Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Ocak '09

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Maviye…Maviye çalar gözlerin…

Maviye…Maviye çalar gözlerin…
 

İnternet


Yangın mavisine/Rüzgarda asi,
Körsem/Senden gayrısına yoksam
Bozuksam/Can benim, düş benim,
Ellere nesi?

Nazım’ın şiirleriyle serpildik, İlhan’ın şiirleriyle gülümsedik... Arif hem doğuydu, hem biz! Belki de o yüzden en çok Ahmed Arif’in şiirlerinde ağladım!

Şiir ezberlerdik, biz, bir zamanlar…

Hani, kimse ezberle demezdi, marka tişört giymek gibiydi o zamanlar, ezberden okuduğun şiirler kalitendi!

Kalite olsun diye de yapmazdık bunları ama, ne bileyim, öylesine işte… İçimize dokunurdu bir şeyler ve dokunanlara karşı bir sevgi beslerdik… Kitaplarımızın arasında o yüzden el yazısı ile “Armut dersem saklan sevgilim/ Elma dersem koş bana/ Elma… Elma…. Elma… yazardık…

Hani, hoşlandığımız gence “Elma” desek, koşacaktı bize!

“Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.
Ceylanı kurtardım avcının elinden
ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından
ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir
ama sayısı bir tamam sayılamadı.
Kuyudan çektim suyu
ama bardaklara konulamadı.
Güller dizildi tepsiye
ama taştan fincan oyulamadı.
Sevdalara doyulamadı.
Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.”

Derken ölümden dem vururduk, “Hastayım, öleceğim mi demek yerine?” “Giderayak işlerim var bitirilecek…” derdik, mesela, birbirimize…

Ahmed Arif, nasıl diyeyim, bir tutkuydu bende… Nazım nasılsa… Ama, Nazım’dan fazla dokunan bir yanı vardı…

“Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğrunda ölümlere gidip geldiğim
Zulamdaki mahzun resim.
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş
Karanfil kokuyor cigaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin..”

O zamanlar ayırtında değildim, şimdi anlıyorum: Tam o dönemlerde bir iflas durumu yaşamıştık, kitap almaya para ayırmak olamazdı, kimse dememişti, iç sesim demişti işte…

Nazım’ın çok kitapları vardı, hatta parası olanlar bile o dönemlerde alamazdı, yasaklılardı!

Arif’in bir taneydi kitabı, ölümünden sonra bir ikincisi derlendi…

O kitabı almak yerine, ödünç aldığımda tamamını geçirmiştim beyaz sayfalara, el yazımla!

Nazım’ın kitapları elime geçtikçe okur, notlar alır, tamamını el yazım ile kopyalamayı düşünmezdim, hangi birine yetişebilirim ki diye mi düşünürdüm…

Beyaz kağıtlara el yazısı ile yazılmış şiirleri bilmem kaç kere okudum odamda, sesli sesli…

Kendi emeğime mi ağladım, gün geldi, safiyane gücüme mi gülümsedim, hem güçlü, hem duygulu idim!

“Terketmedi sevdan beni,
Aç kaldım, susuz kaldım,
Hayın, karanlıktı gece,
Can garip, can suskun,
Can paramparça...
Ve ellerim, kelepçede,
Tütünsüz, uykusuz kaldım,
Terketmedi sevdan beni...”

Çok kitap okurduk o aralarda…

Kitaplarımızı paylaşırdık, tartışırdık…

Sanıyorduk ki, biliyor musunuz, bizler Türkiye’yi kurtaracaktık!

……

Bizler, özellikle kızlar ancak elbette ki erkekler, bir geçiş döneminin tanıklarıydık!

Ev hanımı anneler tarafından büyütülmüş gençlerdik, omuzlarımıza yük almıştık, gençtik, güçlüydük, ailelerimiz tarafından destekleniyorduk! Kendimizi özel hissediyorduk! Daha ne olsundu!

Pablo Neruda’dan bir kitap armağan ediyordu, mesela, sevgilimiz, ilk sayfaya özel birkaç satır karalayarak ve birlikte okuyorduk, bize uyan dizeleri vurgulaya vurgulaya…

Şarkılar söylüyorduk arkadaşlar arasında “Başın öne eğilmesin!”…

Ardından “Odam kireç tutmuyor kumunu karmayınca / Sevda baştan gitmiyor sarılıp yatmayınca…"

Aşık olduğumuz adamlarla evlendik… Türkü söylediklerimizle…

Sistemi eleştirdiklerimizle…

Her şey pek güzeldi, hoştu, ancak roller konusu hoşlukları bozdu!

Hem biz kadınlar, hem bizi seven erkekler, hem de aileler şaşaladı!

Çalışan kadın mıydık, eş miydik, anne miydik? Vefalı evlat mıydık?

……

Bir dönemin tanıklığıdır bu, bir anlamda boşanmalara tanık olmasıdır da Türkiye’nin!

Bir çok anne kıyamamıştır, mesela oğluna, tuvaleti sen mi temizliyorsun yoksa!...

O saatten sonra o tuvalet adam tarafından temizlenmemiştir, oysa en çok da tuvaleti kirleten erkeklerdir!

Ev kadını anneler, özellikle erkek annesi iseler, müdahil olmuşlardır duruma!

Çalışan kadını anlayabilmeleri için, kendi kızlarını gözlemlemeleri gerekir!

Ancak kendi kızları çalışacak, evlenecek, çocuk doğuracak da, kızının o yorgun hali karşısında kocası ayaklarını sehpaya uzatarak birasını yudumlayacak! Kızı da yemek hazırlamak, çocukla ilgilenmek için koşturup duracak!

……

“Yangınlar,
Kahpe fakları,
Korku çığları
Ve irin selleri, aç yırtıcılar,
Suyu zehir bıçaklar ortasındasın.
Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!
Pusatsız, duldasız, üryan
Bir cana bir de başa
Seher vakti leylim -leylim
Cellat nişangahlar aynasındasın.
Oy sevmişem ben seni...”

“Bilmezler nasıl aradık birbirimizi / İki yitik hasret/ İki parça can…”…

“Çarpmış,
Paramparça etmiş,
Kara sütü, kara sevdayla seni...
Ve kara memelerinde dişlerin asi,
Karadır, upuzun yattığın gece,
Felek, ah ettirir, boynun kıl-ince...
Cihanlar, çocuklar, kuşlar içinde
Sızlar bir yerlerin
Adsız ve kayıp
Sızlar, usul-usul, dargın
Ve kan tadında bir konca,
Damıtır kendini mısralarınca...

De be aslan karam,
De yiğit karam,
Hangi kalemin yazısı,
Zorlu yazısı,
Belanda?

Anadan doğma nişan mı,
Sütlü barut damgası mı,
Bir gece parçası mı kaburgandaki?
Kız kakülü, ne hal eylermiş teni,
Ellerin, deli hoyrat,
Ellerin, susuz, yangın.
Ellerin ooooy alarga...

De be aslan karam,
De yiğit karam,
Hangi güzelin diş yeri,
Mavi diş yeri,
Sevdanda?

Vurmuş,
Demirlerin çapraz gölgesi,
Alnın galip ve serin.
Künyen çizileli kaç yıldız uçtu,
Kaç ayva sarardı, kaç kız sevişti,
Gelmemiş, kimselerin...

De be aslan karam,
De yiğit karam,
Hangi zehirin meltemi,
Saran meltemi,
Hülyanda?

Hakikatlı dostun muydu,
Can koyduğun ustan mıydı,
Bir uyumaz hasmın mıydı,
"Ooooof" de bunlar olsun muydu?

De be aslan karam,
De yiğit karam,
Hangi kahpenin hançeri,
Saklı hançeri,
Yaranda?

……

Böyleydi işte bu haller, bir şeyler söylemek istememiz de belki hep bu yüzden…

……

Hani, “bizim zamanımız” derler ya, hani yeğ tutarlar, yeğlik bir hali yok benimkinin, tutanlara da pek hoş gözle bakmam zati, bir dönemin anısınaydı bu, naçizane…

En çok da Ahmed Arif’e…

……

Bir dönemin şahitliğidir, kendi gözümden…

Hoşluğudur…

Eleştirisi de olabilir, gün gelir, yaşam durağan değil ki, durağanlığımızdan böbürlenelim!

Tam tersi, durağan olmayan bir yaşam içinde kalıyorsak aynı yerde yıllar içinde, gelişemeyen duygu ve düşüncelerimizi öncelikle incelememiz gerekir!

İhanet değildir bu!

Asıl ihanet, pencereni dar tutmaktır, tam açılamayan her bir pencere nesillere aktarılamayan doğruları saklamaktadır!

……

Amma büyük laf etmişim!

Ama, yanlış da dememişim!...

……

“Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu
Bir daha hangi ana doğurur bizi?
Ruhum... Mısra çekiyorum haberin olsun.”


Gülgün Karaoğlu
Ocak,25/09

 
Toplam blog
: 1269
: 1343
Kayıt tarihi
: 18.09.07
 
 

İzmir, 1963 doğumluyum. Dokuz Eylül Üniversitesi İngilizce bölümü mezunuyum ve özel bir şirkette ..