Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Kasım '14

 
Kategori
Tarih
 

Mazlumun âhı indirir şâhı!

Şantiye Birleşmiş Milletler gibiydi. Envâi çeşit insan vardı, birçok halkı yakından tanıdım ve bizden başkasının insana değer vermediğini gördüm. İçimizdeki gözünü hırs bürüyüp hak yiyenler hâriç tabii ki. En çok özü Türk olup benliğini kaybetmiş kardeş halklarımıza üzüldüm. Bize ezelden beri düşman olan Rusya onları farklılaştırmış. Yıllarca uyumalarının sonucu olarak üzülerek söylüyorum “koyun” gibi olmuşlar. En ufak şeyde pusuyorlar, haklarını aramıyorlardı. Yerin dibine batası yetmiş yıllık zâlim yönetim nasıl korkuttuysa hâlâ geçmişe yönelik hareket ediyorlardı. Ah etmekten başka bir şey yapamamak üzüyordu beni. Yalnız umûdum vardı, birgün Türk olduklarını idrak edip ölü toprağını atacaklardı sırtlarından. Bunun zaman alacak olması kederlenmeme vesîle olsa da “Beklenen gün gelecekse çekilen çile kutsaldır!” atasözü neşelenmemi sağlıyordu. Birgün Türkün şânına lâyık hareket edecekti kardeşlerimiz.

Büyük proje müdürü, genel koordinatör, Ortadoğu, Balkanlar ve Rusya'nın kendine çok güvenen adamı Sâim'in sarayı tamamlandı. Son dokunuşlardan sonra anahtarı kapıya asıldı ve geriye kapıyı açıp girmek kaldı. Beyimizin bundan sonraki aşk yuvası Sormova'nın göbeğinde olacaktı ve Nijni'de ortaya çıkmasa bile “beyaz geceleri” yeni yerinde görecekti. Sevgilisiyle mutlu mesut yaşayıp, yeni hayallerini kuracaktı. İşçi verem olmuş, aç kalmış, parası yatmamış, otobüsü bozulmuş, adam yerine konmamış hiç umurunda olmayacaktı. Neme lâzım deyip aklına dâhi getirmeyecekti. Günlerini gülerek geçirip, cebine daha fazla nevâle koyacaktı. Nasıl olsa bütün hesapları yolunda gidiyordu, hangi olumsuzluk sekteye uğratabilirdi?

“Mazlumun âhı indirir şâhı!” İşçilerin diş bilemeleri, haklarının yenmesi, paçavra gibi bir kenara atılması sanmıyordum ki Sâim'i rahat bıraksın. Tatlı tatlı yemenin acı acı çıkarması olur, emînim burnundan fitil fitil gelecekti. Saltanat devrilip lâyık olduğu bataklığa sürüklenecekti. Gözümün önünde onlarca haksızlığa imzâ attı, yüzlerce mazlumun alacağını helâk etti. Elbet adâlet yerini bulacaktı ve ben duyduğum zaman hem sevinecek hem üzülecektim. Sâdece yanlış yolda olmasına üzülecektim, diğer yandan belâsını bulduğu için sevinecektim. Bir musîbet bin nasihatten iyidir, belki aklı başına gelecekti. Vaziyet ne kadar elem verici olsa da içimde bir umut düzelir diyordum, hatasını anlar işçiye insan gözüyle bakar diyordum.

Şantiye yavaş yavaş bitiyordu, taşeronlar deve yüküyle parayı kaldırdılar, heybeleri dolup taşıyordu. Hâliyle keyiflerine diyecek yoktu, eğlence masalarında pervasızca para harcıyorlar, emirleri altındaki gariban işçilere koklatarak verdikleri paraları âlemlerde su gibi boca ediyorlardı.

Ekiplerin sayısını her gün azaltmaya başladılar, artık gün sayıyorduk. Sayılı günlerimizin kaldığını görüyordum. Yalnız maaşlarımız hâlâ yatırılmıyordu. Alın terimizin hiçe sayılması çok üzücüydü, kime söylediysek elimizden bir şey gelmiyor diyorlardı fakat kendileri çoktan son kuruşlarına kadar almışlardı ve şirketin her türlü nîmetinden âfiyetle faydalanmışlardı.

Gözünü sevdiğimin Osmanlısı olsa Sâim'i, Hasan'ı, Nûri'yi, Rıfat'ı, Fikri'yi, Erkan'ı... yağlı kazığa oturturdu ve adâletin, insanlığın, hak yememenin ne demek olduğunu tüm açıklığıyla gösterirdi.

Kardeş ülkeler ve kardeş halklara kendine has tokadıyla okkalıca vurur, “kendine gel” derdi. Cesâreti, kahramanlığı, onuru, karındaşlığı, birlikteliği hatırlatır özde olanı dışarı çıkarırdı. Aç kurt olup özgürce dağda gezmenin bir kap uğruna tasma altına girmekten yeğ olduğunu gösterirdi. “Erken yıkıldın Osmanlım! Sana çok ihtiyâcımız var!”

Sahte hocalar, yalancı âlimler, ben bilirimler, bir şey olmazlar yüzünden yıllarca uyutulup cehâletin kucağına itildik. Bilgiye öcü gibi bakıp feyiz almadık. Gözüpekliği tek çıkar yol görüp gerisini umursamadık. Binlerce düşmanın yüzlerce cephede saldırısına uğrayıp kılımızı kıpırdatamadık. Âdeta putlaştırıldık, hiçbir şey yapmamıza izin verilmedi verilmiyor hâlâ. Okla, yayla, topla, tüfenkle yıkılmadık, pohpohla, sen şöylesin, böylesinle, eğlenceyle, zevk-i sefâ ile, çıkarcılıkla, menfaat düşkünlüğüyle, aldatmacayla benliğimizden uzaklaştık, uzaklaştırıldık ve akıllanmaya niyetimiz yok hâlâ.

Hâlbuki biz ne bâdireler atlattık; Alparslan olup Malazgirt destânını yazdık, Ertuğrul Gâzi olup Osmanlıyı kurduk, Yavuz olup Mısıra dayandık, Fâtih olup İstanbul'a aktık... Ergenekon Destânı'nı, Manas, Türeyiş, Göktürk, Battal Gâzi, Göç, Köroğlu, Oğuz Kağan, Alper Tunga, Yaradılış, Şu, Uygur, Bozkurt, Edigey, Genç Osman, Siyenpi, Çanakkale... Destânı'nı bilgimizle, bileğimizle, cesâretimizle yazdık ve hepsinde doğruluğu ilke edindik. Amaca giden yolda ne araç olduk ne kalleşçe hareket ettik. Türklüğün gereği neyse ona göre davrandık ve adımızdan dâima “doğru” diye söz ettirdik. Kimseye bir yanlışımız olmadı, tehdit gelmeyen yere korku salmadık. Adâlete sığınıp haksızlığa savaş açtık. Can verdik, can aldık lâkin şu son yüz yıldır olduğu kadar yıpranmadık, uyumadık, uyutulmadık, insanlıktan uzaklaşmadık.

 

 

Göktürk Kitâbeleri'nin (M.S. 735) sonunda Bilge Kağan şöyle hitap eder: Türk-Oğuz beğleri, milletim, işitin! Üstte mâvi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim bozabilir? Ey Türk! Titre ve kendine dön!

 

 
Toplam blog
: 51
: 275
Kayıt tarihi
: 15.02.11
 
 

"OKUMAK VE YAZMAK DÜNYANIN EN GÜZEL DAVRANIŞLARINDAN BİRİDİR" Bu düşünce çerçevesinde hareket etm..