Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Ağustos '11

 
Kategori
Öykü
 

Malumunuz I.

Malumunuz I.
 

O kadın !


Cûş-i ahzân / I

Saat 07 : 20 suları.
Günlerden yağmurlu bir pazar ertesi.

Derin bir “Ufff...“ geçirdi Bahtiyar, şöyle en sitemkar yanıyla.
Şimdi kim kalkıp işe gidecekti? Üstelik Hüsnü fırındamıydı aceba ?

“Ya Allah…”

dedi kalktı yataktan. Lavaboya doğru yöneldi ve; patır kütür…

“Ulan kim koydu bunları buraya!” narası attı ilkin. Sonra düşündü ve mahçuphane bir cevap buldu kendince:

“Sen tabi başka kim olacak! Adam gibi okuyup bir iş bulaydın da çoluğa çocuğa karışaydın bre adam…”

Zorlu bir günün habercisiydi bu yerdeki vazolara tökezleyişi. Harbiden o vazoların yerde ne işi vardı arkadaş? Ah be Bahtiyar, isminle bir gün uyuşmadı bahtın…

...

Arz-ı endam / I

Güneş doğduğundan beri bir yeryüzüne bu kadar iştahlı vuruyordu, birde onun yüzüne. Ama uyku tatlı gelmişti o esmer tene. Kara gözlerini hafif araladı;

“Ne uymuşum ama ya…” dedi, diyebildi. Mecali yoktu Cansu’nun. Gece fazla kaçırdığı belliydi.

Ama ne doğum günü kutlamışlardı öyle ! Âvamın “ saray yavrusu “ diye tabir ettiği bir evde en özelinden şampanyalar, en lezzetlisinden meyve barları vs vs vs …
Hani altı katlı mütevazi(!) pastayıda unutmamak gerek. Asuman’ın doğum günü bu. E biraz gösterişli olmak zorundaydı. Kolay mı sosyeteden birinin hemcinslerini ağırlaması ? Bir sürü kusur bulurlardı yoksa.

Cansu bulmuştu çoktan,

“Müzik canlı olsa daha güzel olmaz mıyd ? Ne biliyim şöyle güzel ışıklandırmalar felan…”

Herşey güzeldi/hoştu ama bir detay hala aklını kurcalıyordu bizim hatunun. Geceden beri aklında olan soru hala cevap bulamamıştı. Asuman’ın “New York’tan getirttim.” dediği parfümün adı neydi? Ne büyük dertti ama(!)…

Bizimki teferruatları düşünürken aşçının sesi kulağına ilişti;

“Efendim duş için banyo hazır. Sofranızda siz çıkana kadar hazır olur…”

...

Cûş-i ahzân / II

Caddenin köşesinde göründü Bahtiyar. Bahtiyar’ı gören Hüseyin elindeki sigarayı attı hemen içeri girdi. Bahtiyar:

“La Hüsnüüü…
Hüsnü sana diyorum! ”

“ Söyle Bahtiyar söyle? ”

“Oğlum nerdesin sen? Bağıra bağıra bir hal oldum!
Öğlen oldu be öğlen…”

“Tamam ciğerim telaşlanma senin emanetler hazır. “

Bahtiyar kırdı dizini çöktü.

“Eyi…” dedi.

Bir sıgara tellendirmeliydi artık. Namussuz nede gidiyordu şu havada. Yağmur hafiften okşarken yeryüzünü, bir serçe çarptı gözüne. Tüylerini kabartmış akasya ağacının dalında öylece garibanları oynuyordu. Bir müddet seyretti…
Sıgarasını bitirdi, temelli çileden çıktı:

“Hüsnü! La Hüsük!”

Kapıdan oğlu göründü nefes nefese:

“Buyur amca simitlerin...”

“Nerde o üç kağıtçı baban?”

“Telefonla görüşüyor. Annem aradıda…”

“Anan aradı bu da hemen hazırola geçti ha?
Neyse, selam söyle…”

“Aleyküm selam amca.”

Gülüştüler biraz, pek az.

Bahtiyar’ın güldüğünü gören yoktu. Arada sırada çocukla çocuk olurdu o kadar. Sebebini kendinden başka bilen iki kişi vardı. Biri Hüseyin, biri de…
O işte, gönlünü kanatan malum şahıs.

Şu Hüseyin olmasa kime takılıp eğlenecekti? Allah var sıkı dostlardı.
O da cadaloz karısından az çekmiyordu. Hüseyin annesini kıramamış, onun uygun gördüğü Meral’i almıştı. Hüseyin başına bela mı almıştı yoksa kendine bir eş mi?

“Bizim küçük çocuğun hatrı var yoksa biliyorsun birader…” der, Bahtiyar’ın iğneli sözlerini sonlandırmaya niyetlenirdi çoğu kez. Ama ne fayda…
Bahtiyar bu, tek eğlencesine takılmadan edemezdi.


İşte böyle geçerdi günleri.
Yola koyuldu ve herzaman ki gibi simitlerini satmaya başladı. Arabasından ses çıktıkça o da tekrarladı :

“Gacur-gucur, gacur-gucur…”

Eskiciden aldığı arabasını da değiştirme vakti gelmişti. Zaten alırken pek de içine sindiği söylenemezdi.

...

Arz-ı erdam / II

Yüksek sesle:

“Kaşarı bir daha düzgün doğra!” dedi.

Emir vermeye alışıktı bizimki. Aşçı:

“Peki efendim… “ diyebildi.

Güzel bir duşun ardından güzel bir sofrayla güne başladı Cansu. Telefonunda iki cevapsız arama ve bir mesaj gördü, arayan Cenk’ti. Mesaj da ondandı.

“Hayatım ara beni. Seni seviyorum mucuk iks de…”

“Aptal şey !” dedi fırlattı telefonu sehpanın üstüne.

Çocuktan sıkılmıştı, yeni birini bulmalıydı. Cansu’nun doğasına aykırı değildi sevgili değiştirmek. Şöyle her mekanda ona gönlünü kaptırmış adam(!) doluydu ortalık. Sıkılmıştı; hayattan, paradan, maddiyata dayalı arkadaşlıklardan. O’ndan bu yana pek dikiş tutturamamıştı.

Sahi nerelerdeydi şimdi? İlk’leri yaşatmıştı Cansu’ya. Ama encamı eski türk filmlerinden farklı değildi. Ne adamdı…
Kalktı oturduğu yerden;

“Eeeehh!” dedi salladı elini.

Kendini kandırma çabasından başka bir şey değildi bu yaptığı. Düşlerle kendini avutacak değildi. Cansu için biten bitmişti ve izlediği filmi bir daha izlemezdi. Elbise dolabına yöneldi;


“Lanet olsu ! Bugün pazartesi ve ben akşam ne giyeceğime daha karar vermedim. ”

Neydi şimdi bu? Neydi bu anlamsız tafraları? Kimeydi bu sitem? Ne vardı akşam?

Doğru bu gün pazartesiydi ve akşam çok özel bir yere davetliydi. Elit kesimden birçok konuk da orada olacaktı. Yani bu akşam şıklık yarışına ev sahipliği yapacaktı bu günahkâr şehir!

İstemsizce telefonu açtı ve Cenk’e bir mesaj karaladı.

“Akşamki daveti biliyorsun. Beni alma, orda buluşalım canım.”

Biraz önce “aptal” değil miydi bu çocuk ?

Geçti odasına ve geçen hafta başladığı kitabı okumaya koyuldu…

...

Cûş-i ahzân / III

Yağmur durmuş ve Bahtiyar simitlerin yarısını satmıştı.

Zordu onun için hayat. Evine geç geliyor, sabah erkenden kalkıp fırına gidiyordu. Hüseyin’in yüzüne hasret değildi elbet. Ekmeğinin peşindeydi. Harama el uzatmaz, helalden de ayrılmazdı. Gel gelelim ki karnı zor doyuyordu.

Bir türlü köşesine üç-beş kuruş biriktirememiş, altmışlık mavi chevroletlerin önünden her geçişinde kendine:

“Az kaldı, alacam sizden bir tane altıma…” yalanını söylerdi. Evet yalandı, kendini oyalamak için söylediği pembe bir yalan…

Kahvenin önünden geçiyordu ve durdu.
Bir ağacın altına serdi gazete kağıtlarını. Yerler hafif nemliydi ama uzanıverdi …
Az bir zaman çaycının dışarı çıkmasını bekledi.

"Hemşerim ! Hele demli bir çay çek… ”

Biraz sonra çayı geldi ve ekmek teknesinden bol susamlı bir simitle beraber ziyafetine başladı. Söylendi kendince:

“Ah bir de peynir olacaktı ki…”

Uzunca bir süre oturdu kaldı. Çaylar birbirini kovaladı. Simitler ? Simitler ne olacaktı ?

“Kalk oğlum kalk akşam oldu.” dedi ve;

"Ya Allah“ narasıyla bir çırpıda kalktı. Yürümedi, eğdi kafasını sağa sola baktı. Bir şeyler arar gibiydi sanki. Ne olmuştu şimdi?

Yürüdü, hafif tebessümle:

“ Sabah vazoya çarptık, şimdi taşa maşa çarpmadan işimize bakalım…”

Hava kararmıştı artık. Her akşam ekmek teknesinin demir attığı, beş yıldızlı limana doğru yöneldi. Akşamları buranın geleni gideni eksik olmazdı. Üstelik karnı tok, sırtı pek insanlardı gelenlerin tümü. Zenginlere yabancıydı ama sokaklar onundu. Simit alacak tipler değillerdi. Olsun kavga ekmekti ve ekmek olan kavgada herşey mübahtı!

Meşru dairede elbette…

...

Arz-ı endam / III

"Sıkıldım ! ”

dedi ve kitabı bıraktı. Üstelik vakit gelmişti artık evden çıkmalıydı. Sitemle ayrıldığı dolabın başına geldi ve kapağı açtı. Gözlerini kapatıp, elini bir sağa bir sola uzattı. Rastgele bir tanesini tuttu, çekip çıkardı.

Evet rastgele ne olmuş yani?

Giyindi, kokusunu süründü sonra. Asuman’ın getirttiğinden istiyordu. Bunun da kokusu güzeldi ama takmıştı bir kere…

“Arabayı hazırlasınlar!”

diye seslendi aşçıya. Aşçıda her işe bakar olmuştu. Başka adam mı yoktu?

Aşçı geldi,

“Hazır efendim” dedi.

“Tamam, teşekkür ederim.”

Ne? Durun bir dakika!
Yok canım olamaz aşçı yanlış duymuştur, ben yanlış yazmışım, siz de yanlış okumuşsunuzdur. Teşekkür de neymiş…

Aşağı indi ve arabaya bindi. Çalıştırmadan önce mutlaka kısık tonda müzik açardı. Şimdi de öyle yaptı. Antonio Vivaldi ‘den klasik bir şeyler çalıyordu.

Çalıştırdı ve yola koyuldu. Trafikti, ışıktı derken sonunda davetli olduğu yere gelebildi. Pahalı oyuncağından inip, anahtarı park için görevliye verdi. Ne parfüm kokmuştu ortalık…

"Nikotin..."

diye tekrarlayıp duruyordu içinden. Çakmağını evde unutmuştu. Araba da çoktan gitmişti otoparka.

Baktı şöyle...
Karşıda bir simitçi var gibiydi, zor seçiyordu gözleri. Ah şu lensleri...
Nasıl olduda unutmuştu evde. Uzun topuklarıyla ne de yürüyordu ama !

Taksicilerin “Vay yavrum vay…” sesleri geliyordu kulağına ama mühim değildi. O Cansu’ydu, alışıktı böyle manzaralara. Ödün vermeden son derece gururlu ve kendinden emin adımlarla yürüdü. Baktı tekrar ve :

“Hey sen ! Yak şu sıgaramı. ”

Kadının ses tonunu beğenmediği belliydi :

“O kadar da uzun boylu değil bayan. “
dedi adam başını kaldırmadan.

“Yak dediysem yak be adam! “

Bu ses...
Bu ses tanıdık geldi ve ani bir refleksle kaldırdı başını.

(kısa bakışmalar)

“Şey...”

diyebildi kadın, düşürdü sıgarasını.

“Şey ben...”

Sustu…
Cansu sustu, adam lâl kesildi.

Döndü arkasını, ritmik adımlarla uzaklaştı oradan. "Hiç değişmemiş" sancısı beynini kemirdi bir müddet.

Sonrası...
Adam yere düşen sıgarayı aldı ve çaktı çakmağı. Ardından simit kokuları arasında Zeki Müren’den bir nağme mırıldanıverdi :

"Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak..."

...

Bekir Keskin 

 
Toplam blog
: 14
: 176
Kayıt tarihi
: 16.04.11
 
 

Rusça-İngilizce Dil ve Edebiyatı öğrencisiyim. ..