Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Eylül '09

 
Kategori
Deneme
 

MB baş gösteren dil milliyetçiliği üzerine

MB baş gösteren dil milliyetçiliği üzerine
 

Cehalete tutsaklığımız devam ediyor.


Dil, iletişimi gerçekleştirmek amacıyla evrene ilişkin tüm düşünce sistemlerinin uzlaşımsal göstergelerle dizgelenerek kullanıldığı, bireyin kendini ve içselliğini dile getirmesine yarayan bir araçtır. Araçtır diyorum çünkü, kişiler veya nesneler arasındaki bağlantıyı sağlar. Dil yaşayan ve sürekli gelişim gösteren bir olgudur. Dil neden önemlidir? Toplum basit bir insanlar yığını ve toplamı değildir. Doğa üzerinde ve toplum içinde yaşayabilmek için ilk toplumsal ilişki iş, yani ilk önce bireysel sonra ise toplumsal üretkenliktir. Biz buna kısaca altyapı diyelim. Üstyapıyı ise; toplumun tüm düşüncel olanakları olarak tanımlamamız olasıdır. Yani bir başka deyişle üstyapı; toplumun her türlü düşüncel, her türlü tinsel varlığı olarak tanımlayabiliriz. Bu üstyapı içinde dil, sosyal rejim, bilim, din, ahlak, sanat, felsefe, hukuk ve diğer davranış şekilleri toplumsal yaşantının üstyapısal ürünleridir. Üstyapısal ürünler tamamen sosyolojik gelişmeyle ve karşılıklı ilişkilerin bütünlüğüyle ilintilidir.

Toplumsuz, toplumun dışında birey düşünülemeyeceği gibi, doğasız, doğanın dışında toplum düşünülemez. Toplumların sosyolojik evrimleri incelendiğinde açıkça görülür ki, insanların doğayla ilişkileri ve doğaya karşı etkin mücadele etmeleri, altyapının önceliğini gösterir. Altyapısız bir üstyapı oluşturmak olanaksızdır çünkü. Üstyapı toplumsal yaşantı üründür ama, bu toplumsal yaşantı doğa üzerinde olduğundan alyapı – üstyapı ilişkisi kendiliğinden ortaya çıkar. Demek ki altyapı ve üstyapı arasında diyalektik ilişkiler kendiliğinden ortaya çıkıyor diyebiliriz. Toplumlar arası ilişkilerde, doğanın kullanımı ortak olduğu için, yakın coğrafyalarda bu ilişkilerde kendiliğinden ortaya çıkar.

Toplumlardaki bütün işlevsel ilişkiler geçici ve eğreti olarak yapılaşmıştır. Ne gariptir ki her toplumsal değişim süreci, zaten eğreti olan bu dengeyi bozar ve yeni eğreti bir dengenin oluşmasını sağlar. Toplumsal sorunlarda ki en belirgin sıkıntı da, bu yeni oluşan eğreti dengeye uyum sorunudur. Malesef oluşan bu son eğreti dengede bir gün bozulacaktir. Görülüyor ki denge ilişkilerin dengesidir, ama eğretidir. Bu ilişkiler insanların doğa ile olan ilişkileri ve insanların kendi aralarındaki ilişkileridir. İnsanlar doğayı dönüştürdükçe değişirler; insanlar birbirlerinin emeğini tanıdıkça ve engelleri tanıdıkça değişime uğrarlar. Bu değişim sürecindeki her devir bir sonraki devrin nedenlerini de içinde taşır.

Değişme sürecini anlamak için, 'tarihsel özgüllük ilkesinden“ hareket etmek gerekir. (Tarihsel özgüllük ilkesi= Bütün doğmalardan kurtulmak için bilimsel anlayışı geliştirmek açısından taşıdığı önemi vurgulamaktır.) Her toplum tarihinin ayrı bir özelliği varsa, mutlaka sosyolojik evrim yasalarıda olacak demektir. Her toplumun kendine özgü , çözüm bekleyen yapı ve birlikte yaşama sorunları olmuştur. Aynı coğrafyada yaşayan, ikili ilişkilerinde yüzyılların birlikteliğinden doğan, birbirinin içine geçmişlik Anadolu coğrafyasında gözle görülür çıplaklıktadır.

Yalnız bu gözle görülür nesnel çıplaklık, dogmatiklik, geri kalmışlık yada geri bırakılmışlık ( siz istediğinizi ideolojiniz doğrultusunda seçebilirsiniz) gibi çatışan değerleride içinde barındırır. Bu bağlam da birazda feodaliteden ve feodal yapının getirdiği sorunlardan bahsedelim.

Feodalizm: Başta Ortaçağ Avrupası olmak üzere tarihin birçok evresinde rastlanan toplumsal, siyasal ve ekonomik örgütleniş biçimidir. Feodalitenin temel özelliği ise siyasi bölünmüşlük ve sosyal eşitsizliktir. Anadolu coğrafyasında bu bölünmüşlüğü ve sosyal eşitsizliği her koşulda görmek olasıdır. Osmanlıdan ve dini eğilimlerden gelen ümmet bilinciyle birine bağlılık Anadolu coğrafyasındaki yaşayanların kaderi olmuş, aydınlanma çağını tüm ülke olarak iskalayan ve o ülkede yaşayan büyük halk kitlesi birey olma erincine malesef şu anda bile erişememiştir.

Aydınlanma Çağı:

Aydınlanma Çağı, akıl'ı kurucu ilke olarak benimseyerek, tüm toplumsal yaşamın ve düşünüşün buna göre şekillendirilmesine yönenilen dönemdir. Kant, aydınlanmacılığı, "aklı kullanma cesareti" olarak tanımlandığında, genel olarak Aydınlanma Çağı'nın felsefesini vermektedir. 18. yüzyılda Avrupa'da ortaya çıkıp gelişmiş ve "aydınlanma" fikriyle yaygınlaşmıştır. Aydınlanma çağının ana fikri, akıl aracılığıyla doğru bilgilere ulaışılabileceği ve bu dogru bilgi ile de toplumsal yaşamın düzenlenebileceğidir. Öte yandan bilim alanındaki önemli gelişmeler de aydınlanma çağına öncülük eder ve bu çağda ayrıca çok yoğun yeni bilimsel gelişmeler kaydedilir. Daha 15.yüzyıldan itibaren meydana gelmeye başlayan yeni keşifler ve icatlar bu süreci hazırlamış, bunun sonunda da "karanlık çağ" olarak değerlendirilen Orta Çağ'ın sonuna gelinmiştir. Deney ve gözlem, aklın uygulama araçları olarak bu dönemde bilimsel yöntemim ilkeleri biçiminde ortaya çıkmış ve doğa bilimlerinde önemli gelişmelere kaynaklık etmiştir.

Dinde meydana gelen yenileşme hareketleri de, dinsel düşüncenin giderek geriletilmesi ve Aydınlanmacılıkla birlikte kuruculuk ve egemenlik gücünü kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Rönesans ve reformlarla başlayan bu gelişmeler, aydınlanmacılıkla doruğuna varmış ve buradan itibaren Modernite denilen sürecin oluşumunu hazırlamıştır. Bu sürec aydınlamacılıkta ifadesini bulan köklü bir zihin değişikliği anlamına gelmektedir.

Newton ve Kopernik ile tüm bir evren-dünya kavrayışı değişime uğramış, Descartes ve Kant gibi isimlerle bu değişen zihniyetin felsefi düşüncesi geliştirilmiştir. 1789 Fransız ihtilalinin temelinde, Fransız aydınlanmacılığının belirleyici bir etkisi vardır.

Türkiye ve Türkiye gibi bir çok Asya ülkesinde aydınlanma çağı yaşanmamıştır. Türkiye´de devrimler tepeden inme yapıldığı için hala büyük bir halk kitlesi tarafından kabul görmemektedir. Hala büyük bir çoğunluk birey olmanın erincine ulaşamamış, ümmet olmayı birey olmaya yeğlemektedir. Örnek: Laiklik tüm özgürlüklerin temelidir. Oysa laiklik kavramını dinsizlik olarak gören büyük bir halk kitlesi vardır, hatta laikliği dinsizlik yada bir dinmiş gibi algılayanlar çoğunluktadır.

Türkiyenin bölünmüşlük haritası:

• Etnik kimlik olarak bölünmüşlük ( Bu bölünmüşlükte yine kendi içinde bir çok alt bölünmüşlüğe ayrılıyor. Etnik kimliklerin siyasi bölünmüşlükleri, yine aynı etnik kimliklerin dinsel yorumları açısından bölünmüşlükleri. Tarikatlar ve mezhepler. 36 ayrı etnik kimlik bölünmüşlüğü şu anda ülkeyi yönetenler tarafından bizzat açıklandı.)

• Laik, Antilaik bölünmüşlük ( Laikler kendi aralarında bir çok alt bölünmüşlük içindeler.) Antilaikler ise daha çok alt bölünmüşlüğün etkisi altında; örnek; yine tarikatlar ve mezhepler, vb, vb . (Bölünmüşlükleri daha da çoğaltmak mümkün)

Ben sormak istiyorum; böylesi bir bölünmüşlükten bir bütün çıkarmak olası mıdır?

Gelelim asıl konumuza. Türkiye şu anda tam bir cadı kazanı. Tüm evrensel değerler, toplumsal değerlerle aynı kazana atılmış, tadı tuzu olmayan, açıkçası hiç birşeye benzemeyen bir bulamaç yapılıyor. Bilimsel kesinlik kavramı tüm değerlerden sökülüp atılmış durumda. Oysa bilimsel kesinlik şimdiye kadar , insanın doğal, tarihsel, toplumsal ve toplumcul bir varlık olduğunu ortaya koymuştur. Nesnel gerçeklerin verileri dururken, bunlardan hareket etmek varken bireyciliğe ideolojiler kurdurtmak ve bunlara göre yaşamak ve yaşatmak yabancılaşmayı artırmak yada yeni yabancılaşmalar yaratmak demek olacaktir.

Malesef Türkiye günden güne birbirine yabancılaşan bireyler topluluğudur. Bloglarda bile dil milliyetçiliği açık bir şekilde görülmekte. Çünkü milliyetçilik dille başlar. Kimisi yok saymaya çalışmakta, kimisi ise var olduğunu kanıtlamaya. Oysa bütün diller tüm insanlığın ortak kültürel mirasıdır. Bir insanın ana dili ise, hayal kurduğu dildir. Hangi dilde hayal kuruyorsanız ana diliniz odur. Hayal kurmak içinse 110.000 sözcüklü bir dile ihtiyaç yoktur. Çünkü hayaller için minicik bir dil bile yeterlidir.Kurulan hayallerin sözcük sayısı 150 kelimeyi geçmez. O yüzden herkesin kendine özgü bir hayal dili vardır ve bu hayal diliniz sizin yaşam felsefenizi ve yaşama bakış açınızı belirler. Bugün devşirilmiş Amerikan Ìngilizcesine dil diyen, devşirilmiş dahi olsa Kürtçeye başlı başına bir dil demek zorundadır. Lakin bu dil kabulü yine ayrıştırma aracı olarak kullanılmamali, nasıl Ìngilizce, Almanca ve diğer dilleri bilenler gibi kültürel zenginlik olarak görülmelidir.

Büyük bir sorun var ve bu sorunun çözümü, toplumsal aydınlanmadan geçmektedir. Sorunun çözümü için kimse feodaliteye dokunma cesareti gösteremiyor. Kimse feodaliteden, feodalitenin getirdiği özgürlük sorunlarından bahsetmiyor. Sizler bu zamana kadar feodal yapının yanlışlığı konusunda tek bir yazı okudunuz mu? Ağalıktan, reislikten, şeyhlikten, şıhlıktan daha doğrusu feodalimzden söz etmeden özgürlük istemek, kusura bakmasınlar ama bende şu çağrışımı yapıyor; Karnı aç olanın ekmek değil, pasta istemesi gibi. Oysa feodalite çatışan her iki kesim tarafından özenle korunuyor, korunmayada aşırı derecede ihtimam gösteriliyor. Çünkü bir kişi büyük bir toplum kitlesine hükmediyor. O bir kişiyi yanına almak, o bir kişinin hükmettiği binlerce kişiyi yanına almak demek. Şimdi bir soru sormak istiyorum. Şeyh Bedreddin´i, Börklüce Mustafa´yı, Torlak Kemal´i unutalı çok oldu değil mi? Sahi hatırlıyanınız var mi, Nazım Hikmet´in şu meşhur Şeyh Bedrettin Destanı nı? (<ı>Okumak istiyorsanız linkledim. Tıklamanız yeterli olacaktır.) Herkes birbirine düştü. Kazananı olmayan, kaybedeni çok bir kumar bu. Çünkü birilerinin elin de hep 7/6 atan zar var. Bir realite var ve bu çıplak bir gerçek. Ötekileştirerek, ötekileşerek uzaklaşıyoruz. Sadece birbirimizden değil, kendimizden ve kendi değerlerimizden olduğu kadar, evrensel değerlerden de. Ìşin en acı tarafı ise toplumun cahil bırakılma girişimleri açık saçık gözümüzün önünde cereyan ederken sadece susuyoruz, tepkisiz kalıyoruz. İşin en acı tarafı, hala kadınlar mal gibi satılıyor (başlık parası) hala ilkel adetler kullanılıyor (berdel) hala cehalet kol geziyor (kan davası, namus kavramı)

Namus kavramına Almanya´da daha yeni yaşanan bir örnekle açıklık getireyim. Mentalite değişmediği sürece, nerede yaşarsanız yaşayın neden sonuç ilişkisi değişmiyor.

Almanya’nın Rees kentinde yaşayan Mardinli Gülsüm Semin (20) 4 Mart’ta bir ormanda ölü olarak bulunmuş, olayın bir namus cinayeti olduğu açıklanmıştı. Cinayeti işleyen bir yaş küçük kardeşi Davut Semin kısa sürede yakalanmış ve suçunu itiraf etmişti. Cinayetle ilgili otopsi raporu açıklanırken, cinayetin işlenme biçimindeki vahşet Alman basının şoke etti.

Bild gazetesinin yayınladığı rapora göre, 2 Mart tarihinde baba Yusuf Semin, oğlu Davut’a sevgilisinden hamile kalan ve Hollanda’da ailesinden gizli kürtaj yaptıran Gülsüm’ü öldürmesini söyledi. Ertesi gün Yusuf Semin, Gülsüm’le ayrı bir evde yaşayan diğer kızına telefon ederek evlerindeki ampulün yandığını ve gidip yeni bir ampul almasını söyledi. Böylece Gülsüm’ün evde yalnız kalması sağlandı. Bu sırada Davut, eve giderek Gülsüm’ü dolaşma bahanesiyle evden çıkardı. “Mino N.” isimli Rus bir arkadaşını da alarak ormanlık bir alana götürdü. Burada daha önce hazırladığı iple Gülsüm’ü boğmaya çalıştı ancak yapamadı. Baygın halde yere düşen Gülsüm’e demir çubuk ve sopayla vurmaya başladı. Kızın kafatası ve beyni ağır hasar gördü. Otopside genç kızın dişlerinin de söküldüğü, aşırı miktarda kan yuttuğu da tespit edildi.

İfadesinde “Kardeşimi bekaretini kaybettiği için öldürdüm. Bu aile namusumuzdu” diyen Davut, Ekim ayında hakim karşısına çıkacak. Bild gazetesi ise “Bu vahşet normal bir insan psikolojisi değil. Bir insan kardeşine bunu nasıl yapar” yorumunu yaptı.

<ı>• Bireyler düşünür olmadıkça, kitleler istenilen yönlere herkes tarafından çekilebilir. M.K. Atatürk.

Son söz: Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapere Aude! „Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!“ sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.

— Immanuel Kant

 
Toplam blog
: 50
: 901
Kayıt tarihi
: 06.10.08
 
 

    ..