Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Haziran '22

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

Markakent Denizli

Denizi Olmayan Markakent: DENİZLİ

 

Dursun ÖZDEN (Gezi Yazarı, Belgeselci)

 

Denizi olmayan marka kent Denizli’nin, şirin ve giderek büyüyen merkez ilçesinden biri olan Merkezefendi; yeni konuklarını çağırıyor… Denizli’nin Bekilli, Baklan, Çivril, Çal, Tavas gibi öteki ilçelerini tanıtan gezi yazılarım olacaktır…

 

Bu kez rotamızda; arkeolojik bulgular, tarih, kültür, sanat, sanayi, ileri ziraat ve bereketli toprakları yanı sıra; folklorik kültürü, efeler diyarı, Yörük otağı ve estetik zengin mirası ile Ege Bölgesi’nin Menderes Havzası’nda bulunan ve de denizi olmayan turistik kenti Denizli’nin Hierapolis, Laodikya ve Merkezefendi gezisi var…

 

Modern Seyyah ve Yoleri Gezgin Derviş’in‘in yolu; alternatif kültür ve tarih turizminin, çokça tercih edilen yeri olan, bir damla deniz; Merkezefendi—Denizli’ye düştü… Merkezefendi Kitap Fuarı ve Söyleşi etkinlikleri kapsamında, yeniden gezip gördüğüm Merkezefendi ve Denizli’nin merkezindeki turistik, tarihi, kültürel, doğal yaşam alanlarını gezerken; bazı çevresel olumsuzlukları gördük ve ilgilileri uyardık… 

Denizi olmayan beyaz kent ve Pamukkale markası ile büyüyen Merkezefendi ilçesi ve Büyükşehir Denizli; bin çiçekli-asırlık zeytin bereketinde, denize hasret Denizli’de, Merkezefendi’de şiir vardı… Yaşam kaynağımız su gibi aziz olan, su başını yurt tutan, suyun olmadığı yerlere yer altından-üstünden su getiren ve 13 bin yıllık Anadolu Su Medeniyetinin izini süren biz vardık… Denizli ve Menderes Havzası başta olmak üzere, Anadolu’da suyla gelen medeniyeti belgeledik, doğa-çevre felaketlerine ve insan kaynaklı kirlenen-yok olan su kaynaklarına dikkat çektik, yeniden…

 

Suyu kirlenen ve yaşamı-doğayı tehdit eden Menderes Nehri’nin çığlığı, belki de bir çevre felaketinin habercisidir… Artık kentin ara sokaklarında gül ibikli Denizli horozları ötmez oldu… Tan çiçeğinin taç yaprağına, şafağın ilk ışıkları düşmeden ve güneşi ilk öpen karşı tepenin burcu aydınlanmadan önce, sabah selasına eşlik eden; her erken seherde, Denizli horozu ötmeden ve o yanık sesli Özay Gönlüm; çifte bağlamasıyla, sazı söze bağlamadan, düşmeliyiz Denizli’nin yollarına… Merkezefendi ve Pamukkale bizi çağırıyor yine… Bakalım bu kez nerede? Hangi serüvenlerle ve hangi konuklarla karşılaşacağız… 

 

Merhaba ya da Elveda

 

Merhaba demek; benden sana, benden size zara gelmez demektir… “Merhaba” demeden, elveda demeyiniz. Bize sunulan, tek nefeslik bu ömür diliminde; yaşadığımız süreçte, çevreye duyarlı, doğa ve kültürel zenginlikleri koruyan ve insanca yaşama hakları ve sorumlulukları olan çağdaş yurttaş bilinciyle yarınlarda, gelecek nesillere iyi ve güzel bir doğa ve iz bırakmadan “elveda” demeyiniz… “Mustafa Şerif Bey” basın kimlik kartı ile vatan savunmasına katılan; gazeteci ve istihbaratçı Kolağası Mustafa Kemal Paşa; 1912’de yazdığı fransızca şiir: “merhaba” diye başlıyor ve “elveda” diye bitiyordu… Bu kutsal Anadolu toprakları kolay kazanılmadı. Dünyada mazlum halkların esin kaynağı ve umudu olan Kemal Atatürk’ün ve eserlerinin kıymetini bilelim, toprağımızı, doğayı, turistik ve kültürel miraslarımızı koruyalım, yaşatalım…

 

Ege Denizi kararmadan ve karşı yakada, dağlar uykuya dalmadan önce, bir gelincik tarlası gibi denizi olmayan Denizli su kaynaklarını özlemle öpen güneş, Bekilli bağ evinde, bir kadeh kırmızı şarap bardağın içinde; “beni de, beni de için, için ki kendinizden geçin” dercesine, ufuk çizgimizi şiire “merhaba!” diyen, dudak iziyle düğümleyen ilk yaz akşamı ile taçlanmakta idi. Yeni konuklarına “hoş geldiniz!” diyerek selamlayan “Deniz Kızı Eftelya” şarkısı eşliğinde, Pamukkale’ye gitmenin telaşı başladı bizde… Denizli’nin çil-gül ibikli horozları ötmeden daha; tarihin en eski traverten süt beyazı örtülü şifa kaynağı termal  kaplıcalarından biri olan Pamukkale yanı sıra, Hierapolis, Laodikia ve Merkezefendi bizi çağırıyor, yeniden…

 

Denizli merkez başta olmak üzere, öteki ilçelerinde gezilip görülmesi gerekli yerlerin başında gelmektedir. Bunlar: Bekilli, Çal, Çivril, Çardak, Tavas, Sarayköy, Buldan, Beyağaç, Baklan, Babadağ, Acıpayam, Çameli, Güney, Honaz, Bozkurt, Kale, Serinhisar, Laodikia, Hierapolis ve Pamukkale gezi rotası yanı sıra; özellikle bir Pamukkale prensesi olan, insan-kadın hakları ve vatan savunucusu, yasal-etik-ahlaki değerler ve çağdaş yaşamdan yana bir Denizli sevdalısı, bir kadın belediye başkanı (Şeniz Doğan) ile ün yapan ve alternatif turizm potansiyeli olan Merkezefendi’yi mutlaka görmelisiniz… Son zamanlar; çevreye ve insana duyarlı çağdaş yerel yönetim-örnek kent olma yolunda, hakları ve sorumlulukları olan yuttaşların katılımı ve bu kentte yaşayanlarla birlikte, kolektif kamu iradesi, mahalle konseyleri, çağdaş muhtarlar, örnek belediye hizmetleriyle bilinen Merkezefendi Belediyesi; kitap fuarı, okur-yazar buluşması, yazı-gezi ve sanat atölye çalışmaları, kardeş kent dayanışmaları, üniversite ve yerel yönetimler işbirliği, ata sporları ve geleneksel folklorik etkinlikler, kaybolan kültürleri ve el sanatlarını yaşatma, panel, kültür ve sanat etkinlikleriyle de çevreye ve eğitimli-deneyimli-çağdaş bir kadın duyarlılığında, Kuvayı Milliyeci bir ruhla, öteki yerel yöneticileri örnek olmaktadır… Yerli, yabancı turistlerin ve kente gelen konukların da dikkatini çeken, iyi şeyler yapmaktadır…

 

Denizli’ye Nasıl Gidilir?

 

Uçakla:

Denizli’de merkeze 45 dk. uzaklıkta Çardak Havaalanı var. İstanbul’dan buraya THY ve Pegasus’un karşılıklı olarak her gün uçak seferleri var. Yolculuk 1 saat sürüyor. Havaalanı ve şehir merkezi arasında ister özel şirketlerin yolcu servisleriyle isterseniz taksiyle ulaşım var.

 

Arabayla ve Otobüsle:

Denizli’ye arabayla İstanbul’dan gelecekler için yol yaklaşık 600km 8 saat sürüyor. Bu süre otobüsle 10 saate varabiliyor. Ankara – Denizli arası yol 461 km olup arabayla 5 saat 15 dk, otobüsle 7 saat sürüyor. İzmir – Denizli arası yol ise 227 km ve arabayla yaklaşık 3 saat, otobüsle 3.30 saat sürüyor. Denizli’ye otobüsle gelecekler için neredeyse her otobüs firmasının seferleri var ama özellikle Pamukkale Turizm’in seferleri daha yoğun. Ayrıca her zaman Bla Bla Car opsiyonunuz olduğunu unutmayın deriz.

 

Trenle:

İstanbul’dan Denizliye gidecekseniz önce Pendik’ten her gün İstanbul-Ankara arası 11.35’te kalkan Yüksek Hızlı Trenle Eskişehir’e gelmeniz daha sonra da buradan her gün 15.40’da kalkan Pamukkale Ekspresi’ne binmeniz gerekiyor. Tüm yolculuk toplam 12 saat sürüyor. Pamukkale Expresi zaten Kütahya ve Aydın üzerinden de geçtiğinden bu illerden de kolayca Denizli’ye trenle gelinebiliyor. Ayrıca Söke-Denizli arasında da her gün tren seferi var.

 

Gezilip Görülecek Yerler:

 

Turizm ve yaşamı tehdit eden kirliliklere son verilmelidir. Denizli gezimiz sırasında, çevre kirliliğine neden olan bazı yerleri de gezme olanakımız oldu. Özellikle; Denzili 1 ve 2. Organize Sanayi Bölgesi içinde yer alan çoğu tekstil olmak üzere pek çok fabrikanın kirli kimyevi ve zararlı atıklarının neden olduğu çevre felaketlerinede tanıklık ettik. Bir tarih ve turizm kenti olan Denizli, aynı zamanda bir tarım ve sanayi kenti özelliği ile de öne çakmıştır. Kentin çevresindeki sebze ve meyve bahçeleri ve de organik tarım alanlarını tehdit eden fabrika atıkları, kentin yaşamını tehdit ediyor. Özellikle Gürek Bölgesinden geçen Büyük Menderes Nehri’nin kollarından biri olan Çürüksu ve Sarıçay Dersesi ile fabrika atıklarından gelen ve halkın yaşamını tehdit eden kirli suyun birleştiği yerde ve Menderes Nehri’nin Ege Denizi‘ne dökülene dek tüm Büyük Menderes Havzası’nda, çevre felaketine neden olduğuna tanıklık ettik. Bölgeye gelen yerli ve yabancı turistlerin yanı sıra; tarımla uğraşan halkın ve kentte yaşayanlarında, bu günü ve yarını tehlikelidir. Denizli’de bulunan “Büyük Menderes İnsiyatifi Havza Bileşenleri”  sözcüsü Mustafa Çallıca ve çevreci Merkezefendi Balediye Başkanı Av. Şeniz Doğan’ın öncülüğünde Denizli’de başlatılan; çevre, turizm, kültür, sanat ve birlikte yaşama kültürü etkinlikleri sürüyor…     

 

Kahve Molası…

 

Denizli’nin büyük ilçelerinden biri olan Merkezefendi’de görülmesi gerekli bazı yerler: Servergazi Türbesi, Asırlık çınar ağaçları, Ornaz Parkı ve Mesire Ormanı, Merkezefendi Kütüphanesi, Şemikler Doğal Yaşam ve Masal Parkı yanı sıra; Özay Gönlüm Heykeli, Atatürk Anıtı, Milli Mücadele Anıtı, Denizli çarşıda bulunan Sanat Sokağı’nda, bir çay ya da bir fincan kahve molası vermek ve dinlenmek isterseniz; Eski Taç Ev adlı dostlar mekanı sizi çağırıyor…

 

Pamukkale, Hierapolis, Laodikya gibi bilenen gezi rotaları dışında, Denizli’de görmeniz gerekli şu yerleri de gezmelisiniz: Buldan ilçesinde Tripolis Antik Kenti, Çivril ilçesinde Işıklıgöl ve Akdağ (Tokatlı) Kanyonu, Pamukkale, Çameli ve Honaz’da yamaç paraşütü, Denizli Merkezde Horoz ve Özay Gönlüm Heykeli yanı sıra, Kale İçi Çarşısı, Bağbaşı Yaylası, Şahin Tepesi, Çameli Gökçeyaka Köyünde Çoban Müzisyenler, Bekilli ilçesinde geleneksel olarak artık kutlanmayan “Bekilli Lavaracı Şarap ve Üzüm Festivali” de (şimdilerde Sirke Festivali olarak kutlanan) Bekilli, gidilip görülmesi gereken yerlerin başında bulunmaktadır…

 

Denizli ve yöresinde mutfak kültürü

 

Denizli Kebabı, Tas Kapaması, Tandır, Keşkek, Kuru Patlıcan Dolması ve zeytin yağlı yiyecekler yanı sıra; Anadolu ve Ege mutfak kültürünün örnekleri burada da bulunmaktadır. Bazı yerlerde ise, Yörük obalarında ve yaylaklarda sunulan organik ve doğal köy ürünleri de Denizli’nin spesiyalleri arasında bulunmaktadır… 

 

Ne Yenir, Nerede Kalınır?

 

Denizli merkez ve ilçelerinde, her bütçeye uygun otel ve konaklama yerleri bulunmaktadır. Ama biz, Şiir Otel’de kalmayı tercih ettik…

 

Eğer yolunuz Denizli’ye düşerse, aç kalmazsınız… Zeytin yağlı Denizli böğrücesi ve yaprak sarması yanı sıra; Çamlık Kokoreç ve Dürümevi’nde, Denizli Niğdeliler Derneği Başkanı da olan Fatih Akbaş ustanın elinden; yayık ayranı ve şalgam eşliğinde her tür kebap ve leziz ev yemek çeşitlerini yiyebilirsiniz. Eğer canınız tatlı ve dövme dondurma istediyse; Denizli Toros Dondurması yerken, sohbet etmenin keyfini çıkarırınız…

 

Yazımın henüz aşındayken sizlere biraz Şiir Otel’i anlatmak istiyorum. İlginçtir, şairlerin linç edildiği, düşünce suçu işlediği bahanesiyle, aykırı duruş ve söylemleriyle zindanlara atıldığı,  kitapları toplatıldığı ve yakıldığı bu coğrafyada; böylesi bir yerin oluşu, inanın beni çok heyecanlandırdı… Çünkü otele girdiğimiz andan itibaren sanatla, şiirle kuşatıldık. Lobideki şiir ağacı, ünlü şairlerimizin kişisel eşyalarının sergilendiği köşe beni çok etkilemişti. Bir de, biraz dinlenmek üzere odalarımıza çıktığımız zaman her odanın kapısında ünlü şairlerin isimlerini görmek ve o şairin şiirleri ile dolu bir odada olmak ve geceyi şiirle geçirip, şiirle sarmaş dolaş uyumak… Doğrusu etkilenme katsayımı ikiye, üçe katladı. Böylece ben iki gece hem Ahmet Arif’in, hem de Behçet Aysan’ın şiirlerinin olduğu odalarda, onların misafiri olarak konaklamış oldum… Şiirle yıkandım, arındım ve deliksiz, meteliksiz şiirle uyudum… Ve elbette, sabah kahvaltısında şiir vardı…                

 

Ertesi gün, Pamukkale ve Hierapolis Antik Kenti ve sevgili Jale hanımın görmemizi tavsiye ettiği (iyi ki tavsiye etmiş) Laodikya Antik Kentini görmek üzere, şiir dolu güzel bir kahvaltı sonrası otelden ayrıldık.

 

Pamukkale’yi son gördüğüm zamanın üzerinden uzun yıllar geçmişti ve ben travertenleri nasıl göreceğimi çok merak ediyordum. Acaba geçen zamana ve insanoğlunun hor kullanımına karşı, koyup beyazlıklarını koruyabilmişler miydi? Pamukkale’ye döne-kıvrıla çıkan yolu geçerken aklımda bu soru vardı. Ve sorumun cevabını almıştım. Travertenlerin beyazlamasına neden olan kimyasalları içeren su miktarının azalması nedeniyle, sürekli akıtılamadığı için yer yer kararmalar vardı.  

 

Pamukkale ve Hierapolis Antik Kenti’nin Önemi 

 

Ölmeden önce mutlaka görülmesi gereken yerler listelerinin neredeyse tamamında yer verilen ve her yıl 2 milyon civarında turistin ziyaret ettiği Pamukkale, doğanın sanatçı rolünü üstlendiği yerlerin başında geliyor… Termal suların hava ile teması sonucunda meydana gelen beyaz travertenlerin donmuş bir şelale benzeri, kademeli şekiller oluşturduğu ve yer yer teras biçimli havuzlar meydana getirdiği Pamukkale’nin çekiciliğinin keşfi, Roma Dönemi’ne kadar gidiyor.

 

Pamukkale Travertenleri‘nin hemen yanında tüm görkemiyle ayakta duran Pamukkale Hierapolis Antik Kenti’nin kalıntılarının büyük bölümü de bu dönemden. Eşi bulunmaz güzellikteki travertenler ile birlikteki bu kalıntılar; UNESCO Dünya Kültürel ve Doğal Miras Listesi’nde yer alıyor. Pamukkale’nin hemen ilk görüşte sizi büyüleyeceğine eminiz. 2 bin yıl öncesinde de Bergama Krallığı bu çekiciliğe karşı koyamamış ve travertenlerin yanına Hierapolis Kenti’ni inşa etmiştir. Bu dönemde Hierapolis bir termal sağlık merkezi gibi görev yapmış ve şifalı olduğuna inanılan kaynakları binlerce yıl boyunca, Dünyanın ve Anadolu’nun farklı yerlerinden gelip sağlık ve güzellik arayan kişiler tarafından ziyaret edilmiştir. Günümüzde de güzellik ve sağlık arayışı içinde, termal havuzları ziyaret edilmeye devam ediyor. Siz de binlerce yıl öncesindeki antik dünyanın insanlarının yüzdüğü sulara girebilir ve travertenlerin muhteşem manzarasını izleyebilirsiniz. Ancak oluşumu binlerce yıl alan bu doğal güzellik oldukça hassas. O yüzden yalnızca belli kesimlerinde dolaşılabiliyor ve sularına girilebiliyor. Pamukkale’de daha uzun süre kalmak ve şifalı sularından yararlanmak isteyenler ise antik kentin ve travertenlerin yakınında yer alan termal tesislerde hem konaklayabilir hem de masaj, termal sular ve çamur banyolarının keyfini yaşayabilirler. 

 

Hierapolis Antik Kenti oldukça iyi biçimde korunarak günümüze ulaşmayı başarmıştır. Buranın bir termal merkez olduğu zamanlarda çok sık ziyaret edildiğini kesinlikle söyleyebileceğimiz Roma Hamamı, günümüzde arkeoloji müzesi olarak kullanılıyor. Hierapolis ve yakın çevresindeki antik kent kazılarında ortaya çıkarılan heykeller ve diğer kalıntıları burada görebilirsiniz. Antik tiyatro, tapınaklar, anıtsal çeşmeler, mezarlar, agora, gymnasium gibi yapılar da size 2 bin yıl öncesinin kentinde olduğunu hissettirecek derecede iyi durumda. Özellikle Roma Dönemi’nde cehennemin girişi olduğuna inanılan Ploutonium hakkında anlatılan hikâyeler ilginizi çekecektir.

 

Hierapolis, Hristiyanlık açısından da kutsal bir yerleşim. Bu kutsallığın en önemli nedeni İsa’nın 12 havarisinden birisi olan Phillippus’un burada öldürülmüş olması ve mezarının da burada bulunması. 5’inci yüzyılda saray mimarlarınca yapılan, azizin mezarının yer aldığı Martyrium, Hristiyanlığın kutsal yapılarından. İçinde vaftiz teknesi ve piskopos ayin mekânlarının yer aldığı 6’ncı yüzyıl katedrali ile 7’nci yüzyıla tarihlendirilen Direkli Kilise diğer önemli Hristiyan yapıları. Daha küçük pek çok kilise de kentin çeşitli yerlerine dağılmış durumda. Tüm bu yapılar Hierapolis’in Bizans Dönemi’nde önemli bir dinsel merkez olduğunu kanıtlıyor.

 

Hierapolis Antik Kenti

 

Denizli’nin 17 kilometre kuzeyinde yer alan Hierapolis Antik Kenti’nin Arkeoloji literatüründe “Holy City” yani Kutsal Kent olarak adlandırılması, kentte bilinen birçok tapınak ve diğer dinsel yapının varlığından kaynaklanmaktadır. Kentin hangi eski coğrafi bölgede yer aldığı tartışılır.

 

Hierapolis coğrafi konumu ile kendisini çevreleyen çeşitli tarihi bölgeler arasında yer almaktadır. Antik coğrafyacı Strabon ile Ptolemaios verdikleri bilgilerde, Karia bölgesine sınır olan Laodikeia ve Tripolis kentlerine yakınlığı ile Hierapolisin bir Frigya kenti olduğunu ileri sürerler. Antik kaynaklarda, kentin Helenistik Dönem öncesi adı ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır. Hierapolis olarak adlandırılmadan önce kentte bir yaşamın var olduğunu Ana Tanrıça kültünden dolayı bilinmektedir. Kentin kuruluşu hakkında bilgilerin kısıtlı olmasına karşın; Bergama Krallarından II. Eumenes tarafından MÖ II. YY. başlarında kurulduğu ve Bergamanın efsanevi kurucusu Telephosun karısı Amazonlar kraliçesi Hieradan dolayı, Hierapolis adını aldığı bilinmektedir.

 

Hierapolis, Roma İmparatoru Neron dönemindeki (MS 60) büyük depreme kadar, Helenistik kentleşme ilkelerine bağlı kalarak özgün dokusunu sürdürmüştür. Deprem kuşağı üzerinde bulunan kent, Neron dönemi depreminden büyük zarar görmüş ve tamamen yenilenmiştir. Üst üste yaşadığı bu depremlerden sonra kent, tüm Helenistik niteliğini kaybetmiş, tipik bir Roma kenti görünümünü almıştır.

 

Hierapolis Roma döneminden sonra Bizans döneminde de çok önemli bir merkez olmuştur. Bu önem, MS IV. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık merkezi olması (metropolis), MS 80 yıllarında, Hz. İsa’nın havarilerinden olan, Aziz Philipin burada öldürülmesinden kaynaklanmaktadır. Hierapolis, XII. yüzyıl sonlarına doğru Türklerin eline geçmiştir.

 

Hierapolis Antik Kenti’nin Bölümleri

 

Hierapolis Tiyatrosu: Büyük yapı dört ada üzerine inşa edilmiştir. Dik olan cavea diazoma’dan iki kısma bölünmüştür, dikey olarak 9 cuneusa Summa cavea galerisi ile 8 basamak yerleştirilmiştir Ima caveanın (alt basamaklar) orta kısmı, proedria için mermer bir exedra şeklinde düzenlenmiş, yüksek arkalıklı, arslan ayaklı oturaklar, kentin önemli kişileri içindir. Sahne binası, logeion ve geniş bir sahne arkasına sahiptir ve skene ile bağlantılıdır. Skene fronsun üç düzeni mermer monolit sütunlar tarafından podium üzerine oturmakta ve burada Apollon ve Artemis‘e adanmış, bezeli korniş bulunmaktadır. Bu görkemli yapı, İmparator Septimius Severus zamanında İS III. yüzyılda, önceki evreyi (Flavius Dönemi) içine alarak ve yok ederek inşa edilmiştir. Geç Roma Dönemi‘ne kadar kullanılmış, bunu arkhitravının alt yüzüne, İS 352 yılına tarihli ve skene fronsun onarımını yazıttan anlaşılmaktadır.

 

Büyük Hamam Kompleksi: Bugün masif duvarları ve bazı tonozları ayakta kalabilmiş olan yapının iç mekanlarının mermerle kaplı olduğuna dair izler bulunmaktadır. Hamamın planı diğer tipik Roma hamamları gibidir. Önce girişte büyük avlu, iki yanında büyük holler bulunan kapalı dikdörtgen bir alan ve daha sonraları bulunan esas hamam yapısı yer alır. Palaestranin yan kanatlarında, biri güneyde, diğeri kuzeyde olan iki büyük hol imparatora ve törenlere ayrılmıştır. Hamam kompleksinin kalıntıları MS. II. yüzyıla tarihlenir. Büyük hole bitişik tonozlu kapalı mekanlar günümüzde müze olarak kullanılmaktadır.

 

Frontinus Caddesi: Mimari özelliklerinden dolayı, kapı ile birlikte yapıldığı düşünülen 14 metre genişliğindeki bu cadde (plateia), kentin ana caddesini oluşturmaktadır.

Agora: MS 60 yılında meydana gelen depremden sonra Frontinus Caddesi, ile doğudaki tepenin yamaçları arasında geniş bir alanda değişim sonucu Hierapolis Ticaret Agorası olarak düzenlenmiştir.

 

Kuzey Bizans Kapısı: Hierapolis kentinde yapılan sur sistemine dahil olan Kuzey kapı MS IV. yüzyıl sonuna tarihlenmektedir.

 

Güney Bizans Kapısı: MS IV. yüzyılda inşa edilmiştir. Traverten bloklar ve içinde mermerinde bulunduğu devşirme malzeme ile yapılmıştır.

 

Gymnasium: Sütun dizisi üzerinde yapının gymnasium olduğuna işaret eden yazıtlı bir arşitrav parçası dikkat çeker.

 

Tritonlu Çeşme Binası: Tritonlu Çeşme Binası, Apollon Tapınağı’nın yakınlarındaki çeşme binasıyla beraber şehirdeki iki büyük anıtsal binadan biridir.

 

İon Sütun Başlıklı Ev: Ev tiyatroya giden ikincil uzun bir yol üzerinde bulunmaktadır. Orijinal yapı MS II. yüzyıl olarak tarihlenmektedir.

 

Latrina: Depremde yıkılmış olan bu yapı yıkıntı halinde tüm parçaları ile günümüze ulaşmıştır. Uzun mekânın tabanında lağım sularını caddedeki kanalizasyona taşıyan kanal bulunmaktadır. İç duvar boyunca oturmak için yapılmış, üzerinde delikler bulunan bir seki yer alır, pis suları taşıyan kanalın önüne sıhhi ihtiyaçlar için bir temiz su kanalı yapılmıştır.

 

Apollon Kutsal Alanı: Anıtsal yapı Hierapolis’in en önemli tanrısına adanmıştır. Podium da işaret edilen iç kısımdaki yapı daha önce tapınak şeklinde tanımlanmıştı ancak daha sonra yapılan çalışmalar neticesinde kehanet merkezi olduğu anlaşılmıştır.

 

Su Kanalları ve Nympheumlar: Çevredeki tepelere inşa edilmiş kanallardan oluşan iki aquadükt kente içme suyunu sağlamaktadır.

 

Plutonium: Plutonium’un girişi, tapınağın sağ tarafındadır.

 

Surlar: MS V. yüzyılda, Roma İmparatorluğu’nun diğer kentlerinde de olduğu gibi, Hierapolis de MS. 396’da çıkarılan bir kanuna göre kuzey, güney ve doğu yönlerinde surlarla çevrilmiştir.

 

Katedral: Hierapolis Antik Kenti’nin en önemli Hristiyan kült yapılarındandır. Yapı, plateiaya narteks ve atrium ile açılmaktadır. Sağdaki kapıdan vaftiz mekanına girilir, dörtgen planlı, apsisli mekan, sütunlar ile 3 nefe ayrılmıştır, apsisli bölümde yuvarlak, mermer kaplama levhalı, iki yanında merdivenleri olan vaftiz teknesi yer alır. Saçaklık, kadınların oturduğu bölüme ait ikinci sütun dizisi tarafından taşınıyordu. Apsis içte yuvarlak dışta çok kenarlı bir plana sahiptir. Ana apsisin içinde, ayin sırasında papazların ve piskoposun oturduğu konsantrik merdiven, synthronon, yer alır. Yapı planı bize orta çağ onarımları ile İ.S. VI. yüzyılın birinci yarısına tarihlememizi sağlar.

 

Aziz Philippus Martriumu: Hierapolis Antik Kenti’nin eşsiz termal suları ile bir şifa kaynağı görülmesinin yanı sıra, hem Pagan dönemlerinde hem de Hristiyanlık döneminde kutsal kent sayılmıştır. Bunun nedeni de İS 80 yıllarında Hierapolis’e Hristiyanlığı yaymaya gelen ve Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan Aziz Philippus’un burada çarmıha gerilerek öldürülmesidir. İS 4. yüzyılda Hristiyanlık resmi din olduktan sonra Aziz Plilippus adına öldürüldüğü yerde bir şehitlik yapılmıştır. Dini ve ruhi tedavi merkezi olarak yapılan yapı sekizgen planlıdır. Ortasındaki mermer kaplı alanda da Aziz Philippus’un mezarı vardır. Bizans Dönemi’ndeki surun dışında kalan bu merkeze geniş ve uzun merdivenlerle çıkılır. Yapıya yaklaşan son bölümdeki merdivenlerin sağında Ayazma çeşme yapısı vardır. Yaklaşık 20 metre çapındaki sekizgen bölümün üstü kurşun kaplanmış bir kubbe ile örtülmüştür. Yapıda dua edilmesi için küçük şapeller mevcuttur. Sekizgen bölümün tabanı mermer, koridor ve bağlı bölümlerin tabanı bitkisel motifli mozaik ile odaların tabanı traverten, halkın kaldığı dış odaların tabanı ise sıkıştırılmış topraktır. Günümüzde de birçok kilise Aziz Philippus bayramını kutlayıp ayin düzenlemektedir. 

 

Denizli Tarihi

 

İlk zamanlarda buraya yerleşen Türkler, Laodikeia’ya ithafen bölgeye Ladik demişler fakat denize kıyısı bile olmadığı halde isminin Denizli olması gerçek bir evrimin sonucu. Bir iddiaya göre ise; Denizli ismi, Orta Asya’dan buraya göçen Tengiz (Öz Türkçe’de deniz demek) Boyu‘ndan hatta birebir olarak Tenguzlu kelimesinin zamanla değişmesinden oluşuyor.

 

Türkler ilk defa 1070 yılında Afşin Bey‘in Anadolu’ya girmesiyle Denizli’de görülmeye başlıyor. Bir yıl sonra da bölgeye Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve ona bağlı beyler hakim oluyor. Her ne kadar 1097 yılında Bizans hakimiyetine girse de 1102 yılında 1. Kılıçarslan ile tekrar Türk hakimiyetine giren Denizli ve çevresi, tarih derslerinde “Anadolu’da Türk hakimiyetinin kabul edildiği savaş” olarak geçen; 1176 Miryokefalon Savaşı‘na kadar bir Bizans, bir Selçuklu hakimiyetine girip çıkıyor.

 

13. yy Anadolu Selçukluları döneminde ise, Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından fethedilen Denizli, sırasıyla önce Germiyanoğulları, sonra İlhanlılar en sonunda yine Germiyanlılar’ın hakimiyetine girdikten sonra, 1391‘de Yıldırım Bayezit ile Osmanlı topraklarına dahil oluyor. Ankara Savaşı sonrası bölgeyi Timur ele geçirmiş olsa da; Denizli 1429‘da tekrar ve kalıcı olarak Osmanlı hakimiyetine girdi… 

 

Birinci Dünya Savaşı sonrası parçalanan Osmanlı Devleti ardından, Anadolu topraklarını işgal eden emperyalist ülkelere karşı, Anadolu halkı topyekün kurtuluş savaşı verdi. Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde Kuvayı Milliye Müfrezeleri, düşmana karşı savaştı. Ege Bölgesini işgal eden Yunan askerlerine karşı; Denizlili Yörük efeler, büyük fedakarlıklarda bulundu. Kuvayı Milliyeci Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi'nin 15 Mayıs 1919’da, İzmir'in Yunanlar tarafından işgal edilmesinden 4 saat sonra vatandaşları bir araya toplaması ve Bayramyeri Meydanı'na kadar yürüyüp, Denizli’de milli mücadelenin ilk ateşini yakması ile Denizli’de ilk Milli Mücadele Günü başlatılmıştır. Ve ardından da 4 Eylül 1922’de zafer kazanıldı. Denizli halkı, kurtuluşta ve kuruluşta Atatürk’ün yanında yer aldı. Cumhuriyet döneminde de tarım, tekstil ve ağır sanayi hamlesi ile Denizli öncülük etmiştir ve etmektedir…

Pamukkale ve Hierapolis gezimizin ardından, yarında bölgenin bir başka tarihi ören teri olan Laodikya Antik Kenti kazı alanını gezeceğiz…

 

Laodikya Antik Kenti

 

Denizli seyahatimizin ikinci gününde, zengin bir Anadolu Medeniyeti mirası olan ve yapılış tarihi itibariyle, zamanımızdan 7 bin 500 yıl eskilere uzanan, Laodikeia Antik Kenti gezisi ile devam ediyoruz… Laodikya ören yerinde, oya işler gibi ince ve hassas çalışan arkeologlar ve tüm kazı ekibi, tarihi keşfetmenin ve yeni bir bulguya erişmenin titizliği ve heyecanı ile bizi selamladılar… Suyu olmayan yerde denizi ve kümesi olmayan evde horozu olan, tek yerdir Denizli ve Laodikya… Bu kentin insanları çalışkan, bilge, komik, espirili ve sanat ruhludur… Laodikya kazılarında, bu içerikte eserler bulunmaktadır. Kazı devam ediyor… Bizimde hayatı keşfetme ve belgeleme merakımızda sürüyor…

 

Ülkemizdeki pek çok ören yerinin kazı başkanı ve ekibi yabancı arkeologlar olmasına karşın; Laodikya Kazı Başkanı Celal Şimşek hoca ve ekibinin tamamı; Türk bilim adamları ve uzman arkeologlardan oluşuyordu. Bu basit gibi görünen detayın altında, şu gerçek vardı: Kazıda bulunan her kıymetli tarihi eser, yurtdışına kaçırılmadan, yerinde ve en yakın kent müzesinde korunuyordu…

 

Öte yandan; Laodikya Kazı evi önündeki çardakta, bize ve öteki konuklara çay ikram eden Kazı Başkanı Prof. Dr. Celal Şimşek; Laodikya kazılarında çıkan bulgular hakkında geniş bilgiler verdi: “Kazılarda ortaya çıkan; Denizli kentinin simgesi olan çift başlı döğüş horoz kabartması, geniş bir alanı kaplayan mozaikler, kilise, Laodikya kentinin su toplama, su depolama, kırmızı Horasan tipi künklerden oluşan su dağıtım sistemi, kanalizasyon ağı, hamam, antik tiyatro, kolon ve kemerli caddeler, avesta ve dükkanlardan oluşan tam bir kent medeniyeti denebilecek bu bulgular, aslında burada var olduğunu bildiğimiz kentin yalnızca %10’u bile değil. Kazılarımız sürüyor. Her yeni bulgu sonunda, tüm kazı ekibi olarak çocuklar gibi seviniyoruz…” dedi. 

 

Laodikya gezimizde, mola yerinde karşılaştığımız, bir bilim ve araştırma ekibi de; bu kazı alanı ve genel olarak da, Anadolu Su Medeniyetleri konusunda daha özgün bilgiler verdi. Özellikle, Pamukkale Üniversitesi tarafından düzenlenen “Anadolu Su Medeniyetleri Forumu”na katılan: Pamukkale Üniversitesi İnşaat Fakültesi Hidrojeoloji Bölüm Başkanı ve Hidropolitik Akademi üyesi Prof. Dr. Orhan Baykan (geçtiğimiz yıl aramızdan ayrıldı, ışığı bol olsun), Pamukkale Üniversitesi Öğr. Üyesi Dr. Nesrin Baykan, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Ünal Öziş, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Arkeoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Fahri Işık, Antalya Patara Örenyeri Kazı Başkanı Prof. Dr. Havva İşkan Işık, İTÜ öğretim üyesi ve Su Vakfı Başkanı Prof. Dr. Zekai Şen, İzmir Yürksek Teknoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Alper Baba, Hierapolis Antik Kenti Kazı Başkanı Prof. Dr. Grazia Semeraro (İtalyan), Araştırmacı yazar-belgeselci Dursun Özden, Mimarlar Odası Temsilcisi ve yazar Süleyman Boz ve öteki konuklarla sohbet etmenin keyfi yanı sıra; bu gezimiz tam bir dolu dolu kültür gezisine dönüştü. Bu bağlamda, çok şanslı bir gezi rotası izlemiş olduk. 

 

Yol arkadaşlarımla Pamukkale Travertenleri, Antik Havuz, Hierapolis Antik Kenti ve müzesinde dolaşırken, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Bir de baktık ki, Güneş karşı ufukta bize el sallamaya hazırlanıyor…  Ören yerlerinin neredeyse kapanma saati gelmişti. Hierapolis’ten ayrılarak, hızlıca Laodikeia’ya doğru yola çıktık. Kapanıştan önce orada olup, bugün için görmeyi planladığımız bu iki antik kent gezimizi tamamlamalıydık. Çünkü, ertesi gün Salda Gölü ve Lavanta Köyü’nü gidecektik. Neyseki, kapanıştan önce yetiştik ama zaman çok azdı. Güvenlik görevlisi arkadaşlar misafirlerimin yurtdışından geldiğini öğrenince, bize tolerans gösterip zaman verdiler. Müze görevlilerinin rehberliğinde gezmeye başladık. Kazı çalışmalarının devam ettiği ve çalışmaların daha çok uzun yıllar süreceği tahmin edilen bu antik kent, Hierapolis Antik Kenti’nin karşısındaki tepede kurulmuştu. İkisinin arasında yer alan ova ise, bir zamanlar kocaman bir gölmüş ve Türkler bu göle deniz dedikleri için, burası Türklerin eline geçince adına “Denizli” demişler. Denizli adı nereden geliyor? Diye hep merak etmiştim. Merakımı en doğru yerde ve zamanda öğrendim. Ayrıca, Denizili’nin simgesi olan kızıl ibikli çil horoz heykelciği de bu ören yerinde bulunan antik tarihi eserlerin başında gelmektedir.       

 

Daha sonra ise, bir etkinlikte tanıştığım Laodikeia Kazı Başkanı Prof. Dr. Celal Şimşek, “17 yıldır kazı çalışmalarının devam ettiği Laodikya Antik Kenti’nde, asırlar önce kurulan antik kentin tamamının gün yüzüne çıkarılmasının asırlar boyunca ve 12 ay üzerinden geniş ekiple çalışmalar devam ederse, kazı ve restorasyon çalışmalarının yaklaşık 750 yıl süreceğini” söyledi. 8 kilometrelik alan üzerinde, M.Ö. 261-263 yılları arasında inşa edilen ve Anadolu’nun en köklü ve eski şehirlerinden olan Laodikeia’da kazı çalışmaları, 2003 yılında başlamıştır. Geçen 17 yıla rağmen, kazı alanının ancak %1,3’lük kısmı gün yüzüne çıkarılabilmiştir.

 

Bildiğimiz kadarıyla, bugüne kadar en uzun süreli kazılardan birisi İzmir Selçuk’ta bulunan Efes kazısıdır. Bu kazı 125 yıldan fazla sürmüştür. Buna rağmen %10’luk kısmı gün yüzüne çıkarılmıştır.

Bu uzun girizgahtan sonra, gün batımına denk geldiğim için mi, yoksa o hüzünlü yalnızlığından mı olduğunu bilemediğim ama, beni çok etkileyen Laodikeia Antik Kentini tanımaya başlayalım.

 

Laodikeia Antik Kenti, Denizli İli’nin 6 km. kuzeyinde yer almaktadır. Helenistik kent, M.Ö. 3. yy.’ın ortalarında Seleukos Kralı II. Antiokhos tarafından, karısı Laodike adına kurulmuştur. M.Ö. 130/129 yılında ise, bölge tamamen Roma’ya (önce Cumhuriyet, sonra İmparatorluk) bağlanmıştır. Hıristiyanlığın ilk 7 kilisesinden birine sahip olan kent, Erken Bizans Dönemi’nde metropollük seviyesinde, dini bir merkez haline gelmiştir. Laodikeia’da yapılan kazı çalışmaları, Erken Kalkolitik Dönem (Bakır Çağı), M.Ö. 5500’den, M.S. 7. yy.’a kadar kesintisiz yerleşimlerin varlığını ortaya koymuştur. Zamanımızdan 7 bin 500 yıl önce kurulmuş bir medeniyetten (Laodikya’dan) söz ediyoruz. Bu bağlamda Laodikeia, önemli arkeolojik kalıntılara sahiptir. Yaklaşık 5 kilometrekarelik alana yayılan Laodikeia’nın, önemli ve günümüze kadar gelebilen yapıları içinde; Anadolu’nun en büyük stadyumu (ölçüleri 285×70 m.), 2 tiyatrosu, 4 hamam kompleksi, 5 agorası, 5 nymphaeumu, 2 anıtsal giriş kapısı, Bouleuterionu, tapınakları, Peristylli evleri, Latrina, kiliseleri ve anıtsal caddeleri sayılabilir. Kentin dört tarafını ise, nekropol alanları çevirir. 

 

Laodikeia, Hristiyanlık dünyası için çok önemlidir. Çünkü kent M.S. 4. yy.’dan itibaren Kutsal Hac Merkezi olma gibi dinsel bir özelliğe sahip olmuştur. Bu nedenle İncil’de adı geçen ve Laodikeia Kilisesi adına vahiy gönderilen bir kentte, Laodikeia Kilisesi’nin ortaya çıkarılması, bu kutsallığı bir kat daha artırmaktadır. Kilise, Büyük Constantinus zamanında (M.S. 306-337), Hıristiyanlığın M.S. 313 yılında, Milano Fermanı ile serbest olmasıyla birlikte yapılmıştır. Bu yönüyle Hıristiyanlık dünyasının en eski ve en önemli kutsal yapılarından biri olma özelliğini korumaktadır. Bu yapı, bir hac kilisesidir. Bu antik yapıyı merak edip görmeye gelen batılılar için, önemlidir burası.

 

Hierapolis ve Laodikya Antik Kenti’ne hayat veren; Karız Su Kanalları Sistemi, Su Terazisi ya da Taksim adı verilen su toplama, depolama ve dağıtım sisteminin yapıldığı oyma taş ve künk sistemi ile hala ayakta duran tarihi su yapıları, meraklıların ve araştırmacıların gözde yerlerindendir.  Bozulmadan günümüze kadar gelen bir başka yapı ise; kanalizasyon sistemidir.

 

Atatürk Evi Etnografya Müzesi

 

Binanın yapılış tarihi hakkında kesin bir belge bulunmamakla birlikte halktan edinilen bilgilere göre 19. yüzyıl sonlarında yapıldığı anlaşılmaktadır. Bina, dış yapısı, planı, pencerelerinin formu ve süsleme özelliklerinden dolayı sakız tipi olarak tanımlanmaktadır. İki katlı olarak inşa edilen yapı, plan itibariyle orta sofalı ve bu sofaya açılan odalardan oluşmaktadır. Üst katın sofası, ön cephede cepheyi hareketlendiren çıkma balkona, arka cephede ise iki kat boyunca yükselen ve sonradan eklendiği anlaşılan bölüme açılmaktadır. Zemin katın tavan silmeleri ile üst katı taşıyan ahşap direklerin üzerini örten kaval yivli meander bezemeli, silme başlıklı dekoratif köşe payelerinin dışında herhangi bir süslemesi yoktur.

 

Bina, Cumhuriyetin ilk yıllarında parti binası olarak kullanılmış ve Ulu Önder Atatürk, 4 Şubat 1931 tarihinde Denizli’ye gelişlerinde burada bir gece konuk edilmiştir. 1950’li yıllardan sonra Sağlık Bakanlığı’na tahsis edilerek bir süre Verem Savaş Dispanseri olarak hizmet vermiştir. 1977 yılında da Kültür Bakanlığı tarafından anıt eser olarak tescil edilerek koruma altına alınmıştır. Atatürk’ün doğumunun 100. yılı olan 1981 yılından 1983 yılı sonuna kadar binanın onarımı ve teşhir tanzimi gerçekleştirilerek 1 Şubat 1984 tarihinde müze olarak ziyarete açılmıştır. Zamanın olumsuz etkisi, mimari yapısı ve bulunduğu yer itibariyle bina yıpranmış, 1997 yılı sonunda tekrar onarıma alınmıştır. Onarım ve yeniden teşhir tanzimi ile Atatürk’ün Denizli’yi onurlandırmalarının 68. yılı olan 4 Şubat 1999 tarihinde yeniden hizmete girmiştir. 

 

Atatürk Evi ve Etnografya Müzesi’nin alt katında etnografik eserler sergilenmektedir. Ziyaretçi girişinin solundaki ve sağındaki iki odada, duvar ve yer vitrinlerinde gümüş ve bafon kadın takıları, işlemeli kadın cepkenleri, el işlemeleri ile fincan zarfları bulunmaktadır. Sağdaki ikinci odada ahşap oyma hat örnekleri yer almaktadır. Alt kattaki en geniş ve üçüncü odada, vitrinler içerisinde değişik tipte tüfekler, kılıçlar, Yatağan palaları, tabancalar, işlemeli kadın giysileri, geleneksel el işlemeleri sergilenmektedir. Ayrıca İzmir’in düşman işgaline karşı 16 Mayıs 1919 tarihinde Denizli Bayramyeri meydanında düzenlenen mitingde kullanılan sancak yanı sıra; Milli Mücadele'de büyük yararlılıkları görülen Mustafa Kemal Paşa ve Kuvayı Milliye direnişinin İstihbaratçı subayı ve Milli Mücadelenin gizli kahramanı olan ve İlk meclisin Denizli milletvekili Fahri Akçakoca Akça (1894-1955) ile Çal ilçesi Selcen köyünden olan Hüseyin Efe’ye (Hüseyin Çavuş) ait giysi ve eserler sergilenmektedir. Denizli’ye gelen yerli ve yabancı turistlerin merak edip gezdikleri yerlerin başında gelen Atatürk evi ve Etnografya müzesini ve de özellikle; Türk ve Dünya Edebiyatının seçkin kitaplarının yer aldığı Merkezefendi Belediyesi tarafından yaptırılan modern mimarisi ile dikkat çeken kütüphaneyi mutlaka geziniz…

 

Fahri Akçakoca Akça Kimdir?

 

Fahri Akçakoca Akça, 1894’te Denizli’de dünyaya geldi. 

Babasının istememesine karşın yüksek tahsil yaptı. Edirne Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdi. Ancak, öğretmenliğe başlayamadan kendini cephede buldu. Hicaz Fırkası’nda görev aldı. Hicaz isyanında, Emir Abdullah tarafından, çok kötü şartlar altında 105 gün muhasara edildiler. Fahri Akçakoca sarı saçlı, mazi gözlü ve yakışıklı bir batılıya benzediği için, Alman zannedilerek Bedeviler tarafından öldürülmek istendi. Süveyş Kanalı ve Yemen Cephesinde topçu yedek subay olarak savaştı. 1918’de birliğinin esir düşmesiyle, soluğu Seydibeşir (Mısır) esir kampında aldı. 1920’de memleketine döndü. Esaret arkadaşı, “Teşkilat”tan istihbaratçı Osman Efendi’nin aracılığıyla, Garp Cephesi Komutanlığında istihbarat subayı olarak tekrar göreve döndü. Denizlili bir tüccar kimliği ile
Garp Cephesi’nin 1 numaralı casusu olarak Milli Mücadelede, Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa’nın saflarında; gizli ve çok faydalı çalışmalar yaptı. Fahri Akçakoca Akça, Milli Mücadelenin isimsiz, gizli ve vatansever kahramanlarından biri olarak anılmaktadır. Kızı ve torunları, ailesi ve sevenleri tarafından anıları yaşatılmaktadır… Tüm vatan şehitlerini saygı ve minnetle anıyoruz…

 

Kuvayı Milliyeci Denizli Müftüsü Ahmet Hulüsi Efendi’ye selam olsun. Tıpkı, 1920’de; “İstiklalsiz din ve iman olmaz” diyen Kuvayı Milliyeci Ulukışla Müftüsü Mehmet Bahaeddin Efendi gibi; “İşgal edilen memleket halkının silaha sarılıp, savaşması farzdır. Silahınız yoksa, elinize üç taş alıp düşmanın üzerine atarak eyleme geçiniz. Bu konuda Denizli Müftüsü olarak fetva veriyorum…” diyen, Milli Mücadele neferlerinden Ahmet Hulüsi Efendi’nin Denizli’deki anıtını da görmenizi öneriyorum. 

 

Denizli’nin Gül İbikli Horozu

 

“Denizli’nin horuzları bellidir, bellidir aman…” dite üçlü sazıyla türkü çığıranÖzay Gönlüm, Denzili’nin bir sanat elçisi olarak marka kent olmasına katkısı büyüktür…

Kentin doğusunda yer alan antik tiyatro ve arkasında beyazlığı ile kendini belli eden travertenler… Kentin batısında yer alan diğer tiyatro… Nüfusu ne kadardı bilmiyorum ama, antik çağlarda sanata ve kültüre ne kadar değer verildiği ortada… Çift bağlaması ile konuşan, ninesiyle mektuplaşan ve Anadolu’nun yanık sesi ile türkü çığıran; Denizlili sanatçı Özay Gönlüm’ü de saygı ve rahmetle anıyoruz… Zamansız öten Denizli horozlarının seher çığlığında erken uyanıp, düştük yollara… Daha keşfedilecek, gezilip ve görülecek çok yerimiz var…

 

Denizi olmayan kent, bir damla deniz Denizli, Hierapolis, Laodikya ve Merkezefendi başta olmak üzere; “Denizli Su Medeniyeti” söyleşim ve imza günüm ardından, denizli ilçelerine yaptığım gezimde, bana rehberlik eden ve katkı sağlayan: Pamukkale Üniversitesi öğretim üyesi, değerli dostum Prof. Dr. Orhan Baykan (rahmetli), Mimar Süleyman Boz, Çevre dostu Mustafa Çallıca ve Ahmet bey, TYS Temsilcisi Hakan Keysan, Ressam Yaşar Çallı, Bekilli sevdalısı Lavaracı Tuncer Mankır, Merkezefendi Belediyesi Kültür Müdürü Zeynep Elif Çeşme ve Merkezefendi Belediye Başkanı olan ve Denizli’nin aydınlık yüzü, sevgili Av Şeniz Doğan’a; sanata olan katkıları ve destekleri için teşekkür ederim…

 

Bir dünya cenneti olan Anadolu coğrafyasında bulunan tarihi, kültürel ve doğal zengin mirasları keşfetme, yaşatma ve tanıtma gezimiz sürüyor. Dünyanın 99 haline tanıklık eden ve Anadolu coğrafyasını arşınlayan; Denizli’nin gül ibikli horozları ötmeden; Yoleri Gezgin Derviş rehberliğinde, bir başka turizm potansiyeli olan yerde buluşmak dileğiyle, dostlukla… Su gibi aziz olunuz ve sevginizi sebil eyleyiniz… Yolunuz ve bahtınız açık olsun…

————————————————————————————

Teks ve Fotoğraflar: Dursun Özden arşivi.

Kaynak: www.dursunozden.com.tr

 
Toplam blog
: 157
: 363
Kayıt tarihi
: 29.03.11
 
 

ÖZDEN, Dursun; (d: 21.10.1950, Niğde, Türkiye). Gazeteci, Gezi Yazarı, Şair, Belgesel Dursun Özde..