Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Eylül '08

 
Kategori
Kitap
 

Masumiyet Müzesi ve taşınma ..1

Masumiyet Müzesi ve taşınma ..1
 

Masumiyet Müzesi - Orhan Pamuk...kitap kapağı


Masumiyet Müzesi romanını bulunduğum yere getirtmek mümkün oldu. Okumaya hemen başlamadım. Romanın gelebileceğini birkaç gün öncesine kadar bilmiyordum. Önce okuduğum romanı bitirdim (Aynı anda birkaç roman okumayı yıllar önce bıraktım. Elimdekini sindirerek okumalıyım ki yenisine başlayabileyim. Her kitap ayrı bir serüven benim için. Bir kaç serüveni aynı anda kaldıramıyorum artık. Yıllanmak böyle birşey...).

Haberini “Kar” romanıyla aldığım, Orhan Pamuk’un son kitabını bulunduğum yerde elde etmenin neredeyse olanaksız olduğunu düşünerek, istemeyerek (istemeyerek, çünkü roman benim için tamamen sürpriz olsun, hakkında hiç bir yorum, haber okumadan dinlemeden okumalıydım) internetten yazarla yapılan söyleşileri ve bazı köşe yazarlarının yorumlarını okuduğum için konuyu azçok biliyorum: Tipik bir İstanbul çok zengin ailesinden gelen, yine kendisi gibi bir aileden çıkma kızla nişanlı adamın, uzak fakir akraba kızına olan aşkı... Yorumlara göre bazıları romanı çok seviyorlar, bazıları yine Pamuk’un Türkçesine takılıyorlar. Orhan Pamuk’u garip ( Düşününce o kadar da garip değil aslında, hep ünlülere bir yakınlık duyarlar sıradan insanlar... Özellikle de Pamuk gibi kendini ve çevresini inceleyerek, dilini ağdalamadan, doğallıkla, küçük davranışları, detayları anlatan yazarlara yakın hissetmek daha kolay) biçimde kendime benzetiyorum. Herkesle konuşabilen ama yakın olamayan, herkesin birbirini çok iyi tanıdığı bir topluluktan olup onlara bir türlü uyum sağlayamayan, biraz İstanbul gibi, hatta Türkiye gibi bir insan...

Kocamın iş arkadaşının iş için Ankara’ya gittiğini duyunca hemen romanı sipariş ettim. Sağolsun kocam iş mailine benim siparişimi de eklemiş, yine sağolsun iş arkadaşı o kadar işinin arasında, Ulus’ta küçük bir kitapçıda kitabı bulup almış. İnternette resmini gördüğüm kitap elime geçince çok sevindim. Üstelik evlilik yıldönümümüzün olduğu gündü.

Kitabı hemen okumaya başlayamadım. Önce elimdeki, Başar Akşan’ın “Satori” adlı kitabını bitirmeliydim. Ne de olsa sadık bir okuyucuyum ben. Üstelik “Satori” kolay okunuyor. Gerçi kitap biraz daha okunmayı hakediyor ama bir an önce “Masumiyet Müzesi” serüvenini yaşamak istiyorum. Yanımda kapağı kapalı duran “Masumiyet Müzesi” ile “Satori”yi bitiriyorum. Arada bir Masumiyet Müzesi’ne bakıyorum; müzeye giriş biletini (internette okumuştum kitabın içinde olduğunu) arıyorum. Bileti ayrıca koyduklarını sanıyordum, değilmiş. Bileti damgalatmak için kitabı müzeye olduğu gibi götürmek gerekiyor. Bu benim için malesef mümkün olmayacak, İstanbul’a ancak uçakla gidebiliyorum, yanımda taşıdığım kilolara dikkat etmeliyim. N’apalım, kitabım damgasız olur artık. Eh, Orhan Pamuk buralara gelmezse imzasız da olacak. Gerçi yazarından imzalı hiç kitabım olmadı şimdiye kadar. Hiç bir yazar kitaplarını okuyan ben “sadık okuyucuyu” tanımıyor. (Belki bir ikisi?)

Niye Masumiyet Müzesi’ni okurken yazmaya karar verdim?

Planladığım bir şey değildi. Kitap hakkında yazılanlara dayanarak, âşık bir adamın aşkının sembolü, anısı olarak gördüğü bütün eşyaları toplayarak sakladığını biliyorum. Biz de bu günlerde başka bir eve taşınmaya karar verdik. Önümüzdeki bir ay içinde toplanma, yerleşme sürecine giriyoruz. Tam bu sırada merakla beklediğim kitabı da okuyacağım (hayır, bir-iki ay bekleyemem kitap elimdeyken). Okuduğum serüveni kaçırmak istemediğim gibi, bütün eşyalarımızla, biriktirdiklerimizle haşır-neşir olacağım bu dönemde. Toplanma yerleşme dönemlerini bu yüzden severim de, yoksa unutulup (atılmayı bile) gidecek pek çok şey olacaktı. Eski fotoğraflar (iki senedir digital foto-makinemiz yüzünden fotoğraflarımız artık sadece bilgisayarda bakılabiliyor), gidip gördüğümüz memleketlerden aldığımız ıvır-zıvır ama anıları gülümseten eşyalar, tabaklar, çanaklar, CDler, giyisiler, DVDler, en önemlisi kitaplarım (bu sefer saysam mı kitaplarımı, galiba bin kitabı aştım epeydir) tek tek elimden geçip kutulara konulacak, sonra yeni evde hepsinin tozu, kiri alınıp yeniden yerleştirilecek. Her ev “Masumiyet Müzesi” sanki. Yeni eve taşındığımızda bütün eşyalarım da yenilenir (biraz sıkça ev değiştiriyoruz), yeni köşeler, yeni manzaralar edinerek canlanıverirler...

Galiba bütün bunlar için yazarak okumaya karar verdim. Önce kitabın kapağını dikkatlice inceledim. Özlediğim İstanbul manzarası (Önümüzdeki yaz galiba İstanbul’dan sadece geçeceğiz, kalamayacağız) önünde, pembe bir araba içersinde üç kadın, iki erkek... Ben bu yüzleri tanıyorum. Hayır, o kişileri değil, ifadelerini... Onlar hâlâ İstanbul’dalar. Her ne kadar hiç bir zaman Onlardan biri olmasam da Onları seviyorum. Bütün o abartılmış gösterişi, parıltıyı kazıdığımda herhangi bir Anadolu kasabası Türk insanı gibi insanlar çıkıyor altından... Ben Onları seviyorum. Garip bir biçimde (yine garip dedim, bunun açıklaması çok uzun, bırakalım) Onlar da beni, Onlardan biri olmadığımı bildikleri için seviyorlar, Anadolu insanına benzettiğimi bilmeksizin...

Sayfayı çeviriyorum, yazarın yaşamına şöyle bir bakıp karşı sayfada kitabını “Rüya’ya” yani kızına armağan ettiğini görüyorum. İçime sevgi doluyor, gülümsüyorum o sevgiyle. Gülümserken öksürük krizim tutuyor. Ağır soğukalgınlığını yeni atlatmaya çalışıyorum. Şimdi ise terasta sigara kahve ikilisiyle bunları yazıyordum. Bıraksam mı sigarayı? (Kızım hiç sevmiyor, kızıyor. Evi kokutmamak için hep terasta, kendime hazırladığım özel, rahat köşemde keyif yapıyorum. Yeni evimizde de böyle bir teras var)

İlk sayfadaki üç alıntıdan, özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Defterler”inden olanı beni hüzünlü biçimde etkiliyor. (Evet, ben de giyisilerimi toplamalıyım. Toplarken de kıyabildiklerimi ayırıp dağıtmalıyım. O kadar çok giyilmedik birikmiş ki dolapta üst üste duruyorlar. Yazık, birilerinin işine yarasınlar bari! Ben de ne çok beden değiştirir oldum. Bir zayıf, bir şişman... Artık bir bedende karar versem!..)

“HAYATIMIN EN MUTLU ANI”ndaki sonsuzluk anını anlatışını sevdim. O anlarımı hatırlıyorum, bana sonsuzluk gibi gelen zamanın durduğu anlarımı... Bana öyle geliyor ki, ayrıcalıksız hepimizin öyle anları var, yazar bizi böyle bir anı anlatırken birleştiriyor.

“ŞANZELİZE BUTİK”te, Kemal’in heyecanını anlattığı, “yüreğinin sahile varmak üzere olan koskocaman bir dalga gibi ağzının içine kabarması”, bana benim heyecanlı anlarımı anımsattı, aynı heyecanı aynı sözlerle hemen hissediverdim.

“UZAK AKRABALAR”da Kemal’in annesiyle konuşması bana çok tanıdık geldi. Kimbilir kaçımız aynı şekilde ağızdan laf alma numaraları (hiç ilgilenmiyormuş gibi yapmaya çalışarak) yapmışızdır. YAZIHANEDE SEVİŞMEKde kıkır kıkır güldüm. Zorunlu ikiyüzlü yaşamlar, sanıyorum, Türkiye’de hiç bir zaman bitmeyecek.

Buraya kadar okuduklarım beni bol bol gülümsetti. Evet, kitabın başlangıcını sevdim. Severek okuyacağım belli. Terastan salona bakıyorum, kızımın ikinci yaş doğum günü için bir arkadaşımızın Hong Kong’dan getirdiği, el yapımı, pasaportu bile olan bez bebek sehpanın üzerinde duruyor. Atmaya da vermeye de kıyamadım o bebeği. Az sonra kutulardan birine koyacağım, yeni eve gidecek bir ay sonra. Bebeği getiren arkadaşımızın da çocukları vardı, karısından boşandığı için çocuklarını arada bir görebiliyordu. Bez bebek burada, O kimbilir şimdi nerelerdedir...

 
Toplam blog
: 10
: 1123
Kayıt tarihi
: 22.06.07
 
 

Çok gördüm, çok gezdim, çok yaşadım. Bir arpa yoldan, evvel zaman içinden, ne kaldıysa... Üç sonsuz ..