Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ağustos '12

 
Kategori
Öykü
 

Mahsun Kelebekler

Mahsun Kelebekler
 

Genç kadın, kapının hızlı hızlı vurulmasıyla, ıslak ellerini mutfak havlusuyla kurulayarak, kapıya koştu. Gelen o sene liseye başlamış olan büyük kızıydı. Kız, yüzünpancar gibi olmuş bir halde, kendini odaya attı, nefes nefeseydi. Annesi soran gözlerle bakıyordu kızına;

_ Ne oldu yavrum, niye böyle korktun?

_ Babam okula geldi bugün. Yine her zamanki gibi sinirliydi. “Geberticem hepinizi!” diye bağırıp çağırdı, rezil oldum arkadaşlarımın arasında.

Kadın, kızının yanına oturup, ellerini avuçlarının arasına alarak, en yumuşak sesiyle onu sakinleştirmeye çalıştı;

_ Bakma sen öyle konuştuğuna, hiç bir şey yapamaz. Sen sadece derslerini düşün

kızım. Oku da, hayatını kazan. Benim gibi olma.

Kızı içeriye, üstünü değişmeye gittiğinde, kadın çaresizce evin içinde dolanmaya

başlamıştı. Nasıl kurtulacaktı bu adamdan! Kızına korkmamasını söylemişti ama

kendisi ondan daha çok korkuyordu. Yine de, güçlü görünmeye uğraşıyor, çocuklarının karşısında yenik düşmemek için, var gücüyle mücadele ediyordu. Bu mücadele, onu ne kadar yorgun bıraksa da, iki kızı ayakları üzerinde durabilmeyi becerene kadar, asla bırakmayacaktı mücadelesini. Onlar anneleri gibi olmayacak, onun yaşadıklarını yaşamayacaklardı.

Hayatında yaptığı en büyük hata, o adamla evlenmekti. Daha kötüsü de, bu onun seçimi bile değildi. Başkasının kararı sonucunda, yıllarca cehennem hayatı yaşamak, onu zaman zaman kindarlaştırıyor, her şeyi, herkesi affetmeye çalışarak arındırıyordu ruhunu ancak.

Hatırlayabildiği en uzak anısı, annesiyle doktora gittikleri gündü.

Genç bir kadın muayene etmişti annesini. Küçük kız ilk defa bir kadın doktor görmüş, hayranlıkla   seyretmişti onu. İşte o gün, doktor olmaya karar vermişti. Ne yazık ki, küçük kızın hayalleri büyüklerin hiç mi hiç umurunda değildi. Babası daha ilk mektebe giderken çekip aldı onu oluldan, bir kaç ay sonra da, hiç tanımadığı biriyle evlendirdi.

Evlilik değil, esaret hayatıydı yaşadığı. Kocası, değil dışarıya çıkmak, pencereden bakmasına bile izin vermiyordu. Geceyarıları eve sarhoş geliyor, sabahlara kadar dövüyordu karısını. Evlendiğinin daha ilk haftası yemeye başladığı dayaklar, ayrılana kadar hemen her gece devam etmişti. Defalarca hastanelik olmuş, yüzünün neredeyse dikiş atılmadık yeri kalmamıştı. Çocukları için katlandı bu duruma senelerce. Sonra bunun sadece kendini kandırmak olduğunu anladı. Çocukları bu hallerinden daha mutsuz olamazlardı zaten. O sadece, hayatla başedemeyeceğinden korkuyor, sırf bu yüzden katlanıyordu tüm çektiklerine. Gerçeklerle yüzleşmek hiç kolay değildi. Bunu atlattığında, güçlendiğini hissetti. O ana dek olmadığı kadar güçlüydü artık. Bu gücünü kullanmaya karar verdiğinde, yepyeni bir hayata da adım atmış oldu. Teketti kocasını, kızlarını da alıp yanına, o cehennem azabı hayatını geride bıraktı. Bir fabrikada iş buldu kendine, iki göz bir gecekondu kiraladı. Kaymakamlıktan aldığı yardımla kızlarını okula yazdırdı, iyi kötü bir hayat kurdu kendine.

Bir anne ve iki kızı, kendi sade dünyalarında yaşamayı, mutlu olmayı deniyorlardı. El yordamıyla dokunuyorlardı mutluluğa. Daha önce hiç tatmadıkları bu duygu, onları bir parça korkutsa da, mutlu olmak istiyorlardı. Buram buram nergis kokularıyla kaplıydı mutluluğun dumanlı dağları. O dağların ardındaki kadife yolları adımlamak için can atan üç yaralı kalp vardı. Hayata o yollarda yeniden başlamak, yumuşacık kadifelerin dokunuşlarını ayaklarının altında hissetmek ne güzel olacaktı.


Her şey yolunda giderken, ya da onlar öyle olduğunu sanırken, hayatlarını karartan o adam başlarına musallat oldu yeniden. Ayrıldıktan sonra, kadını izini kaybettirmek için kimselere söylememişti yerini. Ama nasıl olduysa bulmuş, peşlerine düşmüştü yine. Olmadık yerlerde, ya eski karısının, ya kızlarının karşısına çıkıyor, bıkıp usanmadan tehditler savuruyordu. Kadının fabrikadaki şefi, polise şikayet etmesini söylemişti.

Defalarca gitti karakola, kocasının tehditlerini anlattı, korktuğunu söyledi. Her defasında gönderdiler gerisin geri, “Kocandır, bugün küser, yarın barışırsınız.” dediler. Kimselere anlatamıyordu derdini, resmen boşandıklarını söylese de, hala aynı sözlerle evine yollanıyordu.

Bir gün iş çıkışı yine karşısında buldu adamı, barışmaya gelmişti. Yaşadığı her şey, bir anda geçti gözlerinin önünden kadının. O günlere asla geri dönmeyecekti. Red cevabını alan kocası, sokak ortasında dövmeye başladı onu. Dakikalarca, tekme tokat dayak yiyen zavallıyı, bir allahın kulu çıkıp da, kurtarmadı. Seyirciler etraflarına toplanmış, bakıyorlardı sadece. Sonra yine karakol, yine aynı sözler. Kocası tutklanmamıştı bile, elini kolunu sallay sallaya çıkıp gitmişti.

Kadın devamlı korku içinde yaşıyordu. Dışarıya her adım attığında etrafını kolaçan ediyor, kocasıyla karşılaşmaktan ödü patlıyordu. Evdeyken kapı çalınsa, yerinden sıçrıyor, kocası geldi sanıyordu. Bu neredeyse bir paranoyaya dönüşmüştü. Ama yersiz de değildi endişeleri. Adamın ne zaman geleceği, nereden çıkacağı hiç belli olmuyordu ki. Hiç umulmadık bir zamanda dikiliveriyordu karısının karşısına. Önce yaltaklanıyor, değiştiğinden dem vuruyor, yalvar yakar oluyordu. Kadını yumuşatamayacağını anlayınca, sinirleniyor, dövmeye başlıyordu karısını. Artık canına tak demişti kadının, ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemiyordu. Boşanmış olmasına rağmen, hala, yakasını kurtaramamıştı eski kocasından. Adamın tehditlerinden, ettiği küfürlerden bıkıp usanmıştı. Üstelik sadece kendini değil kızlarını da tehdit ediyor, çocukları olur olmaz yerlerde bulup, burunlarından getiriyordu. Karakola gidip gelmekle bir sonuç alamayınca, savcılığa başvurmuştu. Dilekçe vermiş, kocasının tehditlerinden şikayetçi olmuştu. Anlaşılan oydu ki, erkekler ne yaparsa yapsın, kolayca sıyrılıyorlardı işin içinden. İki polis kocasını karakola getirmiş, üstünkörü bir sorgulamadan sonra salıvermişlerdi tekrar. Artık yardım isteyebileceği kimse kalmamıştı. Devler bile sahip çıkmadıktan sonra, başka kimden ne bekleyebilirdi ki. Çaresiz, mücadelesini tek başına sürdürecekti gidebildiği yere kadar.

Kendini de bırakmış, kızları için korkuyordu. Zaten yaşama sebebi onlardı sadece. Evlatları olmasaydı, çoktan canına kıyır, kurtulurdu herşeyden. Ama onlar var oldukça, herşeyle savaşacak gücü buluyordu kendinde. Keşke, ikisini de tüm bu çirkinliklerden uzak tutabilseydi. Keşke, onları bir peri masalının içinde büyütebilseydi. Gel gör ki, bu zalim dünyada var olmak zorundaydılar. Yıllarca kocasının dayaklarına boyun eğmiş, ama kızları biraz büyüyüp de, adam onlara da şiddet uygulamaya kalkınca, buna dayanamamıştı. Çocukları ona güç vermişlerdi herşeye en baştan başlamak için.

Hayattaki tek dayanağıydı onlar. Her tökezlediğinde, onlar uğruna yeniden ayağa kalkmayı başarıyordu. Tek isteği ikisini de okutup, birer meslek sahibi yapabilmekti. Kendi ayakları üzerinde durabildiklerinde, hiç bir erkeğin yumruğu altında olmadan yaşayacaklardı. Sadece sevdikleri ve sevildikleri için bir adamın koluna gireceklerdi, sadece aşk için. Ne yapıp edip okutacaktı onları. Gerekirse sırtında taş taşıyacak, yine de okutacaktı. Borçluydu bunu kızlarına. Mademki onları bu dünyaya getirmişti, şimdi de, dünyayı onların ayakları dibine getirmeliydi. Her gece yatağında bunları düşünür, planlar yapar, dualar ederdi. Güç isterdi allahtan, mücadele edecek, yaşamını istediği gibi sürdürecek o güce sahip olmak isterdi.

Elinden geldiği kadar çalışıyor, mesailere kalıyor, çoğu kez hafta sonlarını bile işle g eçiriyordu. Bir kaç kuruş biriktirebilmek, kızlarının geleceği için ufak da olsa bir şeyler yapabilmekti tek derdi. Bazan kendi kendine kaldığında geçmişini düşünür, ne kadar yol katettiğini görür, kendiyle gurur duyardı. O cehennem hayatının içinden çocuklarıyla birlikte çıkabilmiştiya, en önemlisi buydu işte. Şimdi de yokluk çekiyorlardı çekmesine, ama en azından, şiddet yoktu evlerinde, huzurluydular kendilerince. Çocuklarının o kötü günleri unutmaları için elinden geleni yapıyordu. Onları biraz olsun mutlu edebilmek, yüzlerine birer tebessüm kondurabilmek, genç kadını en çok sevindiren şeydi. Kocası izlerini bulana kadar, paranın haricinde yoktu pek dertleri. Ama adam yeniden hayatlarına girmiş, yine her şeyi altüst etmeyi başarmıştı. Kadın tüm akrabalarıyla, eski komşularıyla irtibatını kesmişti sırf bulunmamak için ama o nasıl yapmışsa bulmuştu onları. Kurtulamayacaktı bu adamdan ömrü boyunca, belliydi bu.

Çoğu sabah evin oralarda dolanıyordu kocası, işe gitmek üzere kapıda görünür görünmez peşine takılıyor, yol boyu ardında yürüyor, otobüse biniyordu onunla. İşyerine kadar geliyor, çoğu kez iş çıkışı da oralarda oluyordu. Güzellikle anlatıyordu kadın, anlamıyordu. Bağırıp, çağırıyordu, anlamıyordu. Ne yapacağını, onunla nasıl başa çıkacağını şaşırmıştı artık. Şu koskoca ülkede, derdine çare bulacak bir makam yoktu demek ki!

Kadınlar böylesi bir çaresizliğe mahkum edilmişlerdi ne yazık ki! Kimbilir daha kaç kadın, onunla aynı dertleri yaşıyordu şu anda. Adam o nefret ettiği sırıtışıyla, yanına dek sokuluyor, barışmakdan dem vuruyor, aynı şeyleri tekrarlamayacağına yemin billah ediyordu. Ona asla güvenmiyordu kadın, o kadar iyi tanıyordu ki, o yeminleri o kadar çok işitmişti ki daha önce. Üstelik, adamın başka bir kadınla olduğunu, hatta ondan çocuk bile peydahladığını da duymuştu. Bir zavallının daha hayatını altüst etmişti, daha da kimleri mahvedecekti allah bilir! Tek istediği bu adamdan sonsuza dek kurtulmaktı. Lanet ediyordu onunla evlendiği güne.

Zamanı geriye alma imkanı olsaydı, bucak bucak kaçardı, hiç kimseleri dinlemez, dünyanın en uzak köşesine giderdi ondan kurtulmak için. Senelerini tüketmiş ama hala kurtulamamıştı bu adamdan. Ne biçim kaderdi bu!

Adam yüz bulamayınca ağzını bozuyor, uluorta bağırıp çağırıyordu. Kadın o sözleri duymak istemese de, her biri, geceleri çınlıyordu kulaklarında, uykularını kaçırıyorlardı;

_ Kız, niye istemiyon beni, kimlerle düşüp kalkıyon sen! Şart olsun, gebertecem seni bi gün!

Bu tehditleri işyerindekiler duyuyorlardı, mahallede herkes görüyordu, polis biliyordu ama kimse parmağını bile oynatmıyordu onun için. Öylesine değersiz bir varlıktı ki o, uğraşmaya değmezdi bile. Bir kadını kocası öldürse, ne olurdu ki sanki! Bu ülkede kadınlar her gün öldürüyorlar, tecavüze uğruyorlar, dayaklar yiyorlardı. Yine bu ülkede, tüm bunlar olurken, diğerleri hiç bir şey olmamış gibi sürdürüyorlardı hayatlarını. O kadınlar birer mahsun kelebektiler, hiç kimsenin dikkatini çekmiyorlardı.

Kelebekler renklerinde gizlerler hüzünlerini. Dışardan bakıldığında insanı büyüleyen o renkler, hayran bırakan o desenler, aslında gerçekleri gizleyen birer örtüdür. O gizemli örtüyü kaldırabilecek cesareti kendilerinde bulanlar, parlak renklerin kuytuluklarında kederli gölgelerle karşılaşırlar. Canlı bir morun eflatun tonlarında, göze çarpmayan bir sızı saklı olabilir. Dantel misali işlenmiş desenlerin köşede kalmış bir kıvrımında yalnızlığa terkedilmiş bir hatıra barınabilir. Kelebekler, hiç dikkat çekmeyen bir zerafetle üstünü örterler herşeyin, sadece güzellikleri sergilemekle anlatmak isterler içlerinden geçenleri. İşte bu halleriyle benzerler kadınlara en çok. Baş döndüren parfümlerin, ojeli tırnakların, kırmızı rujların, ipeklerin, taftaların, satenlerin eşliğinde yansıtılan görüntüler, bambaşka ruhları barındırırlar aslında. Öfkeleri, acıları, çığlıkları, yaşanmamış hayatları, özlenen özgürlükleri, yarım kalmış hayalleri barındırırlar.

Mahsun kelebekler gibidir kadınlar. Zerafetlerini maskelemek zorunda bırakılırlar bazen. Yaşam kavgasında ayakta kalmaya çalışırken, unuturlar kadın olduklarını kimi zaman. Aşırı makyajlarıyla, mini etekleriyle salınırlarken gecelerin derinliklerinde, başka yerlerde olmayı düşlerler. Özgürlükleri çalınırken ellerinden, farklı yaşamları beklerler. İstemedikleri hayatları sürdürmeye zorlanırken, peri masallarında dolaşmayı becerirler onlar. En zor anlarında, mücadeleye yeniden başlarlar hiç korkmadan. Cesareti, merhameti, aşkı hep yüreklerinde taşırlar. Renk renk, buram buram mutluluk taşırlar peşlerinde.

Kelebeklerin neşesini, sürmeli bakışlarıyla yayarlar ortalığa. O neşenin ardında diyar diyar dolaşırlar da, yine de bilemezler ne aradıklarını. Kelebek kanatlarına takılır saçları, rüzgarlarla savrulur. Göklere, bulutlara, güneşe selama dururlar. Yıldızların parlaklığını kıskanırlar belki. Ayışığının yalnızlığı burkar kalplerini. En iyi onlar bilirler çünkü yalnızlığı. Kadınlar da kelebekler gibi hep yalnızdırlar. Onları izleyen yüzlerce gözün önünde hep yalnız. Özgürlüğün tadını çıkaran kelebeklerin aksine, kadınlar uzaktan bakarlar özgürlüğe ancak. Gün gelip onu elde edebileceklerinin ümidiyle yaşarlar. O ümide tutnmak güven verir kalplerine, o sıcaklıkla ısınır soğuk avuçları.

Özgürlüğün ılık nefesini hissettiklerinde ne yapacaklarını düşünürler çoğu kez. Akıllarına nice çılgınlıklar gelir. Delice aşklar, keyifli maceralar, aklına esenin yapıldığı günler, geceyarıları edilen danslar, sarhoşluklar, sevişmeler, ağlamalar, gülmeler....

Mahsun kelebekler gibidir kadınlar, öylesi hüzünlü.

Hayatında belki de ilk kez adam eski karısına verdiği verdiği, sözü tutmuş, onu öldürmeye kalkışmıştı. Bir sabah işe gitmek üzere evden çıktığında, karşısına dikilivermişti. Kadın, elinde, güneşin yansımalarını barındıran bıçağı görür görmez, adamın gözlerinin ta içine bakmış, orada sadece kin görmüştü, ne bir parça aşk, ne şefkat kırıntısı. Sadece kin, sadece bencillik. Hiç bir şey söylemesine fırsat vermeden, saplamıştı bıçağı rastgele adam. Yüzü pancak gibi kızarmış, her yanını ter damlacıkları kaplamıştı. Kadın can havliyle kendini geriye doğru attığında, bu bilinçsizce yaptığı hareketin onun hayatını kurtardığının farkında bile değildi. Bir şok yaşıyordu o anda. Kocası onu her ne kadar tehdit etse de, böyle bir şey yapabileceğine ihtimal vermemişti hiç. Ne de olsa, çocuklarının annesiydi. Ama şimdi anlıyordu ki, adam her deliliği yapacak hale gelmişti.

Etraftan koşturanlar, adamı kollarından tutup kenara çekmiş, polisi aramışlardı. Aynı şeyler yaşanmıştı yine. Tekrardan alınan ifadeler, karakolda geçirilen saatler, imzalanan kağıtlar.

Adam bir kaç ay yatıp çıkmıştı yine ve hiç bir şey değişmemişti. Reddedilmek onda bir saplantı haline gelmiş, eski karısını her yerde takip eder olmuştu. Kadın ondan kurtulamayacağını anlamıştı artık. Ne çocuklarına, ne kendine rahat yüzü göstermeyecekti bu adam. Ne yapacağını bilemiyordu. Aklından onu öldürmek düşüncesi bile geçti, o yapmadan kendi yapmalıydı bunu. Sonra aklından kovdu bu düşünceleri. Herşeyi halletmenin elbet bir yolu bulunurdu. Köydeki kayınbiraderini aradı, kocasıyla konuşması için yalvardı. Abisiydi, büyüğüydü, çıkmazdı belki onun sözünden. Adam pek oralı değildi. Sanki çok normalmişcesine kardeşinin yaptıkları, onu korumaya kalkmış, neredeyse kadını suçlayıcı bir tavır almıştı. “Ne yapmışsa yapmış, geçti gitti hepsi. “Nihayetinde kocandır, alttan almayı bilecen. Başka adama varacak değilsin ya! Aman ha, namus işi bu! He deyiver, olsun bitsin!”

Ardından eltisinin verdiği akılları da dinlemişti. “Kız bak, nasıl seviyo ki seni bıçaklamaya kalmış! Kıskandı besbelli! Ersiz kadın neye yarar, affet gitsin!”Anlamıştı onlardan bir fayda ummak boşunaydı bu saatten sonra. Kendi derdini unutmuş, kızlarıyla haşır neşir olmuştu bıçaklanma olayından sonra uzun müddet. İkisinin de psikolojileri bozulmuş, dersleri kötüye gitmeye başlamıştı. Okullarına gitti, öğretmenlerinden tavsiyeler aldı, ikisini de defalarca psikologlara götürdü. Yavaş yavaş eski hallerine döndürmeye çalıştı çocuklarını. Kendinin bir geleceği yoktu ama onların önlerinde upuzun bir hayat vardı ve anneleri bu hayatı en iyi şekilde yaşamalarını istiyordu. Kendi tadamadığı mutluluğu, kızlarının gözlerinde yakalamak istiyordu. Hep kahkahalarını duymak, başarılarına ortak olmak istiyordu. Sırf onlar içindi, hayata böylesi tutunmaya çalışması. Daha önce de defalarca yaptıkları gibi, yeniden yakaladılar hayatı he biri başka ucundan. Yeri geldi, kızlar annelerine moral verdiler, yeri geldi, kadın çocuklarına kol kanat gerdi. Yeni baştan gülümsemeyi, mutlu hissetmeyi öğrettiler birbirlerine. Zaman en iyi ilacıydı bir çok şeyin, onlara da yardım etti.

Hayat öylesi tuhaf bir oyundu ki. Tınmıyordu bile oyuncularının neler hissettiğine. Koşuyordu ve herkes kovalamak zorundaydı onu. Devam ediyordu hayat ve bu akışa onlar da ayak uydurmaya çalışıyorlardı. Günler geçip giderken, güneşin doğuşu taptaze umutlar getiriyordu beraberinde. Mahsun kelebeklerin çok ihtiyacı olan rengarenk umutlar! O umutların renklerine bürünmek bambaşkaydı. Rengaren olduklarında, renkli balonlarla birlikte paylaştıkları sonsuz bir gökyüzüne sahip olacaklardı. Kelebekler özgürce uçuşacaklardı o göklerde. Tam, herşey düzeliyor diye düşünüp, yüreğini ferah tutmaya çalışırken kadıncağız, eski kocası yine beliriverdi hayatlarında. Onun gelişi, geçmişteki kabusları da getirdi ardından. Adam her yerde onu takip ediyor, barışmak için ısrar edip, yaptıklarını affetmesini istiyordu. Kadın bunları o kadar çok duymuştu ki, unutmuştu sayısını artık. Onun tek arzusu, kızlarıyla beraber devam etmekti hayatını.

Eski defterleri çoktan yakıp, küllerini gül ağaçlarına doğru savuralı çok zamanlar geçmişti. Ne kocasına, ne onun yaşattıklarına dönmek istemiyordu bir daha. Kızlarıyla beraber huzurlu bir yaşamı neden çok görüyorlardı ona! Şu koskoca şehir üç mahsun kelebeği saklayamaz mıydı bağrında, koruyamaz mıydı kötülüklerden! Keşke kaybolsalardı da bu şehirde, kimseler bir daha rastlamasaydı izlerine.

Büyük kızı mezun oluyordu liseden. Emekleri boşa gitmemişti ya, yoktu ondan da mutlusu şu anda. İş çıkışı buluşup, mezuniyet balosunde giyeceği bir kıyafet alacaklardı. Üç aydır, kızına güzel bir elbise alabilmek için, çoğu ihtiyacından kısarak para biriktirmişti. Uzun yıllardan beri yaşadığı ilk mutluluktu bu, değerdi herşeye. İşten çıktığında, kızını kapıda kendisini beklerken buldu. O güzel yüzündeki sevinç ifadesi, ta uzaktan bile farkedilebiliyordu . Gurur duydu çocuğuyla, o gurur duygusu, sarmaladı yüreğini. Neşeyle birbirlerine sarılırlarken, “Hadi, “ dedi kızına, “mağazalar bizi bekliyor!” Elele bir kaç adım atmışlardı ki henüz, kocası kesti yollarını. Kız korkuyla gözlerini açmış annesine bakıyor, adam yine her zamanki gibi, aynı sözleri sıralıyor, etraftakiler meraklı gözlerle onları izliyorlardı. Daha fazla dayanamayan kadın, olanca gücüyle bağırıp çağırmaya başladı. Senelerdir içinde biriktirdiği tüm öfkeler, ruhunu acıtan bütün sızılar, o anda, caddenin tam ortasında, en mutlu gününde, teker teker içinden sökülüp, ortalığa saçılıyorlardı. Durduramıyordu kendini. Sadece istemsizce çıkıyordu sesler boğazından. Neler söylediğini kendi bile duyamıyordu. Kocası hiç hareket etmeden duruyordu karşısında. Onu dinlerken, yüzü renkten renge girmiş, sonra bembeyaz bir hale bürünmüştü. Tüm kanı çekilmişti sanki suratından. Gözlerini bile kırpmıyordu. Aniden elini kemerine doğru götürüp, bir silah çıkardı. Karısına doğrulltu silahı ve ateşledi. Tüm bunlar sadece bir iki saniye içinde olmuştu. Tam göğsünde bir acı hissetti kadın, hemen arkasından kızının çığlıkları geldi kulağına. Yere yığıldı. Bir kaç saniye gökyüzüne baktı. Bulutları gördü. O derin mavilik, gözbebeklerine gelip oturdu. Sonra kapandı gözleri. Mahsun kelebeklerle birlikte sonsuzluğa gitti.

 

 SON

 
Toplam blog
: 58
: 1128
Kayıt tarihi
: 26.07.12
 
 

Anadolu şehirlerine özgü o sıcaklığı havasında barındıran Tokat'da, büyük bahçeli bir evde doğdum..