail askerini kaçırınca , karşılıklı roket atışları sonrası , İsrail , Güney Lübnan’ı tekrar işgale başladı.
Nihayet , geçtiğimiz ay , Birleşmiş Milletler koordinatörlüğünde yapılan anlaşma gereği , 16 Temmuz ‘da İsrail aralarında 28 yıldır esir olan Lübnanlı militan Samir Kantar’ın da bulunduğu 5 Hizbullah militanını , Hizbullah da , 2006 da kaçırdığı , 2 İsrailli askerin cenazelerini teslim etti.
Kısacası , insan aklının almadığı , tariflendiremediği bir vahşet sürüp gidiyor bu topraklarda. Gerçek olan şu ki ; Lübnan’ da çatışmalarda taraf olan gruplar , mutlaka bir kere aynı , bir kere de karşı safta yer almışlar. Öyle olunca da ; Filistin ve Ortadoğu sorunu , İsrail’in yayılmacı stratejisi , dünya kamuoyunu meşgul edip duruyor.

Lübnan dağları ile Anti-Lübnan dağları arasında sıkışmış Beka Vadisinden geçiyoruz. Yemyeşil dokunun etrafındaki dağların zirvelerinde hala kar var. Arada 150 km’ye yakın bir mesafe olmasına rağmen , sanki çok uzak ve başka bir ülkedeyim. Evler , insanlar bir anda değişti. Bekaa Vadisine hakim bir tepede mola veriyor otobüs. Yol kenarından Beka Vadisinin fotoğrafını çekiyorum. Uyanık market sahibi , bir ara 1 $ ‘ ı 1005 LL (*) den satmak istiyor bana , oysa 1500 LL olduğunu biliyorum. Beyrut ‘a ilerlerken , yol üzerinde , taş evler , şatolar , pancurları , bahçeleri güzel yerleşimler görüyorum. Uzunca bir sıra , bir tepenin sırtında gidiyoruz , seyre doyum olmayan manzaralar eşliğinde. Nihayet Lübnan’ın Akdeniz’i görünüyor. Sanki , her ülkede Akdeniz başka kimlik , başka karakter kazanıyor , o ülkeye benzemeye , karakterize olmaya çalışıyor bence. Aşağılarda Lübnan bayrağında da bulunan , meşhur sedir ağaçları uzanıyor. Aşağı inen virajlı yollardan , Akdeniz’e iniyoruz , yollarda Range Roverler , Mitsubishi jipler görüyorum. İçlerindeki sürücü kadınların hemen hepsi , birer artist gibi güzel ve bakımlı görünüşleri ile insanın gözlerini dinlendiriyor. Beyrut’a yaklaştıkça sanki bir Avrupa kentine giriyor gibi hissediyorum kendimi ama şehrin içine girince , bir çok binanın cephesinin , açılan ateşler neticesi delik deşik olduğunu görüyorum. Pek çok bina terkedilmiş , ama hemen yanlarındaki binalarda hiçbir şey yok. Sanırım, açılan ateşler bilinçli ve hedefli. Cadde boylarında devasa reklam panolarında , İstanbul’da hatta Avrupa kentlerinde bile görmediğim ölçüde şuh ve seksi kadın posterleri var. Beyrut’un hayli dışında bırakıyor otobüs. Kalmayı düşündüğüm oteller Beyrut’un iç savaşta en fazla yıkıma uğramış , ancak en güzel ve eğlenceli semti olan Solidere kesiminin Charles Helou. Yanımda da hiç Lübnan parası yok. Sora sora epey yürüyor , sonra Cola semtinden kalkan otobüslere binmek için Cola’ya giden bir minibüse biniyorum. Cebimde geri kalan Suriye liralarından 50 SP (*)denkleştirip uzatıyorum şöföre , bir yandan da , aynadan yüz ifadesini inceliyorum. Adam , önce şaşırıyor , sonra gülümsüyor. 2 km. ilerdeki Cola semtine geliyorum , rehber kitabım buradan Charles Helou ‘ya 13 ve 16 nolu otobüslerin gittiğini yazıyor. Ama yok , kime sorsam , otobüs olmadığını , ancak taksi ile gidebileceğimi söylüyor. Suriye paralarını küçük sayılarla telaffuz etmeye alışmış olmalıyım , Lübnan liraları binlerle ifade ediliyor. Az önce bir büroda 50 $ bozdurdum , 1 $ = 1500 LL . Bir taksiyi durduruyorum , Charles Helou’ya 10000 LL isteyince gözüm korkuyor , bir minibüs şöförünün yanına gidiyor ve “ Charles Helou , taksi ile kaç para “ işareti yapıyorum. Beni anlıyor , elimdeki az önce aldığım Lübnan paralarını istiyor benden , n’olacak diye veriyorum , taksi için 3000 LL ‘ yi ayırıyor , ısrar ederlerse 5000 LL verirsin diye , bir güzel işaretlerle anlatıyor .
Caddenin köşesine gelip taksi beklemeye başlıyorum , meğer gideceğim yerin ters istikametinde duruyormuşum , acemi kuş gibi , öyle olunca da , giden gelen taksiciler 10000 LL ‘ yi çakıyorlar , doğal olarak. Mevzi değiştiriyor ve annesi İzmir’li olan , düzgün bir şöför ile 5000 LL ‘ YE anlaşıp , Charles Helou caddesi üzerindeki Talal Otel’e geliyorum. Resepsiyondaki sempatik genç , odaların dolu olduğunu , yandaki odada kaldığını , kendisinden başka kimse de olmadığını söylüyor. Kabul ediyorum ( 8 $/gece ) . Yandaki meşhur Pansiyol El Nezih de dolu idi. Hoş geldin birasını içerken , Lübnan ‘ın son durumu ile ilgili bilgi almaya çalışıyorum. Durum sakinmiş , duyulan silah sesleri ile Mişel Süleyman’ın Cumhurbaşkanlığı kutlanıyormuş.

Terden kızaran gözlerimle Lonely Planet’in mikroskobik yazılarını okumaya çalışıyorum yarım saat sonra , Solidere’nin hemen yanındaki Şehitler Meydanında. Anladığım kadarı ile özgürlük ve umudu anlatan heykele o kadar çok silahla ateş edilmiş ki; heykeller kalbura dönmüş , birinin kolu kopmuş. Beyrut , Fenike dilinde “ kuyular şehri “ anlamına geliyor ve 5000 yıl boyunca pek çok medeniyete , özellikle Fenikeliler’e liman hizmeti vermiş. 551 yılındaki depremde yerle bir olmuş , daha sonra Müslüman Araplar’ın , 1109 dan 1291 yılına kadar Haçlı ordularının işgalinde kalmış , derken Memluk’lar. Yani , her dönem kültür ve ticaret kenti olarak , birilerine ev sahipliği yapmış. Tarih boyunca , Beyrut’un en utanç duyduğu çatışma ; 1975 yılında başlayan ve dönekliğin , kaosun , çıkar çatışmalarının Lübnan’daki değişik etnik kökenden ve dışarıdan gelen grupların arasında cereyan eden akıllara zarar dalaşmalar olsa gerek.
Az ilerde Ömer Camiini görüyorum. 12 . y.y ‘da Haçlı Şövalyeleri tarafından , John Baptist Kilisesi olarak yapılan bina , 1291 de Müslüman fethi ile camiye dönüşmüş. , içeri giriyorum, sessiz , tertemiz , sütunları ve taş duvarları ile Hristiyan kimliğini , yerlerde halılar ve cami girişindeki “ Ümmet-i Muhammed “ sancağı ile de ; İslam yönünü gösteriyor.
Şehitler Meydanı’nın tam arkasında yükselen Al- Amir camii , Refik Hariri’nin bulduğu fon ve yardımları ile yapılmış . 1970’lerin “ Ortadoğu’nun Parisi “ diye anılan Downtown veya Solidere semti , 1990 ’larda yeniden yapılanma faaliyetleri ile , 1980 ‘ lerin savaş izlerini silmeye çalışıyor. Beyrut’un gözbebeği Place de Etoil’e giden cadde üzerinde Ömer Camiini geçtikten , az sonra St. Elie Ortodox Katedrali gözüme çarpıyor , caddenin az içerisinde olmasına rağmen dikkat çekiyor , ancak restorasyon nedeni ile kapalı. Hemen yanında St. George Maruni Kilisesi var. Lübnan , dinsel ve etnik çeşitlilik açısından öyle zengin ki ; yasalar gereği Cumhurbaşkanı Maruni Hristiyan , Başbakan Sünni Müslüman , Meclis Başkanı da Şii Müslümanlar arasından seçiliyor. Lübnan nüfusu ; % 68 Müslümanlar , % 8 Dürziler , % 20 Maruni’lerden oluşuyor. Marunilik ; İ.S.4.yy’da Suriyeli keşiş Aziz Marun tarafından kurulmuş , Hristiyan Katolik inancı benimsemiş Süryani topluluğu olup anadilleri Arapçadır. St. George Maruni Kilisesinin de Haçlı seferleri sırasında yapıldığı biliniyor. Karşılıklı cafe ve barların dizildiği sokak , sağında Lübnan Parlamentosunun bulunduğu Place de Etoil’e çıkıyor , giriş ve çıkışlarda çok sıkı arama var , her seferinde , küçük sırt çantamı açıp , içindeki makine şarjörümü göstermek zorunda kalıyorum , keşke yanıma almasaydım çantamı. Hala iç savaşın izlerini silmeye uğraşıyorlar , meydanın hemen yanındaki bir binanın ağır makineli silahlarla delik deşik olmuş duvarları , yeni materyallerle kamufle ediliyor.
Parlamentonun bulunduğu meydan , Range Rover polis arabaları , hepsi yapılı ve havalı güvenlik görevlilerine rağmen , Batı atmosferinin hissedildiği bir yer. Şu ana kadar , İstanbul’daki turban ve tesettür giyimlerini hiç görmedim. Müslümanlar kadınlar , bizdeki sarılı , morlu , yeşilli hicap giysilerini değil , geleneksel siyah çarşaflarını giyiyorlar. Place De Etoil’de , Lübnan’da devam eden şenliklerin devamı olan bir konser var anlaşılan , TV ekipleri ve teknisyenler tesisatlarını hazırlıyorlar.
Haritama bakarak Roma Hamamlarına yürürken , gözüme giren güneş rahatsız edince , bir ara banklarında oturduğum St. Maruni Kilisesinde şapkamı bıraktığımı hatırlıyorum. Görevli fark ederek , bankın üzerinden alıp , görünür bir yere asmış. Roma Hamamlarını 15 dakikalık bir yürüyüşten sonra görüyorum. Ancak , hemen yanındaki lüks otelde düğün veya eğlence olmalı , askerler burada da ; barikat kurmuş. Ayrıca , 30-40 siyah gömlekli ve pantalonlu genç , Roma Hamamlarından otele giden yolu resmen etten duvar ile kapatmış. Burada, üst düzey bir yöneticinin seremonisi var anladığım kadarı ile. Velhasıl ; Mişel Süleyman’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinin yarattığı , bal ayı atmosferi , Lübnan’ın geleneksel , eğlence alışkanlığını körüklemiş , bu arada ben de , gerilmeden , ürkmeden karışıyorum mutlu Beyrut’luların arasına. Roma kültürünün ayrılmaz parçası olan Roma Hamamlarını uzaktan fotoğraflayabiliyorum ancak. Roma İmparatorluğunun , hamamlardaki sefahat alemleri neticesi çöktüğü söylenir hep , ne derece doğru acaba ?
Otelim , Place De Etoil'in , yaklaşık 500 m. yakınında , odama dönüp , biraz uzanıyorum . sıcak yüzünden , sabahtan beri bir paket bisküit’ten başka bir şey yemedim. İşin garibi , yemek de istemiyorum. Yanımdaki LL ‘ler bitti , hem hafif bir şeyler yemek , hem de para bozdurmak için , otelin arkalarına düşen cadde boyunca yürüyorum . Henüz hava kararmadığı halde bütün dükkanlar kapalı. Sadece , butik restoran ve barlar açık. İçeriden sohbet ve kahkahaların yükseldiği bu mekanlarda ; saksağan gibi tek başıma oturup yemek istemiyorum , zaten , döviz bürosu da kapalı. Caddenin karşısına geçip , denize doğru yürüyorum. Yürüdüğüm geniş caddenin altında bir hareketlilik var , otobüsler , insanlarla dolu. Anlıyorum ki; burası da Charles Helou otobüs garajı , bu iyi , çünkü otelin çok yakınında. Lübnan’ın deniz kıyılarının uzunluğu 200 km. kadar. Beyrut’ta kalarak , diğer kentlere , günübirlik gidip , dönmeyi düşünüyorum. Garajın karşısındaki bürodan , 50 $ bozduruyorum. Lübnan’da bütün ofisler 1 $= 1500 LL fiyatını uyguluyor , aldatılma riski de kalmıyor böylece. Danışmaya gidip , Beyrut’un kuzeyine buradan , güneyine Cola’dan hareket ettiğini öğreniyorum otobüslerin. Kararan hava ile başlayan hafif rüzgar biraz canlandırdı beni , Solidere ( Downtown da deniyor ) ‘nin gece alemini görmek için , tekrar Şehitler Meydanının önünden geçerek , Place De Eto’ile yürüyorum. Caddelerde trafik şişmiş , gençler cadde kenarlarında gruplar halinde toplanmış , sohbet ediyorlar , özel projektörler Beyrut semalarını tarayarak ışık oyunları yapıyorlar. Güvenlik görevlileri artan kalabalık ile daha dikkatli ve sert olmuşlar. Her köşeden , yüksek volümlü müzik sesleri , çığlıklar yükseliyor. Meydandaki kafelerde boş masa yok , her yer dolu , her yer neşeli. Roma Hamamlarına doğru yürüyorum , konseri yukarıdan izlerim diye. Karanlıkta iri yarı bir askerle , göğüs göğüse geliyorum. “ Memnu “ diye bağırğıyor . Adam , kararlı , caddeden içeri bile sokmayacak anlaşılan. Otelin tam karşısında , denize uzanan caddede , az önce , sandviç dükkanı görüştüm. 1960 ‘dan beri , sandviç yapan Makhlouf ‘un yeri imiş burası , iyi diyorum , zehirlenirsem , böyle bir yerde zehirleneyim. Bizdeki dürümün içine , haşlanmış tavuk , domates , ketçap koydurup , bir cola ile keyifle yiyorum. Akşam saatleri oldukça kalabalık , içeride kızlı erkekli gruplar , şamatayla bir şeyler yiyor , dışarıda , küçük bir masaya çöküp , orucumu bozuyorum. ( 4000 LL ). Banyo yaptıktan sonra , kolum kanadım düşüyor , yarın Lübnan keşifleri başlayacak. Yatıyorum.


31.05.2008 ( BEYRUT - TRİPOLİ - JUNİE - HARİSSA )

Bugün , programımda Lübnan’ın kuzeyindeki Tripoli’ye gitmek var. Dün yerini öğrendiğim Charles Helou otobüs garajına gidip , otobüs biletimi alıyorum ( 4000 LL ), Conex firmasının çok konforlu otobüsü ile , Akdeniz’e paralel kuzeye doğru ilerliyoruz. Akaryakıt istasyonlarında fiyatlara bakıyorum ; 3000 – 3500 LL , yani iki doları geçmiş, Türkiye ile at başı gidiyor fiyatlar. Geçtiğim her yerde , Cumhurbaşkanlığının , kazasız belasız seçilmesinin ifadesi Lübnan bayrağını temsil eden geniş şeritler , bantlar , flamalar , Mişel Süleyman’ın rütbeli , rütbesiz fotoğrafları çarpıyor gözüme. Lübnan’ın en kalburüstü yerleşim yeri olan Junie’ye yaklaştıkça , ultra lüks jiplerin satıldığı galeriler ve restoranlar dizilmeye başladı yol boyunca. Öyle çok Makhtouf Restoran görüyorum ki ; otelin karşısındaki garibim Makhtouf , bunların yanında , Eminönü’ndeki büfeler kadar bile yıldız alamaz. Denizden aniden yükselerek bizim Karadeniz sahillerini andıran dağlar , sedir ağaçlarının aralarına serpiştirilmiş binalarla dolu , ama hiç , gelişigüzel ve düzensiz yapılaşma batmıyor gözüme. Sabahın erken saatlerinde , otobüsten Akdeniz’i seyrediyorum , henüz sakin ve uykuda.

Jbail ( Bibylos ) ‘u geçtikten sonra trafik rahatlıyor. Akdeniz tertemiz , kıyıda , uzun kamışları ile balık avına çıkan insanlar dizilmişler. Yol çift şerit , gidiş- gelişli oto yol. Tripoli’ye yaklaştıkça çimento fabrikaları , sanayi tesisleri çoğalıyor , çevre güzellikleri de kayboluyor , binalar özensizleşmeye , göze batmaya başlıyor. Tripoli’ye yoğun trafik ile giriyoruz. Abdülhamid Karami Meydanında iniyorum. Meydana çıkan yolların başlarında tanklar var ve çoğunun üzerinde eski genel kurmay , şimdi cumhurbaşkanı olan Mişel Süleyman’ın posterleri asılmış. Tripoli ( Trablus ) , Beyrut’un 85 km. kuzeyinde , Müslümanların yoğun olduğu ve çarşıları , kervansarayları , cami ve medreseleri ile tipik İslam şehirlerini andıran , Memluk dönemi eserlerle dolu bir kent. Aynı zamanda , Sunni- Şii çatışmasının sık yaşandığı , gerilimin eksik olmadığı , 350000 kişilik nüfusu ile Lübnan’ın ikinci başşehri denen bir kıyı şehri. Tell Meydanına doğru ilerliyorum , Beyrut’un büyülü dokusu , yerini ; İslam motiflerinin , İslam kılık ve kıyafetlerinin ( maalesef pisliğinin ) ağırlık kazandığı bir karaktere büründü. Meydanın ortasında ; 2. Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yıl dönümü nedeni ile dikilmiş 30 m. yüksekliğinde bir saat kulesi var. Bütün Kapalıçarşı ve eski hanlar , kervansaraylar bu meydana açılıyor. Altın çarşısı , baharatçılar , sabuncular , sakatatçılar çarşıları hep burada. Giyim , balık , sebze , meyve satıcıları kıyameti koparıyor , mallarını satarken.
Tripoli’nin en eski eserlerinden biri Mansuri Büyük Camii , 1316 yılında St. Mary Kilisesinden çevrilmiş , yapılışı yine Haçlı ordularına tarihleniyor. Ancak , şu anda köklü bir restorasyon var , toz bulutları arasında avlusunda dolaşırken , beyaz gömlek , beyaz pantolon ve ceketli bir adam yanıma yaklaşarak Fransızca bir şeyler söylüyor , Türk olduğumu söyleyince de ; motor gibi bir İngilizce ile annesinin Türk olduğunu ( enteresandır , karşıma kim çıksa , Türkler’le bir akrabalığı oluyor , bunu emperyal köklerimizde mi , yoksa , bir pazarlama taktiği olarak mı algılamalı bilemiyorum ) , rehberlik yapabileceğini söylüyor , elimdeki 700 sayfalık rehber kitabımı görünce , kale ve çarşıların bulunduğu bölgeyi tarif etmekle yetiniyor .
Buradan Sabun Hana giriyorum , değişik kokulu , şekilli sabunlar , dükkanların önündeki ambalaj sandıklarına bakılırsa , pek çok ülkeye ihraç ediliyor. Tesbih şeklinde yapılmış , canlı renk ve kokulardaki sabunlar dikkatimi çekiyor. Az ileride uzanan , etrafı beton kanallarla kontrol altına alınmış Abu Ali nehrinin yanındaki Ömer El Murtasi Camiinin kapısı önünde , değişik bir mimariye sahip minaresini seyrediyorum. 1315 yılında yapılmış , yanında da medresesi var.
Fotoğraf makinemin kemerime takıldığı parçası kopmak üzere , Tripoli’nin kalabalık sokaklarında yer alan küçücük bir dükkandaki ayakkabı tamircisine gösteriyorum. Beni , alçak tabureye oturtup , birkaç dakikada dikiyor. Ne ödeyeceğimi işaret ediyorum , kullandığı dikiş makinesinin Türk malı olduğunu , onunla ekmek yediğini anlatmaya çalışarak , tüm ısrarlarıma rağmen para almıyor.
Bastıran sıcak , Tripoli kalesine çıkan yolu tırmanırken kan ter içinde bırakıyor beni. Haçlılar tarafından 1104 yılında yapılan kale , her ele geçirilişte yeni bir kapıya kavuşmuş , şu anda Osmanlı , Memluk ve Haçlı kapıları var. 7500 LL bilet ücreti. Tripoli sahillerinin bulunduğu semtin adı Al Mina yani liman. Halkın akşam üstleri burada dolaşıp , hava aldığını okuyunca , yürüyerek giderim diye düşünüyorum. Yürüyorum yarım saat kadar , kime sorsam , “ uzak , taksi ile git “ diyor. Bir taksiyi durdurup 1000 LL ‘ye anlaşıp biniyorum , şöför Türk olduğumu öğrenince “ no masraf , para almak “ demeye başlıyor. Al Mina’yı araba ile dolaşıp , kentin meşhur tatlıcısı Abdurrahman Al Halabi’ye götürmesini söylüyorum , zorla 2000 LL verip, tatlıcı dükkanının serinliğine sığınıyorum. Altı küçük parçadan oluşan , üzeri kaymaklı , bizim ekmek kadayıfını andıran tatlıdan , sonra da , çocukluğumuzda sokaklarda peşinden koştuğumuz , üzeri fıstıklı , Şam tatlıdan alıyor , üzerine de şekersiz bir zencefil çayı içiyorum. Zira , tatlılar öyle tatlı ki ; durmadan su içtiğim halde kesmiyor. 8500 LL hesap ödeyerek , Abdülhamid Karami meydanına yürüyor ve Connex firmasının otobüslerinin kalktığı terminali buluyorum. Niyetim , Beyrut yolu üzerinde Junie ‘de inip , teleferikle Harissa ‘ya çıkmak. Az sonra , güler yüzlü muavin herkese , 500 LL iade ediyor , önce anlayamıyorum , dayanamayıp soruyorum , meğer ; lüks otobüs yerine daha konforsuz bir otobüse aktarıyorlar ( ki ben hissetmedim bile ) yolcuları , bu nedenle aradaki farkı tazmin ediyorlarmış. Akdeniz sahilleri lüks tekneler , jetskiler ile kıpır kıpır. Çılgın ve sinirli bir şöföre teslim olduk , deliler gibi gidiyor , söyleniyor kendi kendine. Yanımda oturan kadına “ Junie’ye gelince hatırlat , Harissa’ya çıkacağım “ diyorum. Harissa lafını duyunca gözleri parlıyor , Fransızca bir şeyler söylüyor , ben de anladı herhalde diyorum. Az sonra inmek için kalkınca , ben de arkasından hareketleniyorum , bu sefer de , peşine takılacağım diye şaşırıyor. Bu kez çılgın şöföre söylüyorum , “ tamam “ der gibi başını sallıyor. Biraz ilerledikten sonra , yanda oturan yaşlı bir aile beni göstererek şöföre bir şeyler söylüyor , o da hatırlayarak , tam istediğim noktada , köprünün ayağında duruyor. Önce , Junie sahillerine yürüyorum , halka açık bir tek yer yok , plajlardan bilet ile veya abone sistemi ile giriliyor. Göz karartıp , bir plajın kapısından içeri dalıp , ortalığa bir göz atıyorum , bu kadar güzellik , “ backpacker “ bir gezgin olarak beni bozar düşüncesi ile fazla oyalanamadan dışarı atıyorum kendimi. Yukarılarda küçücük görünen Our Lady of Lebanon heykelinin bulunduğu , 650 m. yükseklikteki Harissa’ya , uzanan teleferik istasyonuna doğru göz kararı ilerliyorum , hatlarını izleyerek. Tam öğle saati , sokaklarda kimseler yok , her tarafımdan ter fışkırıyor. Bir dükkana giriyor ve istasyonu soruyorum , Yusuf ismindeki genç çocuk dışarı çıkıp tarif ederken , İngilizce , Türkmüsün ? Rus mu ? diye soruyor. 20 sene önce Gaziantep’ten gelmiş , annesi Lübnan’lı imiş. Bırakmıyor beni , dükkana girdiğimde , üzerindeki eteğin dikiş provasını yaptığı kadın , ortada öylece kalıyor. Türkiye’den pantolon getirtmeyi düşünüyormuş , “ anlamam ama senin için öğrenir , mail’le bildiririm “ diyorum. Yarın Bekaa Vadisine ben götüreyim beraber gezeriz diyor . Otel adresini ve saati bildiriyorum. Bir yandan da gözüm , Maruni Arap kadınında , orta yaşlı olmasına rağmen öyle güzel , öyle bakımlı ki . Ölçü alma işlemi biten kadın , yanındaki genç kızını arkaya oturtarak , beni yanına alıyor , Range Rover jipi ile teleferik istasyonuna bırakmak üzere hareket ediyoruz. Dayanamayıp soruyorum , neden Hristiyan Maruni Arap kadınları , Müslüman Arap kadınlarından daha bakımlı ve albenili ? Müstehzi bir gülümseme ile yetinip , cevap vermiyor. Teşekkür ederek iniyor ve el sallıyorum.
Hayret , teleferik kablosunda kopmalar olmuş , bir hafta çalışmayacakmış . Lüks bir jip ile gişelerin yanında pusuya yatmış bir adam beliriyor yanımda , 25000 LL ‘ye Harissa’ya çıkarabileceğini söylüyor , 10 $ ‘a anlaşıp biniyorum. Bugün hafta sonu olduğu için , Harissa’ya çıkan asfalt yolun üzerindeki , kafe ve restoranların önü araç dolu. Our Lady of Lebanon heykeli gerçekten çok görkemli. 19. yy sonlarında inşa edilen ve heykelin etrafını tavaf edercesine , spiral merdivenlerle çıkılan anıt Hristiyan Katolik Maruni Arapların çok saygı duyduğu bir yer olmalı , tertemiz , modern giyimli kadınlar , erkekler doldurmuş , heykelin önündeki parkı. Heykelin bulunduğu platformdan aşağıda Junie sahilleri , Beyrut’a kadar görünüyor , ne var ki ; fotoğraf için , günün en kötü saatleri , istediğim fotoğrafları alamıyorum , dik ışıklar yüzünden. Beni bekleyen jip sahibi , kalabalık arasından görünce yanıma geliyor ve geldiğimiz yollardan aşağı iniyoruz. Yol üzerinde bekleyen minibüslerden birine binerek ( 1500 LL ) , Ermenilerin yoğun yaşadığı bir semtte iniyor , Gauroud caddesi boyunca , hava kararana kadar , yürüyerek otele geliyorum. Sonra da , geç saate kadar , Solidere’nin karanlık sahilinde yürüyorum. Yorgunluk ve banyo halsiz bırakıyor beni , bir gayret ederek notlarımı yazıyor ve yarınki güzergahım Saida’ya hazırlanmak üzere uykuya dalıyorum.

01.06.2008 ( BEYRUT - SAİDA )

Gece , derin uykularda yorgunluk atarken , odanın kapısı hızla açıldı , genç bir Japon , bir yatağın üzerine çantasını fırlattı , göz göze gelince de , başladı ahiret soruları sormaya , baktım uzayacak , arkamı dönüp uykuya devam ettim. Oysa , müstakil oda gibi rahat ve huzurlu idi şimdiye dek. Yarın , ilk boşalan odaya geçmem gerekecek anlaşılan.
Şimdiye kadar , yurt dışında tanıştığım Türkler istisnasız ektiler beni , bu nedenle dün Junie ‘ de , bugün buluşup gezme vaad eden Yusuf ‘u da pek ciddiye almadım. Yine de , söz verdiğim saat olan 10.00 ‘a kadar bekledim , tabii ki; gelen giden yok.
Saida’ya gitmek için , Cola garajına gitmem gerekecek. Bu gün de Beyrut’ta Barış Koşusu var. Solidere’de , Şehitler Meydanına çıkan yolları , güvenlik görevlileri barikatlarla kapatmış. Mecburen , koşu güzergahının , barikatların bittiği noktaya kadar yürüyor , bir taksiye biniyorum ( 2000 LL ). Cola garajı Solidere’den 7-8 km. uzakta. Şöför , efendi bir adam , onbeş gün önce Türkiye’den geldiğini , İstanbul’da Sirkeci’de bir otelde kaldığını , Efes ve Kuşadasını çok beğendiğini , ama Efes giriş ücretinin çok yüksek olduğunu anlatıyor. Saida minibüslerinin kalktığı köşeyi de göstererek indirdi beni. Minibüs epey bekledikten sonra , Saida’ya hareket ediyor , 48 km. yol , 1000 LL , yani yaklaşık 1 YTL . Beyrut çıkışı , genellikle Filistinlilerin yaşadığı bölgelerde sefalet görüntüleri başladı. Bir meydanda kocaman bir İran bayrağı panosu , yanında da , Hizbullah lideri Nasrallah , Humeyni ve diğer İran liderlerinin posterleri var.
Akdeniz sağımda bu kez. Günlerden Pazar , Lübnan’da diğer Arap ülkelerinin aksine Cumartesi- Pazar hafta tatili . Bu nedenle herkesin elinde plaj çantaları , denize gidiyorlar. Muz bahçelerinin arasında uzanan yol boyunca dizilmiş plajlarda inenler , binenler hiç bitmiyor. Plajların bir kısmı “ beach “ olmuş , dışarıdan izole , konforlu , bir de halk plajları var , bunları tel örgü ve kamış perdelerle çevirmişler.
Kalabalık bir meydanda iniyor herkes , ben de iniyorum. Saida , daha bir Akdeniz İslam görüntüsü veriyor ilk intiba olarak ve sanki Mağrip ülkeleri karakteri taşıyor. Haritaya bakmadan , rastgele yürümeye başlıyorum , biliyorum ki ; eninde sonunda deniz kenarına çıkacağım. Dar sokaklar , kapalı çarşılar , bildik tanıdık atmosfer içinde ilerliyorum , ancak , hafta tatili nedeni ile olmalı , her yer çok kalabalık , adım adım ilerleyebiliyorum , boğucu ve nemli sıcağın hakim olduğu sokaklarda. Binalardaki taş duvarlar daha belirgin ve kesin hatlara sahip, hani Alaçatı taşları hemen belli eder kendini ya , burada da , Saida’da farklı bir taş rengi ve hattı ile karşılaşıyorum. Bir çok Abbara’dan (*) geçerek , Hizbullah ve Yaser Arafat’ın resimlerinden Filistin’li göçmenlerin barındığı dar sokaklarda perişan evlerin önünden yürüyorum. Bu bölgelere Lübnan güvenlik güçlerinin giremediğini okumuştum. Ama ; bana ne karışan oluyor , ne de bir şey söyleyen. Sağda bir cami avlusu görüp giriyorum , geniş , sessiz bahçesindeki taş döşeme ve duvarlar sıcaktan yanıyor , bir gölgeye sığınıyor , nefesleniyor , sonra da , üç yaşlı insanın Kur’an okuduğu caminin içine giriyorum. Kalın taş duvarlar ve tavandaki aspiratörlerin yarattığı serinlik ilaç gibi geliyor. Kitabesini ( Atalarının dilini öğrenmekten mahrum edilen bir Türk olarak ) anlayamadığım için , birine soruyorum , “ Keshiye Camii “ gibi bir şeyler söylüyor. Daracık sokaklar , sürpriz dolu tünellerden geçerek , dolaşıyorum Saida’nın bir çok şeyler fısıldayan sokaklarında. Kendi ülkemde , yanımıza fazla yaklaşandan huylanır , gece , geç saatlerde sokağa çıkmamak için bahane yaratırken , Lübnan gibi , adı tehlikeliye çıkmış bir ülkede , dün akşam geç saatlere kadar , hiç çekinmeden dolaşabilmiştim. Gölgesi bol dar sokaklardan biri , bir meydana çıkarıyor beni. Meydanın bir cephesinde cami var , yanında da , shwarma (*) yapan bir büfe. Önce oraya yönelip , bir shwarma ile ayran alıyorum.(2500 LL.) Televizyonda Hizbullah liderlerinden biri , alışılmış ajitasyon tonu ile İsrail’i tehdit ediyor anlaşılan. Caminin adını soruyorum , 1201 yılında inşa edilmiş , Saida’nın en eski camii olan Bab as Saray Cami burası. Sık sık yenilenmiş olmalı , zira yaşını hiç mi hiç göstermiyor. Yine dar sokaklarına dalıyorum , burnuma , rüzgarın getirdiği balık ve iyot kokusu geliyor. Nitekim karanlık bir abbara’dan sonra , Han el Franj ( yabancılar hanı ) ‘nın önünde buluyorum kendimi. 17. yy ‘ da yapılmış , bilinçli bir revizyon sonrası , çok huzur verici bir yer olmuş. İki katlı hanın üst katları henüz boş , zemin katta , masalar üzerinde , yerel ürünler , (baharat , sabun , zeytinyağı , gülsuyu) telaşsız , sessiz teşhir edilip satılıyor. Hepsinin üzerinde fiyat etiketleri var. Orta avluda , büyük bir şemsiyenin altında , kadınların hamur işi ve yiyecek sattıklarını görüyorum. Birer kıbbi ( içli köfte ) alıyorum ( 2000 LL ), genç kız bir fincan da Arap kahvesi getiriyor bana. Tertemiz mekan , tertemiz servis şaşırtıyor beni. Yanımda oturan kadınla konuşuyorum ; satıcı kadınlar Saida’nın yukarılarındaki Chouf dağlarının köylerinden geliyorlarmış. Chouf Dağlarında genellikle Durziler yaşıyor. Dürziler , Şiiliğin , İsmailiye kolundan olup , 10. yy’da kurulmuş bir mezhep. Dürüstlük , kardeşlik , yaşlıya saygı , diğerlerine yardım , vatanı koruma , tek tanrıya inanma , ana ilkelerinden olup , İslam dinince reddedilen reenkarnasyon’a da inanırlar. Suriye ve Lübnan’da yoğun olarak yaşarlar , sayıları en fazla bir milyon olarak tahmin edilmektedir. Saida’nın sembollerinden , 13. yy ‘da Haçlılar tarafından , küçücük bir ada üzerine yapılan ve Araplar tarafından da karaya bağlanan bu kalenin orjini , Fenike tanrısı Melkart’a adanmış olan bir tapınağa dayanır. Han el Franj’ın yanıbaşındaki Ömer Camii de Haçlılar tarafından yapılan bir kilise iken , 13. yy’da camiye çevrilmiş , tipik İslam mimarisine ve minaresi üzerindeki ağır makineli silahların açtığı yaralarla da geçmişin acı izlerine sahiptir. Sıcak kademe kademe yayılıyor , Saida’da fazla oyalanmak istemiyorum , ama serin abbaralar da , gel burada rahat edersin diyerek ayartıyorlar sanki beni.
Solidere’deki güvenlik kuvvetlerinin hepsi Amerikan askerleri gibi , bakımlı ve havalı iken , dün Tripoli , bugün de Saida’da gördüğüm gibi askerler ve araçlar dökülüyor.
Neyse ; minibüse biniyorum , dura kalka Beyrut’a geliyor , Cola ‘da iniyorum , hava sıcak , mesafe uzun ama , bir kenti tanımanın en iyi yolu sokaklarında yürümek bence. Başlıyorum yürümeye , niyetim Rawsheh Kayalıklarını görüp sonra kentin içlerine Manara ve Al Hamra’ya girip , buraları dolaşmak . Gerçi , buralar daha çok , geceleri hareketleniyor ama , genel kompozisyon hakkında , gündüz de , ip uçları bulmak mümkün olabilir düşüncesindeyim. Sahil boyunca yürüyorum, her yer kalabalık, sahilde park edecek yer yok , deniz yüzen insanlarla dolu , bağırışlar ve kahkahalar geliyor devamlı. Rawsheh Kayalarının önüne geliyor , fotoğraflıyor , bir şişe su alarak ( 1000 LL ) Manara sahillerine yürümeye devam ediyorum. Daha sonra sırtımı denize dönerek , içerilere , Al Hamra caddesine giriyorum. Sokak başlarında mevzilenmiş tankların gölgesinde askerler miskin , bedbin oturuyorlar. Anlaşılan , Solidere’den sonra iç savaşın en yoğun yaşandığı yerlerden biri burası. Açılan ateşlerle yarı yarıya yanıp yıkılmış binalar , delik deşik olmuş duvarlar , yanmış arabaların yanından geçiyorum. Bu binalardaki , Hristiyan ve Müslüman komşular iç savaş sırasında neler yaptılar , neler düşündüler , savaşın hain ve acımasızlığı ürpertiyor , keyfimi kaçırıyor bir anda. Hamra’ya yaklaştıkça , lüks mağazalar ve oteller başlıyor. Bir hediyelik eşya mağazasında Bekaa Vadisindeki Baalbeck’i betimleyen küçük bir tablo alıyorum. (12000 LL). Hamra caddesinin sonuna kadar yürüyor , yanıp yıkılıp delik deşik binaların arasına sıkışmış , Batı kopyası bar ve mağazalar hoşuma gitmediği için paralelindeki başka bir caddeden tekrar Manara sahillerinin Akdeniz kokulu rüzgarlarına çıkıyorum. Ne kadar ferahlatıcı , tanıdık bir rüzgar , yüzüme çarpan , oysa Suriye’de Palmyra’da esen çöl rüzgarı ne kadar yabancı , tedirgin edici gelmişti bana . Sahile paralel devam eden yol boyunca yürüyorum , üzerleri yeşil , yosun kaplı küçük adacıklar arasında keyifle yüzüyor Beyrut’lular, deniz kenarında oturanlar ise önlerindeki Şark kültürünün olmazsa olmazı nargilelerini içiyorlar , kısık gözlerle bir yandan da denize bakarak. El Manara’dan Beyrut marinasının bulunduğu bölgeye , yani Solidere ( yahut Downtown )’ye kadar uzanan palmiye ağaçlarının dizildiği Cornish , İzmir’in Kordonboyunu hatırlatıyor.
Saida minibüsünden indiğim Cola’dan yaklaşık 10 km. yürüyerek Beyrut sahillerini , geniş bir yay çizerek dolaşıyor , Solidere’nin , Hizbullah kontrolundaki ara mahallelere dalıp çıkarak , sonunda otele geliyorum. 1.5 saat kadar dinlenip , saat 20.00 ‘de yemek için çıkıyorum. Niyetim , Talal Otelin arkalarına düşen Gauroud caddesinde yemek yemek. Gündüz kapalı olan bar ve restoranların tümü açılmış , loş ışıklar altında romantizm atmosferi altına sığınacak Beyrut dilberlerini bekliyorlar. Bakıyorum , görebildiğim kadarı ile ön masadakilerin önlerinde genellikle shwarma var , içerideki volümlü müzikten vurgun yememek için , soluğu yine Makhlouf’un dükkanında alıyorum. Ayakkabı büyüklüğünde bir shwarma ile pepsi alarak , dışarıda küçük bir masaya ilişiyor ( 5000 LL ) ve Lübnan’a girdiğimden beri izlediğim şık , alımlı ve lüks yaşamın kaynağını , Maruni kadınları düşünerek , shwarma’mı dişliyorum.

02.06.2008 ( BEYRUT - BEKAA VADİSİ - BAALBECK - ZAHLE )

Saat 07.00 ‘de kalkıyorum , vücudum yeni yorulmalara , hırpalanmalara katlanacak kadar dinlenmiş , her şeye rağmen. Güneş iyice yükselmeden Baalbeck ‘e varmak istiyorum. Bu gezide Lonely Planet ‘in otobüs ve minibüs garajlarının , hemen hiçbirisi doğru çıkmadı , Suriye’de de böyle oldu , Lübnan’da da aynı. Kitabım 2006 yılı ve son baskı. Demek ki ; bu ülkeler yeniden yapılanma sürecinde , alt yapılarında düzeltmeler yapıyorlar. Nitekim , dün akşam otel sahibi ile , sohbet ederken Baalbeck minibüslerinin Cola’dan değil , Şatillla ‘ dan kalktığını söylemişti. Saat 08.00 , caddeler araç dolu , trafik kilitlenmiş bile. Şehitler Meydanına kadar yürüyerek , bir servis taksi ( taksi dolmuş ) ‘a biniyorum. ( 2000 LL ). Bir sürü dur kalktan sonra ( Allahtan İstanbul’dan aşinalığım var ) Şatilla Meydanında iniyorum.

Şatilla Meydanı Lübnan’ın kurtarılmış bölgesi gibi. Sanki , İran topraklarındayım. Tarif edilen noktada bekliyorum , hiçbir aracın Baalbeck’ e gitmeye niyeti yok gibi. Neyse , bir şöför elini sallayarak “ gel “ diye işaret ediyor , ben , Baalbeck ‘e götürecek derken , az ileride başka bir meydana getirip , Baalbeck ‘e giden yeşil minibüslerin hareket ettiği köşeyi göstererek 1000 LL alıyor. Bir minibüse biniyorum , gözlerim bağlı olsa , bir fırının içinde olduğuma hükmedeceğim. Şöför , aşağıda gelen geçeni nerede ise , zorla bindirecek , ama hiç ilgilenen yok. ( 6000 LL ). Beklerken , Şatilla Meydanında insan manzaralarını izliyorum. Yoksul Filistinliler , ellerinde torbaları , battaniyeleri , köşe başlarında oturmuş , gündelik iş bekliyorlar. Genelde , yılgınlık , pejmürdelik hakim yüzlerde. Suriye’den gelirken mola verdiğimiz , Şutura’nın rampalarını , çekişmeli ve riskli sollamalarla bitiriyoruz. Şutura’dan sonra Beyrut’un kirli ve egzostlu havası , yerini , Lübnan ve Anti-Lübnan Dağlarından esen temiz bir esintiye bırakıyor , trafik de rahatlıyor bu arada. Kontrol noktalarında tanklar var , askerler , büyük bir ciddiyetle araçların içindekileri ve kimliklerini inceliyorlar. Zahle ‘ye giriyoruz , trafik yine yoğunlaşıyor ve Lübnan topraklarında kontrol Suriye polisi tarafından yapılıyor. Bekaa Vadisi , günlerdir topladığım bilgilerden sorunsuz bir yer olduğunu öğrenmeme rağmen , gizliden gizliye tedirgin ediyor beni. Hizbullah’ın kampları burada diye biliyorum. Uzun yıllardır Suriye’nin kontrolunda. Suriye ile aramızın açık olduğu Hafız Esad döneminde PKK , Bekaa Vadisine yerleşmişti, Abdulah Öcalan da Zahle’de kalıyordu. Yanlış hatırlamıyorsam , Öcalan Zahle’de basın toplantıları yapıyordu , hatta bir keresinde tek taraflı ateşkes ilan ettiğini duyurmuştu. Suriye yönetimine yapılan ısrarlı talepler sonucu , kamplar kapanmış , liderleri sınırdışı edilmiş idi. 20 km. genişliğinde , 200 km. uzunluğunda , Lübnan ve Anti-Lübnan sıradağlarının arasında , klima olarak , toprak olarak verimli , suyu bol vadi , özellikle Lübnan iç savaşından sonra , İran’ın gönderdiği Şii Devrim Muhafızları ile giderek muhalif ve İslamcı grupların mekanı oldu. Asala’nın , JCGA ( Ermeni Soykırım Adalet Komandoları ) örgütünün kampları da buralarda idi , Alaaddin Çakıcı ile Abdullah Çatlı’nın , Beka Vadisindeki şer odaklarına düzenledikleri operasyonlarla , devlet mekanizmasına girdikleri söylenir. Neticede , bunları düşünürken nasıl bir ortama gireceğimin telaşını yaşıyordum. Ama , görünürlerde , ne çadır , ne kamp var , Hizbullah mensupları Bekaa’da yerleşik düzene geçmiş olmalılar , Zahle’den sonra , her tarafta Hizbullah’ın flama ve lider fotoğrafları çoğalıyor. İran’da her adım başı rastladığım , yardım kutularından burada kaldırımlarda da var. Nihayet Baalbeck’e geliyorum. Çevre düzenlemesi , bordür çalışması var , ana cadde Abdül Halim Haccar ‘ da. Cadde üzerinde , mavi çinili minareleri ile Şii uslubunda bir cami görüyor ve ilerliyorum. Ana cadde boyunca Hizbullah’ın kaleşnikoflu amblemi ve Nasrallah ile Humeyni’nin posterleri eşlik ediyor . Girişindeki levhada , Hüseyin’in kızı ( Khawla ? )’ nın , cami içinde , türbesinin olduğu yazıyor. Ürkek , sandaletlerimi çıkarıp giriyorum içeri . Tipik bir Şii camii ve türbesi burası , tavanı kaplayan sırça , cam ve ayna süslemeleri ile. Ben sağa sola bakarken , bir genç geliyor yanıma , çantamın içini arıyor . Onu ve kendimi rahatlatmak için , geçen yaz , İran’ı gezdiğimi Şah-ı Çerağ ‘ a gittiğimi , buraya da Şam’dan geldiğimi , burada da Seyide Zeynep ve Seyide Rukiye türbelerini ziyaret ettiğimi söyleyince , yüz hatları gevşiyor , ben de türbenin parmaklıkları arasından 1000 LL atarak dostluğumuzu perçinliyorum !. Karşımdaki kürsüde , Hizbullah’ın kaleşnikof’lu amblemi var , yadırgıyorum , camide bir siyasi parti ve örgütün amblemini , ama Lübnan çok zor bir bilmece , ve sanırım bu cami Hizbullah militanlarının toplantı yaptıkları mekan. Dışarıdaki küçük mağazada Şii öğretileri , liderlerin kitap ve CD leri satılıyor. Gerçi , bu arada şunu da , söylemeliyim kısıtlı da olsa , görüştüğüm Müslüman Lübnanlılar , “ Hizbullah da olmasa , Lübnan’ın İsrail’e ilhakını önleyecek kimse yok “ anlamında konuştular benimle.
Baalbeck kalıntılarına yürüyorum , antik dönemde bilinen adıyla “ güneş şehri “ . Venüs Tapınağı ile Bacchus ve Jüpiter tapınaklarını aradan geçen yol ayırıyor. Venüs Tapınağında kazılar halen devam ediyor , kızgın güneş altında , ağır çekim çalışan işçiler görüyorum. Görünürde turist olmayınca , ortalıktaki rehberler , satıcılar , ellerindeki gizli ( sahte ) antik obje ve paraları el altından satmaya çalışan uyanıklar sarıyor çevremi. Baalbeck , dünya harikaları ve dünya koruma mirası listesinde yer alan çok önemli bir yer ve Lübnan’ın en önemli turistik yeri.
Suriye polisleri oldukça havalı motosikletleri ile devriye gezerken , köşebaşlarında da üniformalı Lübnan askerleri gözüme çarpıyor. Orta Doğu’nun akla zarar hendekaplar yumağı olduğunu unutmamak lazım. Müze girişinin karşısında , taş duvarlarla çevrili duvarların ardında , bir bahçe ile bahçeye cepheli , ahşap işlemeli pencereleri olan bir bina görüyor ve duvarların rüzgara set çekmesinden dolayı , hamama dönerek ısınmış zemin taşlarından yayılarak , yüzüme vuran sıcaklık ile ter içinde , içeri giriyorum. Emevi Camii imiş burası , cami içinde bir köşede , bir zamanlar harabe halindeki binanın Korint sütunlar üzerinde , ahşap konstrüksiyon ile güzel ve etkileyici bir cami haline geldiği , fotoğraflarla anlatılıyor. Gördüğüm tüm Emevi Camilerindeki gibi , burada da ; ahşap minberin inceliğine hayran oluyorum.
Bekaa Vadisine gelince , Zahle’de nehir boyunda dizilmiş restoranlarda yemek yemeden geçilmeyeceğini , her okuduğum kaynak ısrarla vurguluyor. Zahle’de yemekten sonra Beyrut’a dönerim diyor ve kan-ter içinde minibüsün dolmasını bekledikten sonra Zahle’ye hareket ediyorum. ( 2000 LL ). Yanımdaki Arap gence “ nehr- restoran “ deyince , derdimi anlıyor ve Zahle girişinde , bir köşede inmemi işaret ediyor. Restoranları soruyorum , herkes “çok uzak , taksi ile gitmen gerek “ der gibi yapıyor. Eski model bir Mersedes taksiye biniyorum , Zahle ‘nin sessiz sokaklarını inleterek beni nehir kıyısında Bardouni semtinde, restoranların başladığı noktada indiriyor ( 2000 LL ). Mhanna restoranı seçiyorum , belki de bir garson ordusuna sahip olduğu için. Lübnan Dağlarının tepelerinde hala kar var , eriyen karlar , sol tarafımdaki dereden tatlı bir şırıltı ile akarken , ortamı da serinletiyorlar. Burada , yalnız olmamak vardı , Lübnan mezeleri , bir şişe arak (*) ve su sesi ile küfelik olmak vardı , ama bu sıcakta , bir tek arak içmeyi bile düşünemiyorum.
Elinde menü ile gelen şef garsona “ önce Lübnan mezelerinden getir “ diyerek , tabule ( maydanoz kıyılmış bulgurlu salata) , mohammara (cevizli salçalı meze ) , kıbbi ( içli köfte ), labne ( peynir sertliğinde şahane süzme yoğurt ) ve doğu salatası alıyorum. Ama , gelen porsiyonların her biri , 3-4 kişiyi rahatça doyuracak kadar fazla. İhtiyatla , az yememe rağmen, 10 gündür midem de küçülmüş olmalı , kıpırdayacak ve ana yemek siparişi verecek halim kalmıyor. Bir garson , elindeki geleneksel Arap cezvesi ile masaların önünde dolanıp duruyor , fincan boşaldıkça da dolduruyor, üçüncü fincanda pes ediyorum , derken , masamın üzeri mübalağasız on kişiye yetecek kadar şeftali , karpuz, kiraz ve dut tabakları ile tepeleme doluyor . Bu adamlar beni , Bekaa Vadisinde öldürecekler anlaşılan. Ne var ki; yarım dilim karpuz , sekiz-on duttan başka bir şey yiyemeyecek haldeyim. Utanmasam , bereketli Beka Vadisinin ürünleri olan meyveleri bir torbaya doldurup götüreceğim. 37000 LL ( 25 $ ) hesap geliyor , ödeyip , Bardouni’den Zahle’ye yürümek , aşırı yemeğin verdiği rahatsızlığı da hallederek , Zahle’yi sakin gözlemlemek istiyorum. Adamakıllı sıcak bastırmış , Zahle siesteda , dükkanlar kapalı , taksi ile geldiğimde anlamamışım , ama 5 km. yürüdükten sonra , Baalbeck’ten gelerek , Beyrut’a giden minibüslerin geçtiği noktaya gelip , ilk gelene biniyorum ( 3000 LL ). Çılgın bir şöförün “ la havle “ çektirerek kullandığı minibüs , Beyrut’un hiç bilmediğim bir yerinde bırakıyor. Haritadan , bulunduğum yeri kestiriyorum ama , yürümek istemiyorum , sıcak bunaltıyor hala. Meydan-ı Şuheda ( Şehitler Meydanı ) diyerek bir taksiye binip , Place De Etoil’in yanında iniyorum. Kafeleri doldurmuş , dondurma yiyen Lübnanlıları son kez seyredip , otelime doğru yürüyorum. Otele gelmeden , Charles Helou garajına uğrayıp , sabah 07.30 ‘da Şam’ın Suomaria garajına otobüs olduğunu öğreniyorum. Böyle olunca , tekrar Şam’ın kaotik ortamına girmeden, doğrudan Suomaria’dan Ürdün’ün başkenti Amman’a geçebileceğim.
Odamda tişörtlerimi , gömleklerimi yıkayıp , teras katta , esen rüzgarın ilgisine bırakırken , Akdeniz üzerinde batan güneşin kızıllığında , bunca savaş , ölüm ve yıkıma karşın , yeniden canlanmaya çalışan Solidere’nin gökdelenlerini , vinçlerini fotoğraflıyorum.

Meraklısı için notlar ;

LL ; Lübnan lirası 1 $ = 1500 LL
SP; Suriye Poundu , Suri de denir. “ $ = 45 SP
Abbara ; Sıcak iklimlerde , daracık inşa edilen sokaklarda , binaların altından geçirilen tünel şeklinde yollar.
Shwarma ; Orta doğu ülkelerinde , bizdeki dürümün içine muhtelif yiyecekler , tavuk , et , salam , domates v.s konarak hazırlanan pratik yemek.
Arak ; Arap ülkelerinde , genellikle Suriye ve Lübnanda üzüm ve anasondan yapılan % 55-60 alkollü , bizim rakının kardeşi olan içki.

Beyrutta kaldığım otel ; Talal’s New Hotel Charles Helou caddesi üzerinde. 8 $ / gece

Lübnanda kaldığım dört günde 130 $ harcadım

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..