Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Haziran '10

 
Kategori
Öykü
 

Martının lâneti 1

Martının lâneti 1
 

FOTO: Semih Berk


Hiç tek kanatlı, tek bacaklı martı gördünüz mü?

Bilmem sizler de benim gibi yeniden doğmaya, hele hele ruhun bir bedenden çıkıp, başka bir bedenle birlikte tekrar Yerküre’ye döndüğüne inanır mısınız.

Yazacağım öykü, işte insan ruhundaki değişimlerin cins, yer ve zaman gözetmeksizin gerçekleştiğini anlatmaktadır.

Hiç tek kanatlı, tek bacaklı martı gördünüz mü? Hepiniz değilse bile mutlaka görenleriniz vardır.
Görenlerden şaşkınlıklarını gizleyemeyenler bilsinler ki, o martı bendim..
Sizinle bu acı hikâyemi paylaşmak için ruhen buradayım..
Tekrar demekteki maksadım, bugün ben sineğim. Takdire değer davranışlarım yüzünden geçmiş hayatımı hatırlayabilmemle ödüllendirildim. Tabi ki takdir almayan davranışlarım da oldu. Malum, kötülüğü iyilik, iyiliği de kötülük çağırır; tüm zamanlarda bu böyledir. Sanırım tamamıyla kim olduğum hususunda bilgilenmiş olduk.
İnsanken martı oluşumun hikâyesine gelince..

Bundan yüzyıl önceydi. Diğer oluşumumdan insanlığa geçiş değişimindeydim. Bana artık geçmişim açıkça belirtildiği için sizlerden de saklamayacağım; insandan önce bir yağmur damlasıydım.
Yağmur damlası deyip geçmeyin lütfen, serüveni çok uzun ve ulaştığı yerler çok mucizevîdir. Zaten insan olma kemâline de su damlası olduktan sonra kavuşuyorsunuz.

Neyse..

Yüzyıl önce demiştik. Fransa’nın küçük bir kasabasında çiftçilikle uğraşıyordum. Bir eşim ve bir kızım vardı. Kızım, Adrianna çok farklı bir çocuktu. Çocuk yetiştirmenin dünya üzerinde kişinin herhangi bir misyon sahibi olabilme özelliklerinden biri olduğuna hep inanmışımdır.

İnsan oluşum ve bu evrede başıma gelen tek bir olay, gelecekteki serüvenimi belirlemiş oldu.

Ağustos Ayıydı. Bunaltıcı nemli, sıcak bir hava vardı. Buğdaylar hasada gelmişti. Erkek kardeşim Jordan’la beraber tarlaya gitmek için buluştuk. Her zaman ki gibi Adrianna’da bizimle beraber tarlaya gelmek için sabahtan başlayan ısrarcı tavırlarına son vermedi. Adrianna, ben ve Jordan yola çıktık.

O yıl iyi ürün bekliyorduk. Her şey yolunda giderse, hasattan sonra Nice’e yerleşecektik.
Jordan, Adrianna’nın ağır adımlarına dayanamayıp bizden daha hızlı yürüyordu. Aramızdaki mesafeyi de iyice açmıştı. Artık onu görmüyorduk.

‘’Baba!’’ dedi Adrianna, ‘’ Nice’e gitmek istemiyorum.’’ Nedenini sordum.
‘’Orada hiç tanıdığımız yok. Arkadaşlarım ve akrabalarımızın hepsi burada, ’’ dedi. Daha sekiz yaşındaydı. Yeni bir yere yerleşmeyi eğlenceli bulacağını düşünmüştüm. Ona iyi bir eğitim ve daha sosyal bir yaşam için gitmek isteyişimizin sebeplerini anlatım. Beklemediğim bir şekilde ağlamaya başladı. Ne dersem diyeyim, gitmek istemiyorum diye bağırıyordu.

Tarlaya gelmek üzereydik ki Jordan’ın uzaktan koşarak geldiğini gördüm. Yüzü ter içinde ve kıpkırmızıydı. “Freman!” diye bağırıyordu. Bir yandan Adrianna bir yandan Jordan’ın bağırması beni şaşkın bir hale soktu.

‘’Ne oldu Jordan?’’ dedim.
‘’ Abi buğdayları rastık hastalığı sarmış!’’
Oracıkta dondum kaldım. Adrianna hâlâ ağlıyordu. O kadar sinirlenmiştim ki yüzüne olanca kuvvetimle bir tokat attım. Ve tarlaya koşmaya başladım.

Tarlaya geldiğimde Jordan’ın bahsettiği manzarayla karşı karşıya kaldım. Bir yıldır hayalini kurduğum tüm planlarım altüst olmuştu. Hastalıklı bir tohumun gazabına uğramanın verdiği acıyla ağlamaya başladım. Yapılacak hiçbir şey yoktu. Çaresiz evin yolunu tutmak için geriye döndüğümde Adrianna’nın ortalarda görünmediğini fark ettim. Jordan’a Adrianna’nın nerede olduğunu sordum.
‘’Biz tarlaya koşarken o geride kalmıştı. Ancak gelir abi, ’’ dedi. Bir yandan yolumuza devam ediyor bir yandan da Adrianna’yı gözlerim arıyordu.

Deniz kenarından uzayan bir yol üzerinde yürümeye devam ederken Adrianna’ın elinde taşıdığı su şişesini, yolu denize doğru kesen kavşağın başında gördüm. Zaman ilerledikçe daha da çok endişelenmeye başlıyordum. Sanki Jordan’la sözleşmiş gibi bir ağızdan ‘’Adrianna’’ diye bağırmaya başladık. İkimizin sesi de etrafta yankı yapıp bize geri dönerken, Adrianna’dan ses gelmiyordu.

Dün geceden yağan yağmur toprağı yumuşatarak çamur haline getirmesinden dolayı yoldaki ayak izlerini çok net görebiliyorduk. Adrianna’nın küçük ayak izlerinin olabileceğini düşünerek denizin kıyısına kadar uzayıp giden bu izleri takip ettik.

İçimde garip bir vicdan muhasebesi yaşamaya başladım. Ona attığım tokadın ne kadar gereksiz olduğunu düşündüm.
Endişem gittikçe artıyordu. Deniz kenarına biraz daha yaklaşmıştık ki ağaçların altında yerde yatan bir beden farkettim. Adrianna’ya ait olmaması için Allaha yalvardım. Hareketsiz, kımıldamadan yatıyordu. Koşmaya başladım.
Adriannaydı.
‘’Adrianna, kızım!’’
Cevap vermiyordu. Ona yaklaştıkça yerde birikmiş olan kanın Adrianna’nın başının arkasından süzüldüğünü fark ettim…
Ölmemiş olması için Allaha yalvarıyordum. Cansız bedenine tam yaklaşmıştım ki iki tane martı, o bet çığlıklarını peşlerisıra sürükleyerek yerden havalandı.

Yanına geldiğimde öldüğünü pembe teninin mora dönmüş olmasından anladım. Adrianna’nın ayaklarının ucunda ağaçtan yere düşmüş iki tane kuş yumurtası vardı. Olanlara anlam veremiyordum. Ve Adrianna’nın ölüşüne. Neler olmuştu ki?..
Jordan benden önce Adrianna’ ya yaklaştı, nefes alıp vermediğine baktı.

‘’ Abi ölmüş’’ dedikten sonra bana koşarak sarıldı. Uzun süre birbirimize sarılıp ağladık.

İşte o gün martıların kızımı benden çaldığına inandım. Size komik gelebilir ama şöyle yemin ettim:
’’ Ölene kadar martıların bir tekini sağ bırakmayacağım’’.

Tam yetmiş iki yaşında öldüm. Ölene kadar da kızımın öldüğü yerdeki martıları her gün avlamaya gittim.
Şimdi Martıyım. Ama tek kanadı, tek bacağı olan bir martı..

Seniha ÖNAÇAN

Devam Edecek…

FOTO: SEMİH BERK

 
Toplam blog
: 10
: 576
Kayıt tarihi
: 15.06.10
 
 

Herşeye rağmen hayatın yaşamaya değer olduğuna inanıyorum.. ..