Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ocak '15

 
Kategori
Öykü
 

Mahalle mektebinden eski bir hikaye

Mahalle mektebinden eski bir hikaye
 

Hikayede geçen okulun yerine yapılan tesis


Dağ taş, her taraf çaylıklara dönüşmeden önce dört bir yanı kızılağaç korularıyla kaplı küçük bir düzlüğe kurulmuştu Dağsu İlk Okulu…Dağbaşı mahallesini şehre bağlayan beş- altı kilometrelik  dar ve bozuk bir şosenin kenarında yer alan okulun büyükçe bir bahçesi vardı. Bahçeyi yandaki çaylıktan bir sıra devedikeni çiti ayırırdı. Köşesinde de her yıl gözle görünür ölçüde büyüyen bir söğüt dalı ve yaz kış yeşilliği temsil eden bir çam ağacı vardı. Aslında şehre oldukça yakın ama ulaşılması zor, dik bir şosenin başında olduğu için aynı ölçüde de uzak olan okul, milli eğitimin gözden ve gönülden uzak bir evladı gibiydi.

İşte birkaç yıldır böyle bir okulda müdürlük yapan Mehmet Koç Hoca son günlerde epeyce sıkıntılıydı. Ekim ayının sonu gelmiş, kış bir hayli yaklaşmıştı. Çok geçmeden sonbahar yağmurları başlar, sarı sarı kızılağaç yapraklarını oraya buraya savuran soğuk rüzgarlar eserdi. Böyle havalarda bütün pencereleri rüzgar geçiren okul nasılda soğuk olurdu? Minikleri üşütmemek için sınıflara çoktan sobaları kurdurmuştu ama yakacak odun henüz temin edilememişti.

Gerçi milli eğitimin verdiği sınırlı parayla yakındaki ağaçlık bir tepeden odun satın alınmıştı ancak para bittiğinden okula kadar taşınamamıştı. Odunlar o kadar kötü bir yerdeydi ki, önce sırtta araba yolunun kenarına çekilecek, oradan da kamyona yüklenerek okula getirilecekti. Mehmet Hoca para bulmak için tekrar tekrar şehre gitmiş, ancak ‘’ Tahsisat yok ‘’denilerek eli boş gönderilmişti. Son bir çare olarak cebinden para ayırarak üç hamalla anlaşmış, ancak odunları veresiye taşıyacak kamyoncu bulamamıştı.

Derken kasım ayı gelmiş, sonbahar yağmurları dökmeye, soğuk soğuk rüzgarlar esmeye başlamıştı. Sınıflarda üşümemek için birbirine sokulan öğrencilere baktıkça kahroluyordu. Bir ara nakliye paralarını velilerden toplamayı düşündüyse de hemen vazgeçti. Daha geçenlerde okulun akan damı için para toplamaya kalkmış, beş – on kuruş için ‘’ Cebine mi atacak? ‘’ gibi ters laflarla karşılaşmıştı.

Ne yapayım edeyim diye kara kara düşünürken okula yeni atanan çiçeği burnunda öğretmen Avni Hoca geldi aklına. Bu yeni öğretmen, yıllarca önce bu okulda ilk görevini yapan adaşı  Bolu’lu öğretmen Avni Akyol gibi çok faal birisiydi. Öğrencilerle çok iyi anlaşıyordu. Kısa zamanda sevgilerini kazanmış, sorunlarını çözüme kavuşturmuştu. Öğretmenler odasında harıl harıl, aynı sınıfı paylaşan dört ve beşinci sınıflara anlatacağı dersi hazırlayan Avni Hoca’nın yanına gitti. Müdürü görünce hemen ayağa kalkmak istedi ama Mehmet Bey eliyle otur işareti yaptı.

Mehmet Hoca kısaca odun meselesini özetledikten sonra ‘’ sen bu işi de becerirsin ‘’ diyerek işi Avni öğretmene ihale etti.

 - Son umut sensin Avni Hoca, diye ekledi.

- Bu da olmazsa beraberce gidip milli eğitimin önünde yere yatacağız. Başka çare yok.

Avni Hoca her işe olduğu gibi odun işine de dört elle sarıldı. Nasıl sarılmasın ki? Sınıflarda tir tir titreyen çocukları gördükçe onun da içi sızlıyordu. Hele dün öğleden sonra başlayan karla karışık yağmuru görünce daha fazla dayanamış, okulun odunları dağda beklerken, cebinden para verip odun almış, bir cipe yükleyerek okula getirmişti. Bu sayede oduna hasret sobalar birkaç gün için bile olsa gürül gürül yanacak, çocukların içi ısınacak, ısındıkça da yüzleri gülecekti. Ancak taşıma suyla ne kadar değirmen dönerdi ki? Ne yapıp etmeli, şu odunları muhakkak okula taşıtmalıydı.

İşe önce Mehmet Hoca’nın anlaşamadığı kamyoncudan başladı. Adam dedikleri kadar vardı. Avni Hoca ne dediyse para etmedi. Asla veresiye taşımaya yanaşmıyor, üstelik bir haylide para istiyordu. Ardından okulda çocukları olan esnafla konuştu. Sonuç hep aynıydı. Anlaşılan okulun odunları dağda kalacaktı.

O gün akşamüstü yorgun argın okula dönerken Mehmet Hoca’ya hak veriyordu. Onun dediği gibi milli eğitimin önünde yatıp para dilenmekten başka çare yoktu galiba.

Gece vakti, şehre giden bir ciple Rize’ye inerken, gözleri sık sık gökyüzünü donatan yıldızlara takılıyordu. Dün geceki kötü havaya inat, parlak yıldızlarla dolu açık bir hava vardı. ‘’ Bu gece ne kadar da çok yıldız var ‘’ diye düşündü. ‘’ Keşke her yıldız dağdan bir odun indirse. Bütün odunlarımız taşınmış olurdu. ‘’ Derken beyninde bir şimşek çaktı. Her öğrenci bir yıldız değil miydi? Eski büyük eğitimcilerden biri talebelerine ‘’ Benim yıldızlarım’’ demişti. Ve her öğrenci bir yıldızsa ve her biri birer odun getirse, birkaç seferde bütün odunlar okula taşınmış olurdu.

Bu düşüncelerle sabahı zor etti. Bulduğu çözümü hemen müdürüne anlatacak, bir- iki gün içinde elbirliğiyle odunlar okula taşınmış olacaktı. Bulduğu ilk vasıtayla mahalleye çıkıp okula girdiğinde Mehmet Hoca henüz gelmemişti. Hademe Ömer Amca her zamanki titizliğiyle okulu temizliyor, bir yandan birer- ikişer gelen öğrencileri ‘’ ayaklarınızı silin ‘’ diye ikaz ediyordu. Doğruca öğretmenler odasına giderek taşıma işini tasarlamaya başladı. Kağıt üzerinde notlar alıyor, şemalar çiziyordu. İşler planlandığı gibi giderse gelecek hafta başı okulun sobaları  yanmaya başlayacaktı.

Müdürün geldiğini görünce hemen odasına girip konuyu açtı. Mehmet Hoca gayet sakin:

- Bunu ben de düşündüm Avni Hoca, dedi, ancak velilerin çocukları hamal yaptılar demesinden korktum.

Avni Hoca bu defa kesin kararlıydı:

- Kusura bakmayın müdürüm ama..

diye diklendi.

- Bu defa onlara kulak vermeyeceğiz. Çocuklarının soğuktan donmasını istemiyorlarsa seslerini kesecekler.

Müdür derin bir of çekerek Avni Hoca’yı tasdik etti:

- Evet, bu defa öyle olmalı. Bu iş senin Avni Hoca. Var bildiğini yap.

Avni Hoca izni alır almaz diğer öğretmene de durumu anlattı. İkisi birlikte sınıfları gezerek öğrencileri bilgilendirdiler. Yarın okula çanta getirilmeyecekti. Hep birlikte oduna gidilecek, iki sefer yapıldıktan sonra evlere dönülecekti. Ders yapılmayacaktı.

Ertesi sabah erkenden bahçede toplanan bütün okul öğretmenler önde, hademe en arkada, marşlarla türkülerle yürümeye başladılar. Yük taşımaya değil, bayram yerine gider gibiydiler. Avni Hoca tarafından öylesine motive edilmişlerdi ki savaşa bile giderlerdi.

Üçüncü sınıf öğrencisi Akif de onlardan biriydi. Evleri okula epeyce uzaktı. Yokuş yukarı en az yarım saat çekiyordu. Küçük Akif her sabah evden çıkar, yüreciğinin kıpırtılarıyla okula geç kalmamak için yokuşlarda koşturur dururdu. Yaşına göre büyük hayalleri vardı. Subay olmak istiyordu. Senede iki üç defa okula gelen seyyar sinemada askerleri seyredeli beri subay olmak fikri hiç aklından çıkmamıştı. Sinema günleri küçük Akif için bir ‘’ Efsane içinde yaşamak ‘’ gibiydi. Film oynatılmadan önce pencereler karartılır, İlyas adında güzel sesli bir öğrenci ‘’ Çıktım havuz başına ‘’ şarkısını okur, ardından da film başlardı. Akifçik iki saatlik gösterimde sanki dünyadan kopar, anlatılmaz bir alemde yaşıyormuş gibi olurdu.

Odunların bulunduğu yer Dağbaşı mahallesinin epey yukarısında, genişçe bir patika yolla gidilebilen ağaçlık bir tepeydi. Kızılağaçlar kuru- yaş denmeden sırayla kesilmiş, geniş bir alan ağaçsız kalmıştı. Görüş alanı açıldığı için şehrin kuşbakışı manzarası muhteşem görünüyordu. Ancak ormanın sunduğu o eşsiz dinginlik duygusu kalmamıştı artık.

Kocaman ağaç kütükleri boy boy kesilmiş, kısa ve ince sobalık odunlar haline getirilmişti. Ne var ki yağmuru seven ve çok çabuk büyüyen kızılağaçlar kesildiği yerden fırlayan tomurcuklarla birkaç yılda eskisinden daha gür bir hale gelecekti. Yeter ki daha aşağılarda olduğu gibi kökleriyle sökülüp çaylıklara çevrilmesin.

Odun yerine vardıklarında öğretmenler cüssesine göre herkese birer, ikişer odun vermeye başladılar. Avni Hoca Akif’e ince bir odun verdi. Çocuğun zayıf vücudu daha fazlasını kaldırmaz diye düşünmüştü. Öğretmen gider gitmez Akif koltuğuna bir odun daha aldı. Çalışkanlığını çekemeyen bazı yaramaz çocukların alaylarıyla karşılaşmak istemiyordu. 

İkinci seferin sonunda herkes güle oynaya evlere dağıldı. Okulda kimse kalmayınca Avni Hoca da şehre döndü. Bu defa mutlu ve umut doluydu. Odunların yarısı okula çekilmişti çünkü.

Ertesi gün de odun seferleri aynen tekrarlandı. Mahalleli koltuklarında odunlarla gelip geçen çocuklara alışmıştı. Hatta içlerinden bazıları yardım bile ediyordu. Hiç kimse kalkıp da ‘’ Çocukları hamal ettiler ‘’ dememişti. Anlaşılan onlar da başka çare olmadığını anlamış olmalıydılar.

Odunların okul bahçesine taşınması sona erince, bu defa el birliğiyle odunluğa istif edildi. Okula bütün kış yetecek yakacak hazırdı artık. Sobalar gürül gürül yanacak, hiç kimse sınıflarda tir tir titremeyecekti.

………………………………….

Yıllar önce  yıkılıp, yerine dev bir  dinlenme tesisi yapılan o şirin irfan yuvası bir tarih oldu artık. Ancak onun küçük ve silinmez anıları hep yaşamaya devam edecek.     

 
Toplam blog
: 343
: 446
Kayıt tarihi
: 19.02.11
 
 

Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi mezunuyum. Teknoloji Yönetimi dalında mast..