Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Eylül '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Manastır

Manastır
 

Şirok Caddesi


Sabah erkenden kalkıp Manastır’a gitmek için gara doğru yola çıkıyoruz. Taksi bu kez 100 MD diyor. Siz siz olun meblağ az dahi olsa taksimetre açtırın.

Gara gelince şok yaşıyoruz. Saat 8 . Ama Manastır otobüsü saat 7 ‘de kalkmış. Bir sonraki 10:15 ‘te. Yapacak bir şey olmadığından turizm ofisinin açılmasını bekliyor ve açılınca da Arnavutluk ‘a gidiş saat ve fiyatlarını öğreniyoruz. O da şok. Strugadan ya saat 5:30 ‘da ya 12:30 ‘da yola çıkmamız gerekli. Ama bunun için önce Struga ‘ya gitmek, bunun içinde Strugaya giden minibüslerin nereden geçtiğini bulmam gerekli.

Bunun için garın arkasında olduğu söylenen minibüs durağını uzunca bir arayışın ardından buluyorum. Kimi merkezde diyordu kimiyse başka yerleri tarif ediyordu. Neyse, gerçekten gara yakın bir noktada minibüsleri gördüm ve koşup aracı durdurdum. İlk seferin saatini sordum İngilizce. Ama İngilizce bilen yok ki cevap olsun. Yılgınlıkla önde oturan esmer insanlara seslenip “Türkçe bilen yok mu?” diye haykırdım. Minibüsteki zayıf, esmer insanlar hareketlenip bana yardımcı olmaya çalışıyorlar. İlk sefer 5:15 ‘te imiş ve yolculuk yaklaşık yarım saat sürüyormuş.

Eşimin yanına dönüp biletleri alıyorum. (200 MD) Otobüsün saati 10:00 . Şunu anlıyorum. Burada bir yerden bir yere gitmek için saat sorarsanız sorduğunuz yerden kalkan seferlerin saatlerini veriyorlar. Başka bir yerden kalkıpta bulunduğunuz yere uğrayan bir sefer varsa bunu söylemiyorlar yada tahminimce söylemek akıllarına gelmiyor. En garantisi bilet alırken tekrar tekrar sormak.

Nihayet Bitola yada bizim deyişimizle Manastır yollarındayız. Virajlı, yemyeşil vadilerden geçerek önce Resne ‘ye ulaşıyoruz. Ama burada inmiyoruz. Çünkü ulaşımın durumu nedeni ile sonraki otobüsleri beklerken ağaç olma ihtimalimiz epeyce yüksek. Görülecek sadece Resneli Niyazi Bey ‘in malikanesi.

Resneli Niyazi biz yeni nesillerde genelde “ne şehittir ne gazi .ok yoluna gitti Niyazi” deyimiyle bilinir de bu Niyazi kimdir pek bilinmez.

Türk müdür, Arnavut mu bu konuda net bir kaynak bulamamışsam da başlangıçta İstanbula, saraya bağlı bir askerdir. Yunan savaşında birliğinin dört, beş katı daha kalabalık bir Yunan birliğini esir eder ve İstanbula getirir. Sadece görevini yapmıştır. Fakat esir aldığı askerlerin şehir sokaklarında başlarında gençten bir Arap olduğu halde dolaştırıldığını görünce bir de Arap ‘ın aldığı rütbeleri görünce zıvanadan çıkar. Bilmez ki bu çocuklar Arap aşiretlerinin başlarındaki adamların çocuklarıdır, bir nevi rehindir ve gönülleri olsun diye payeler verilir.

Kendisine de sağlam bir maaş bağlanır ve padişahın danışmanlarından olması istenirse de kabul etmez Resne ‘ye döner. Yönetimden soğumuştur. İttihatçıların özgürlük gibi taleplerini destekler. Kendine inanan, güvenen insanlarla dağa çıkar. Abdülhamit ‘e küfürlü maktuplar gönderir.

Fakat İstanbuldakilerin işi başından aşkındır. Rusyası, İngilteresi, Fransası hatta Yunanistanı ile yedi düvel pastadan pay kapmanın derdindedir ve Abdülhamit bunlarla uğraşmaktan Niyazi Bey ve tayfasını kale almaz. Gene de bir iki birlik sevkedilir. Kimisi İttihatçilerin etkisi ile Niyazi Bey ‘in tarafına geçer, kimisi karşısına çıkmaz kimisi ise savaşırken ölür. İti kopuğu, türlü milletten insanı Niyazi Bey ‘in çevresinde toplanır.

Sonunda meşrutiyet ilan edilir Enver Paşa ile beraber hürriyetin iki mimarından biri olarak anılır. Öyleki o günlerden kalan kartpostallarda “hürriyet” kavramını simgeleyen güzelin bağlı olduğu zincirleri kıranlardan biri Enver diğeri Niyazi Beylerdir.

Fakat siyasetin çarkları bir başka döner. İttihatçiler bu adamı pekte İstanbulda istemez o da İstanbulda kalmaya artık gönüllü değildir. Bir gün eline geçen bir kartpostalda Fransız sarayının resmini görünce onun bir benzerini yaptırır. Burada ormanda bulduğu bir geyikle ahbaplık etmeye başlar ki “geyik muhabbeti” deyimi de buradan dilimize gelmiştir.

İstanbula gelmek için vapur beklerken yaveri tarafından ensesine sıkılan tek kurşun ile öldürülür. Ta başta zikrettiğim meşhur deyim de buradan gelmektedir.

Bakırköyden İncirliye giderken yolun solunda viran bir konak vardır ya bilenler bilir. İşte o da Resneli Niyazi Bey ‘e aittir.

Buradan az ötede, uzaklardan Resnenin beyaz evlerinin küçücük göründüğü bir bayırın başında asfalt bitiyor ve yol Arnavut kaldırımı olarak devam ediyor. Hoplaya zıplaya yol alıyoruz.

Yoldan istifade Manastır ‘dan bahsedeyim. Bizans buraya önem verir ve pek çok manastır kurdurur. Bu yöredeki hemen hemen her yerleşim gibi Bulgarlar ve Bizanslılar arasında defalarca el değiştirir ve her değişim büyük bir yıkımı da beraberinde getirir. Ama ticaret yollarının üzerinde olması sayesinde her seferinde çabuk toparlar. Bizimkiler gelir. Şehir yine ticari önemini daima korur. Fakat Türkleşmiş ve İslamlaşmıştır görünüm olarak. Evliya Çelebi yetmiş camiden, medreselerden, çarşılardan bahseder uzun uzun. 19. yy da Osmanlının Rumelideki ikinci büyük kentidir ve kentte on iki elçilik binası vardır. Balkan Savaşına dek bizim olan Manastır ‘ın adı Bitola olur sahibi ise önce Sırplar sonrasında başkaları…

Manastır. Araç Manastır ‘ın garına dek gidiyor. Garın hemen yanında da tren istasyonu var. Araç gara gelmeden Manastır içerisinde yolcu indiriyor. Bunu şoföre hatırlatmazsanız gar ile Hamidiye Caddesi olarakta bilinen Şirok Caddesi arasını tekrar on beş, yirmi dakika yürümek zorunda kalırsınız.

Neyse, dönüş otobüsünün saatlerini de öğreniyoruz. Gardan çıkınca hangi yöne gideceğimizi bulmak için insanlardan yardım alıyoruz. Çat pat Türkçe bilen birisi başka birini getiriyor. Adam “yalnız Arnavutça bilirim biraz Almanca” diyor İngilizce. Almanca soruyorum. Kem küm edip eliyle işaret ediyor yolu ve Türkçe “üç kilometre” diyor. Allahım ne coğrafya.

Kısacası gardan ana yola çıkınca sola giderseniz Heraklia antik kentine gidersiniz ki mozaikleri ünlüdür. Sağa doğru gidip parkı solunuza alıp ilerlerseniz önce sola sonra atamızın, Enver Paşa ve pek çok askerimizin yetiştiği Manastır Askeri İdadisinin sağından (idadi solunuzda kalacak) giderseniz meşhur Şirok caddesinin başına gelmiş olursunuz.

İdadi tipik bir son dönem Osmanlı binası. Günümüzde arkeoloji müzesi olarakta kullanılmakta.

Caddeye yöneliyoruz. Uzunca bir cadde. Sağlı sollu iki üç katlı şirin yapılar görülmeye değer. İlkin solda Osmanlı coğrafyasında ilk sinema filmini çeken Maneki biraderlerin evini görebilirsiniz. Haritadaki gibi cadde üzerinde değil, soldaki sokağın azıcık içinde kalıyor evleri.

Biraz daha ilerlediğinizde sağda, köşede Atatürk ‘e aşık olan Eleni ‘nin evi çıkacak karşınıza. Zarif bir ev. Hikayesi çok. Kimi yerde kızın Atatürk ‘ü çarşıda dolaşırken bir kez görüp aşık olduğunu ve aşkını dile getiren bir mektup yazdığından bahsederken kimisi bir müddet flört ettiklerinden bahsetmekte.

Yolda yürüyoruz. Pek çok kafeterya ve restoran var. 100 MD ödeyerek karnınızı doyurabilir, 40 MD ödeyerek güzel bir kahve içip dinlenebilirsiniz bunlarda. Su ve tuvalet ise ücretsiz J

Biraz daha ilerleyip Şirok ‘u kesen Golçev Caddesini de aşınca daha canlı bir kısma ulaşıyorsunuz. Golçev Caddesinde pek bir şey yok. Bir iki can canlı mağaza vb. Solda daha güzel görünümlü (ve pahalı) restoranlar var. Pek çok elçilik binası da bu tarafta. Bunların arasında bizim elçilikte bulunmakta. Yolun karşısında ise Katolik kilisesi var. Fakat iki kez girmeyi denememize rağmen kapısını açık yakalayamadık.

Caddenin bittiği yerdeki büyük meydana ulaşıyoruz. Ortada içinde su olmayan ve etrafında tıpkı Selaniktekiler gibi Makedon falankslarının yerleştirilmiş olduğu büyük bir havuz var. Arkasında kapısı kapalı olan, kubbeli, tek minareli Yeni Cami 1558 ‘den beri burada. Solda ise üzerine zoraki bir haç kondurulup iğrenç renklere boyanmış Osmanlı yapısı saat kulesi bulunmakta. Kule ilk kez 1664 ‘te dikilmiş.

Bu meydanda doğu ile batı gene bir akarsu ile birbirinden ayrılıyor. Yolun ötesinde camileri, çarşıları ile Turska Mahala yani Türk mahallesi. Suyu aşıp bedesteni şöyle bir geziyoruz. Meğer 1950 ‘lere dek tüm bu alanların hepsi çarşılarla kaplı imiş. Ama meydan çalışması adı altında hepsi yıkılmış. Su da çeşitli boylarda alabalıklar yüzmekte daha doğrusu akıntıya karşı koyup durmaya çalışmakta. Setler yapılmış suyun içerisinde. Eşimin “bu balıklar geri gitmiyor mu bu setlerden” sorusuna verebilecek bir cevabım olmadığından duymamazlıktan geliyorum.

Çarşılara varıyoruz. Bir iki katlı basit dükkanları geçiyoruz. Aslında alınacak, bakılacak pek bir şey yok. Artık gözlerimiz sadece bir Türk dükkanını, herhangi bir dükkanda satılan her hangi bir Türk malı ürünü arıyor.

Buranın bitpazarı görünümlü kısmına giriyoruz. İlk bölümde incik, boncuk, takı vb satan tezgahlar var. Tezgahların birinin başındaki kadın bizimle Türkçe konuşmaya başlıyor. Artık çok az Türk kaldığını söylüyor şehirde. Makedonlar Bitola desede Arnavutlar ve Türkler için burası hala Manastır. Manastırın nesi meşhurdur, nesi alınır diye soruyoruz kadıncağıza. Gülüyor. “Biz buradaki her şeyi Bursadan, Türkiyeden getirip satıyoruz.Türkiye olmasa açlıktan ölürüz” diyor. Artık iyice emin oluyorum. Türkiyeyi ayakta tutan bunca insanın duası olmalı, başka mantıklı gelebilecek tek bir açıklaması yok bence.

Meyve sebze satan kısma geçiyoruz. Fiyatlar çok ucuz. Muz 40, kara üzüm 30, şeftali 45, kavun ise kilosu 7 MD ‘ye satılmakta. Dolanıyoruz. Herkes ya bize malını satmaya çalışıyor ya da kapkaççılara dikkat etmemiz için uyarıyor. Tanrıya şükür bir problem yok.

Peynircilerin olduğu tek katlı kısma geçiyoruz. Esnafın arasında Türkçe bilen tek kişi dahi yok. Buna karşın hepsi bizle yakından ilgileniyor ve mallarını tattırıyorlar. Öyle küçük bir parça değil verdikleri parçanın büyüklüğü, gayet bonkörce, koca bir parçayı kesip veriyorlar. Almamanız önemli değil, gülümseyin, teşekkür edin. Suratlarında mal almadığınız için kızgınlık yada hayal kırıklığı yok, malı satmak için riyakar hareketler yok. Sadece peynirlerini beğenip beğenmediğinizin derdinde gibiler. Gerçekten de burada kötü peynir yok. Çok leziz hepsi. 200 gr kadar, sert, koltuk süngerine benzer bir kaşar peynirine 100 MD ödeyerek alıyoruz. Enfes bir peynir. Çarşıyı, sokakları peyniri kağıt helva yermiş gibi dişleyerek dolanıyoruz. Yürüyerek İsa Bey Camiinin önündeki banka oturup yoldaki sebilde yıkadığımız üzümleri yiyoruz. Cemaat çıkarken izin alıp içeri giriyorum ve dolanıyorum.

1506 ‘da Manastır kadısı İshak Çelebi yaptırmış yapıyı. Çok büyük bir kubbesi var. Ama dendiği gibi yirmi altı metrelik bir çapın olabileceğini pek sanmıyorum. İçerisi kalem işi ağırlıklı. Fakat son cemaat yeri belki de caminin hariminden daha ferah. Burada sütunlar porfir. Ben çıkınca görevli kapıyı kilitleyerek gidiyor.

Dönüş yoluna geçeceğiz. Sv. Dimitri kilisesine gitmeden tekrar suyu aşıyoruz. ( Nehir desem değil, dere desem aslında o da değil ama haksızlık etmeyelim diye su diyorum) Kilisenin giriş kapısı arka sokaktaymış. Üşenmiyor, gidiyor ve içine giriyoruz. İlginç, farklı ve temiz bir kilise. Özellikle kapı kenarlarındaki ahşap işçiliği anmadan geçmek haksızlık olur. Ayrıca yandaki kapının giriş kısmındaki fresklerde çok hoş. Burada da fotoğraf çekmek yasaksa da görevli gelene dek boş durmadım. Gene de randıman epey düşük çıkmış.

Burası şehrin katedrali. Bizimkiler yeni kilise yapılmasına izin vermediği için adamlar var olan kiliselere eklemeler yaparak çözüm üretmiş. Burada abartmış olacaklar ki beş şapel, üç apsisli bir kilise haline gelmiş yapı. Tabii burada imparatorluğun zayıflaması, başta Rusya olmak üzere dış baskılar nedeniyle kaynayan halkın davranışlarına göz yummakta yatmakta.

Dönüş yolundayız. 14:30otobüsüne yetişiyoruz. (200 MD) Gerçi 15:30 ‘da da Ohrid ‘e otobüs var ama yapacak bir şey kalmadı.

 
Toplam blog
: 35
: 3517
Kayıt tarihi
: 10.08.09
 
 

Gezmeyi severim. Aileden gelen bir alışkanlık bu. Ufacıktım gezdiğimi hatırlıyorum. Gezeceğim. Ağ..