Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ekim '08

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Macaristan gezi notları

Macaristan gezi notları
 

BUDAPEŞTE / TUNANIN GERDANLIKLARI


18.11.2004 ( VİYANA - BUDAPEŞTE )

Viyana’dan saat 09.30’da hareket edecek otobüsle ayrılıyoruz. Sisli, melankolik, yaşama sevincini törpüleyen bir günü, daha fazla sanat galerisi ve müze görerek geçirmek mümkün idi, ancak, programda Budapeşte var. Çek Cumhuriyetinden Avusturya girişinde gözümüze çarpan rüzgar enerji santralları, bu kez de, Macaristan yollarına gözümüze çarpıyor.

Avusturya’nın gerek iklim, gerekse insan ilişkileri ve dokuları yönünden soğuk olan atmosferi ile Macaristan’da karşılaşmayacağım inancındayım. Macaristan da Çek Cumhuriyeti gibi, çiçeği burnunda AB üyesi, henüz euro uygulamasına bile geçmemişler. Bu yılın başında AB üyesi olmanın tüm sancılarını çekiyor olmalılar, komşuları Çek Cumhuriyeti gibi. Sınırda bir kafeden, tedavülde olan Forint alıyoruz. İşin garibi, yan yana iki döviz bürosunda fiyatlar farklı.

Budapeşte, Avrupa’nın en iyi aydınlatılan 3. şehri imiş. Bu nedenle gecelerinin gündüzlerden daha güzel olduğunu okumuştum. 145 yıl Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetinde kalan Macaristan , bölgeyi kasıp kavuran 1848 devrimlerinin neticesinde Habsburg İmparatorluğunun yıkılması ile, Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna dahil oluyor. Bu İmparatorluk da, 1. Dünya Savaşında yok oluyor. Ardından Macaristan bağımsız ülke statüsüne giriyor, ancak, elbet; bu kadar kısa değil Macaristan’ın tarihi, başta Habsburg hanedanı, Ruslar, Çekler, Türkler’den çok çekmişler tarih boyunca. 1947 yılında Budapeşte başkent oluyor, Sovyetler Birliğinin, hınzır ve asi üyelerinden biri olarak sürdüregeldiği Sosyalist rejim, 1989 yılında bitiyor ve Macaristan, göbeğinde yer aldığı Avrupa ülkelerinin , Kapitalizmden medet uman çarklarının içine dahil olmaya başlıyor. 93100 km2 genişliğindeki topraklarında , bu yıl itibarı ile yaklaşık 11 milyon insan yaşıyor, ilginci, yavaş da olsa, nüfusu azalıyor. Budapeşte 1795000 nüfuslu, ancak, komşuları Avusturya ve Çek Cumhuriyeti gibi, Macaristan’da yılda 20 milyondan fazla turist ağırlıyor.

Budapeşte’nin adı; Attila’nın , kendisine ihanet edeceği ihbarını alarak öldürttüğü kardeşi Buda’dan geliyor. 460 yıllarına kadar, Ural dağları ile Volga boylarında yaşayan Fin-Ugor kavimlerinden olan Macarlar, daha sonra Hazarlar ve Hunlar ile karışıyorlar. Türk olan Onogur, Hun ve Kavar boyları ile, bu günkü topraklarına göç ediyorlar. Enteresandır ki; dünyada Türkler ve Macarlar, Hun ülkesi demez, ancak, tüm dünya Hungary ( yani Hunlar ülkesi ) diye isimlendirir. AB ‘nin en sakin ülkelerinden olmasına rağmen milli gelirleri 6500 $ / yıldır.

Budapeşte’ye girer girmez, Tuna nehri üzerindeki köprülerin ve karşı kıyı Peşte’nin çok güzel göründüğü Gellert Tepesine çıkıyoruz. Gellert, Macarları Hristiyan inancı ile tanıştıran din adamı. Gerçi, Macar’lar, geleneksel şaman ve tengri dinlerini korumakta direnirler, aralarında bu yüzden savaşlar çıkar. Bir Pagan ayaklanmasında, Gellert , hamisi olan kral St. Stephan’ın ölümünden sonra, bir fıçının içine konularak Tuna nehrine atılır.

Citadel ( hisar ) önündeyiz daha sonra, Avusturya, Macaristan bağımsızlığını kazandıktan sonra, bu toprakları ve Budapeşte’yi askeri yönden kontrol altında tutabilmek için yapmışlar burayı. Bu nedenle Macarlar, Citadel ‘ i hiç sevmezlermiş. Oysa; gerçekten devasa bir yer burası, hele , halen ortasında yükselmekte olan Özgürlük Anıtı da. Bu anıt, 1947 yılında Macaristan’ın bağımsızlığı uğruna ölenlerin anısına yaptırılmış. Hangi bağımsızlık, tartışılır tabii ki.

Buradan kale bölgesine geçiyoruz. Meşhur Mathias Kilisesi burada. İçeri girişin ücretli olduğu, nadir kiliselerden birisi burası. 13. y.y ‘da 4. Bela tarafından yaptırılmış ve Kral Mathias da burada iki kez evlenmiş olduğu için onun ismini taşıyor. Osmanlı fethinden sonra, Kanuni Sultan Süleyman, bu kilisenin yarısının camii, yarısının kilise olarak kullanılmasını ferman buyurmuş. Bir başka görüşe göre, Osmanlılar, Mathias Kilisesinin ortaçağ fresklerini kireçle sıvadığı için ( İstanbul Ayasofya’da olduğu gibi ), tahrip olmadan günümüze gelebilmiş, zaman ve insan erozyonuna uğramamış. Kilisenin sivri uçlu kuleleri ise sonradan eklenmiş.

Kale tepesinde, Mathias Kilisesinin hemen önünde Balıkçılar Burcu var. 7 adet burç, bu topraklara gelen 7 Macar kabilesini temsil ediyor. 1905 yılında bitirilmiş Balıkçılar Burcu, kale tepesindeki tarihi doku ile uyum sağlamış. Asıl sırıtan , Mathias Kilisesinin hemen yanında inşa edilmiş olan Hilton Budapest Oteli. Hatırladığım kadarı ile, ülkemizin başbakanlığını yapmış bir Türk büyüğü, burada kumar oynarmış, bir seferinde, hala anlaşılamayan bir nedenden dayak yemiş ve burnu kırılmıştı.

Balıkçılar Burcunun meydanında Macaristan’ın ilk kralı St. Stephan’ın heykeli yer alıyor. Mathias Kilisesi yoğun bakımda, bu nedenle pek çok yeri, perdelerle çevrilmiş, fotoğraf çekmeye imkan vermiyor.

Olağanüstü bir yapı olan Kraliyet Sarayının önünde durarak, uzaktan binayı seyretmekle yetiniyoruz. Çünkü, rehberimiz zaman yitirmek istemiyor. Anlaşılan , Viyana’da yaptığım gibi, Budapeşte’ye de bir gün ayırıp, yürüyerek keşfetmek gerekecek. Kraliyet Sarayının demirbaşlarına kazınan isimlere bakıyorum, elimdeki notlardan. Osmanlılar, onlardan alan Viyana Belvedere Sarayı sahibi olarak tanıdığımız, Habsburg Ordularının komutanı Eugene Savoj, Maria Teresa.Saray 1241 yılında, Kral 4. Bela tarafından yaptırılmış, 1541 Osmanlı istilasında harap olmuş, Maria Tersa yeniden yaptırmış, 1848-1849 Bağımsızlık ayaklanmasında tekrar perişan olmuş, yeniden inşa edilmiş, 1944 yılında, yoğun bombardımanla yok olmuş. Bugün, olası bir savaşta sağlam kalabilmek için dua ediyordur sanırım. Tuna nehrinin ayırdığı Buda taraf, arazi olarak engebeli ve Tuna’ya hakim, Peşte ise, sahan gibi dümdüz bir arazi.

Kahramanlar Meydanına geliyoruz ( Hösok Tere ), 36 m. uzunluğundaki 1000 yıl Milenyum anıtı, tüm meydanı kucaklıyor. Sütunun üzerinde, Melek Cebrail, elinde tuttuğu çift kertikli hacı ile (din ve devleti temsil ediyor) şehri selamlıyor. Bunun altında, Balıkçılar Burcundaki 7 kule gibi, buraya ilk yerleşen 7 kabile şefinin heykelleri duruyor. Arkadaki iki dairesel kolonda, Macar tarihinin ünlü şahsiyetlerinin heykelleri sıralanmış. 1896 ‘da Macaristan devletinin birinci yılını kutlamak için inşa edilmeye başlayan Kahramanlar Meydanı, ancak 1929 yılında tamamlanabilmiş. Kahramanlar Meydanı güzel fotoğraflar çekmemize vesile oluyor.

Kahramanlar Meydanının hemen yanındaki Vanyahudad kalesini görme isteğim, rehber tarafından kabul görmüyor. Gerekçe vakit darlığı. Budapeşte’de epey dolaşacağım anlaşılan yarın. Ortaçağ Macar mimarisinin karekteristik bir örneği olan bu kaleyi ve civarını ıskalamak istemiyorum.

Dillere destan güzelliği ile Tuna’ya da güzellik veren Parlamento binasının önünden geçerek Margareth köprüsünün güzelliğini seyredip, otele geliyoruz. Parlamento binası, Tuna’nın en güzel kıvrımında, neo-gotik uslubunda inşa edilmiş, Macaristan’ın 1000. yıldönümünde hazırlık aşamalarından sonra, ancak 1904 yılında tamamlanabilmiş, binlerce işçinin çalıştığı inşaatta, 40 milyon tuğla, 40 ton altın kullanılmış. 691 oda ve 10 avlusu bulunuyor.

Prag’da -5 derecede, kuru soğukta, Viyana’da buz gibi esen rüzgarın altında dolaşmıştık. Budapeşte daha dostça karşıladı bizi, soğuk ama, titretecek kadar değil.

Akşam yemeği için, Macaristan folklorunun, mutfağının, müziğinin tanıtılacağı meşhur Barkatakomba‘lara gideceğiz. Otelin koridorlarını, boğucu parfüm kokuları sardı, az sonra, baloya gidercesine süslenmiş grubumuzla otobüse biniyoruz. Bu kadar giyim eşyasını, nasıl getirip taşıdıklarını merak ediyorum. Katakomb’lar kireçtaşından oluşmuş mağaralar. Şarapların saklanması, dinlenmesi için ideal mekanlar. Turistler için hazırlanmış, bir platoyu andırsa da, hizmet ve sıcak atmosferi hoş. Geleneksel kıyafetleri içerisinde sakiler, cam imbiklerle , toprak bardakları şarapla dolduruyor, birbirinden güzel Macar kızları servis yapıyor, hep gülümsüyorlar. Bir ara, bir Macar kızı gelip elimi tutarak, sahneye çıkarıyor beni. Sahnede, genç bir adam, yere iki sürahi koyuyor ve aralarından, sekiz çizerek geçmemi istiyor. Becerebildiğim kadar geçiyorum. Sonra elindeki sürahideki şaraptan, bir kupaya doldurarak uzatıyor, içiyorum, bir daha veriyor yine içiyorum, üçüncü bardakta tereddüd de etsem, anlaşılan delikanlılığım tutuyor onu da içiyorum. Sonra gözlerimi bağlıyor, bulunduğum yerde topaç gibi defalarca döndürerek, az önceki sürahilerin arasından geçmemi istiyor. Gerçi , içtiğim şaraplar kısa sürede etkilemedi ama, çevrilmekten, yön duygumu kaybetmiş halde, yürüyorum. Kulağıma gelen kahkaha seslerinden anlıyorum ki; farklı yerlerde dolaşmaktayım. Neyse, hiç sevmediğim bir gösteriden , alkışlar arasında iniyorum.

Ama; peş peşe içtiğim onca şaraptan sonra, masadan kalkana kadar bir bardak şarapla oyalanıyorum, sarhoş olmamak için. Yine de; grupta herkesin “nasılsın, kendini nasıl hissediyorsun“ sorularına muhatap oluyorum, gece boyunca.

Gülbaba türbesine geliyoruz. Budapeşte’nin zenginlerin yaşadığı kesiminde, sakin, temiz bir köşede yer alıyor. Külahında, devamlı bir gül taşıdığı için Gül Baba denen ve asıl adı Cafer olan Bektaşi Dervişi, Kanuni Sultan Süleyman’ın daveti üzerine Budin’e ( yani Budapeşte ) gelir. Tekke kurarak , Bektaşi hoş görüsü ile Budin halkının sempatisini kazanır. 1541 yılında da savaşta şehit düşmüş. Akşamüzeri vardığımız türbenin önünde, Gül Baba, sarığına takılı gülü ile karşılıyor. Gün batımının kızıllığında, silüeti hoş fotoğraflar veriyor. Bahçedeki, Selçuklu eyvanının yanına oturup, sessizlik içinde dinleniyo , huzur buluyorum.

19.11.2004 ( BUDAPEŞTE )

Macarlar, yakın zamanlara kadar, dünyanın en çok kitap okuyan ülkelerinden biriymiş. Kapitalizme geçişte, bu alışkanlık, biraz sekteye uğramış olsa da; hala, kitapçılardan, market sepetleri ile kitap aldıklarını duydum.

Macaristan, melankolinin yüksek olduğu bir ülke, boşanma oranı, % 72 , intihar olaylarında İzlanda ‘dan sonra dünya ikincisi. Tek eşlilik pek rağbet görmüyor.

Bugün Estergon’a gidiyoruz. Estergon kalesi, kahramanlık menkıbeleri ve türküsü ile hala kültürümüzde yaşamaya devam ediyor. 1543 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından, tarafından alınıyor. 1594 yılında , Alman Leh ve Venediklilerden oluşan ordu, tüm direnişe rağmen kaleyi geri alıyor. Estergon türküsü bu olayı anlatır. 1605 de tekrar Türklerin eline geçen Estergon Kalesi, 1683 yılında yaşanan 2.Viyana Kuşatması başarısızlığını takip eden yıllardan sonra , Macaristan ile Osmanlıların elinden çıktı.

Surların yanına dizilmiş çanlar, Osmanlıların eritmemesi için, kaçırılmış , şimdi de sergileniyor.

Budapeşte’nin 60 km. kuzeybatısındaki Estergon yolu yaklaşık bir saat sürüyor. Kale ilk olarak İ.Ö 100 yılında yapılmış, Tarihsel süreç, Keltler, Romalılar ve Osmanlı’ları taşımış ve katman katman mimari özelliklerini bırakmışlar burada. Osmanlılar, son olarak kaleyi terk ederken, toprakla doldurmuşlar. Bu nedenle , dönemin kalıntıları, ancak, müze içerisindeki, cam örtülerin ardından görülebiliyor. Macarlar’ın her zaman dini başkenti olan Estergon’un hemen önünde, Slovakya başlıyor, Tuna üzerindeki köprüden , yürüyerek Slovakya’ya gitmek mümkün. AB yolunda, bize taş koyan Slovakya, çok hazin ve sakin görünüyor.

Sırada, Macaristan’ın ilk kralı, St. İstvan’a adanmış bazilika var. Kralın , mumyalanmış sağ eli de kutsal obje olarak teşhir ediliyor.

Macaristan’ın en büyük kilisesi 8500 kişi alabiliyor. En büyük kilise orguna da sahip burası. Devasa kubbede, ilk defa Tanrı resmedilmiş ve yanında oğlu İsa var. Üçgen şeklindeki şapkası ile, teslis’i, yani Hristiyan inancındaki üçlemeyi ifade ediyor.

Kompleks dahilindeki müzeye giriyoruz. Pek çok Osmanlı silahı ve giysisi var. Rehberin, abuk subuk bilgilerinden sıkılıp, bastıran yağmura rağmen dışarı geniş bahçeye çıkıyorum. Zira, Abdülaziz’e ait bir kılıç ile ilgili bilgi verirken, Kanuni dönemine dayandırma zırvalığını yapıyor.

Bahçede, St. İstvan’ın heykellerine bakıyoruz , galiba bu sefer rehber haklı, dediği gibi, duruşu eşcinselleri andırıyor.

Buradan, bir orta çağ kalesi olan Visegrad’a geliyoruz. 14. yüzyılda , yakın coğrafyalardaki kralların buluşma yeri olan Visegrad kalesi, Tuna’yı en çok gören kale ünvanına da sahipmiş. Korkunç bir rüzgar ve yağmur var. Sisli , puslu ortamda, fotoğraf çekmeye başlıyorum. Aşağıda Tuna nehri, etrafına dizilmiş evler görünüyor. Kale müzesinde, insana sıkıntı veren, işkence aletleri ve odalarını dolaşıyoruz. Engizisyon, işkence, ortaçağ manzaraları, giyotinlerin sıkıntısını atmak için olsa gerek, Rönesans Restoran’a götürüyorlar bizi. Bardaktan boşanırcasına rağmen yağıyor. Tüm bardak ve tabaklarıntopraktan yapıldığı, orta çağ dekorlu salonda, masalara oturuyoruz. Üstelik, kafalarımıza kağıttan taçlar da yerleştiriyoruz. Şarap bol, hava soğuk , şarap gevşetiyor, ceylan çorbası ile başladığımız keyifli bir ortamda güzel bir yemek yiyor, kaftanlar giyerek, taçlar takarak, kısa süre için de olsa; kral ve kraliçe oluyoruz.

Hava kararmak üzere iken, Szendre isimli küçük bir kasabaya götürüyorlar bizi. Grup , donducu soğuğa ve yağmura aldırmadan, dükkanların sıralandığı sokaklarda kayboluyor, alış veriş yapmak için. Ben, Macar’ların biberlerini seviyor ve taşıyabileceğim kadar alıyorum.

Hiç sevemediğim rehber, hiç hoşlanmayacağımız haberi patlatıyor Budapeşte’ye dönüş yolunda. Uçağın İstanbul’a hareket saati, yarın 12 saat öne alınmış. Yani , yarın sabah hareket edilecek. İtirazlar yükseliyor , gruptaki hukukçular, ikiye ayrılıyorlar, bir kısmı, gece atlamadığı sürece, itiraz olmadığını söylüyor, bir kısmı biz gelmiyor, protesto ediyoruz diyorlar. Adım gibi biliyorum ki; yarın sabah, tüm grup eksiksiz uçakta olacak. Kaldı ki; tur şirketi, hukuken, sıkıntıya düşmeyecek incelikleri muhakkak biliyordur.

En çok, üzüldüğüm, yarın kendi başıma Budapeşte’yi gezme planım suya düştü, bilseydim bu günkü, tura katılmaz, Buda ve Peşte‘ yi harmanlarcasına dolaşırdım. Akşam yemeğinden sonra, Tuna üzerinde, tekne gezisi var. Hiç değilse gece halini görebilmek üzere katılıyoruz, teknenin hareket saatine kadar, Hotel Marriot önünden, Peşte kıyılarını izleyerek, Çin Köprüsüne kadar yürüyorum. Işıklar içindeki, Buda tepelerini, Mathias Kilisesini, Kraliyet Sarayını fotoğraflıyorum. Alışılmadık bir tenhalık ve sakinlik var ortalıkta. Aslında, yaşam , balık istifi değil , böylesi nefes alıcı olmalı bence.

Budapeşte’nin İstiklal Caddesi sayılan Vasi Utca ‘da yürürken, iki genç kız yaklaşıp, bir şeyler söylemeye başlıyorlar. Anlamaya çalışırken, eşimin yanımda belirdiğini anlıyorum. Buluşma noktamızın önüne gelmişiz meğer.

Tekneye bindik, verilen kulaklıklardan dramatize edilmiş bir sesle Budapeşte‘ nin tarihi anlatılıyor. Dışarı çıkmak yasak, içeride camlar ışığı yansıttığı için fotoğraf çekemiyorum. Bu arada şampanya ikramı başlıyor, şampanya kadehini kaptığım gibi, dışarı atıyorum kendimi. Alışık olmadığım bir soğuk ciğerlerime doluyor. Elimden geldiğince fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Budapeşte, güzel bir şehir, tanıyamadan, gezemeden terk etmenin üzüntüsü ile , gezi bitiyor, otele dönüyoruz.

20.11.2004 ( BUDAPEŞTE - İSTANBUL )

Sabah , otelde, rutin işler, kahvaltı, hareket saatinin öne alınması kulisleri derken havaalanı, uçağa biniyoruz. Uçakta pencere önünde, Karpat Dağlarını seyrediyorum. Tepeleri karlı, Avrupa’nın en soğuk coğrafyaları buralar. Ve İstanbul.

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..