Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ekim '11

 
Kategori
Öykü
 

Meçhule yol arkadaşım (4)

Meçhule yol arkadaşım (4)
 

Hiçbir şey göründüğü kadar değildir


Etrafında gri bir alan, sanki yağmur yüklü koyu bir bulut tarafından kuşatılmış gibi ya da kendisi zaten bir yağmur bulutuymuş gibi…

Korkuyla bir adım geri sıçrıyorum ve arkama bakmadan eve doğru ilerliyorum. Daha bir iki adım atmışken adam;

- Samimiyetsizlikten diyor

Bir an neden bahsettiğini algılayamıyorum.

Adam devam ediyor.

- Çünkü çoğu insanın diliyle gözleri aynı şeyi söylemiyor bu da senin iç dengeni bozuyor ve riyayla bakan bir göze riya ile bakmaktansa gözlerine artık bakmıyorsun.

- Peki ya senin, senin de gözlerin ve dilin aynı şeyi söylemediği için mi bir sis perdesinin arkasına saklanıyorsun. Diyorum evime doğru bir adım daha atarken.

- Görmeyi öğrendiğin gün göreceksin, ön yargılarından, korkularından arındığın gün göreceksin yüzümü diyor.

- Hiç sanmıyorum, seni bir daha görmek istediğimi de sanmıyorum diyorum.

- Buna şu an sen de inanıyorsun biliyorum, çünkü korkularına teslim oluyorsun diyor.

- Açıkçası ben kendimden ummadığım kadar büyük cesaret gösterdim bugün. Benim yerimde kim olsa; ister kadın, ister erkek çıldırabilirdi. Bu olayın bende yaratacağı travmaları şimdiden hesaplamak çok zor ama artık çok normal biri olacağımı sanmıyorum.

- Daha kötülerini de yaşadın ve hayata yine tutundun yine psikolojik ilaçlara ihtiyaç duymadın diyor.

- Evet, çok zor şeyler yaşadım ama hepsi mantıklı bir açıklaması olan şeylerdi ama şu yaşadığım olayın mantıklı bir açıklaması yok;  Bunu kime anlatsam, bir pskiyatriste görünmem gerektiğini söyler, senin mantıklı bir açıklaman yok...

- Hani kıyamet gününü yaşamıştın ya, o gece nasıl dua ettiğini hatırlıyor musun? Diyor.

Onyedi yıl önceki O geceye geri dönüyorum bir an için, o gün işte çok stresli bir gün yaşamıştım. Arkadaşlarla bir parkta oturup sohbet etmemize rağmen gönül yorgunluğunu atamamış; akşam yemediğinden hemen sonra, akşam ve yatsı namazlarını kılmadan uyuyup kalmıştım.(Namaza yeni başlamıştım o günlerde bir vakti kılsam bir vakti kaçırıyordum)  Sabahın erken saatinde annemle babamın seslerine uyandım. Odamın kapısı aralık kalmıştı ve yatağımdan, annemlerin mutfak penceresinden dışarı baktığını görebiliyordum. Annem

— Şu Allah’ın işine bak güneş ve ay aynı yerde" diyordu.

Merakla mutfağa, yanlarına gittim ve pencereden baktım ve güneşle ayı yan yana gördüm. Ama bizim mutfak kuzey-batı yönüne bakıyordu; benim odam, güney-doğu yönündeydi... Kalbime birden bu kıyamet günü olabilir mi diye bir korku düştü, ama bir şey demedim. Öyle olsa annemle babam bilirlerdi; onların böyle konularda benden fazla şey bildiklerini düşünüp kendimi avutmaya çalıştım. Sabah kahvaltısı için sofraya oturduk kahvaltıdan sonra kapı çaldı. Köyden gelen akrabalar, başka bir akrabayı ziyarete geldiklerini ama evi bilmediklerini söylüyorlardı. Annem onları istediklere yere götürmemi istedi. Misafirleri alıp yola koyuldum. Artık güneş ve ay konusuna kafayı takmıyordum.

Akrabaları istedikleri yere götürdüm geri dönerken şehrin sokaklarına aydınlık bir karanlığın hâkim olduğunu fark ettim. Nasıl olur demeyin, ışık var ama o ışık oranında sis vardı sokaklarda. Ana caddede bir kargaşa vardı, trafik tıkanmıştı; insanlar bağrışıyorlardı ama sanki insanlar birbirini anlamıyor ya da görmüyorlardı. Bir film seyreder gibi onları seyretmeye daldım. Bir anormallik vardı; sanki her biri başka bir boyutta gibi, birbirlerini duymuyorlar görmüyorlardı;  Ama ben herkesin söylediğini duyuyor ve onları seyrediyordum.” O gün geldiğinde kimse kimseyi göremeyecek duyamayacak” diye bir söz takıldı aklıma. Bugün, o gün mü acaba diye düşündüm.

Bir elektronik mağazasının önünden geçerken vitrindeki tv.de dönemin Başbakanı Tansu Çillerin demeç verdiğini gördüm. Durup seyretmeye başladım, “ülkenin böyle karışmasına müsaade etmeyeceğiz” diyordu Başbakan. Bu durumun tüm ülke çapında yaşandığını anladım. Eğer bugün, o gün ise, elinizden ne gelir ki diye düşündüm. Vakit, ancak öğleye yaklaştığı halde o aydınlık karanlık daha belirgin bir hal almış ve beyaz bir geceye bürünmüştü şehir. Zaman geçtikçe karanlık kızıl bir renk alıyordu. Eve geldim kapıyı açtım merdiven otomatiğine bastım ama yanmıyordu. Zar zor yukarı çıktım dairenin kapısını açtım ki kapının önünde bir sürü ayakkabı.

- Anne kim var? Diye sordum.

- Aydın’dan akrabalarımız var, dedeni ziyarete gelmişler kızım dedi.

Annem antreye büyük bir masa hazırlamıştı. Mutfağa giren çıkan belli değil, tabaklar taşınıyor, dedem ve misafirlerin bir kısmı masaya oturmuş çorbalarını içiyorlardı. Bana da” hadi otur çok işim var bu gün” dediler. Annem mutlu bir yüz ifadesiyle,

— Asıl sürprizi daha söylemedik sana dedi. Elime kaşığı aldım tam ağzıma götürüyordum, annem de cümlesine devam etti,

— Dedenin dedesi ölmemiş, Aydın’daki akrabalarda kalıyormuş O da geldi, deyiverdi.

— Ama nasıl olur anne, dedem 82 yaşında, Onun dedesi nasıl hayatta olur? Dedim.

Dedem masaya doğru eğilmiş kaşığı ağzına götürürken başını kaldırdı

— geldi geldi dedi. Yüzünü gördüğüm anda elimden kaşık düştü. Yüzünde tek bir çizgi yoktu beyaz sakalların altından simsiyah sakallar geliyordu. Otuzlu yaşlarında var yok bir görünümü vardı. Anne hala anlamıyor musunuz kıyamet günündeyiz dedim. Aklıma oğlum geldi Cengiz nerde diye sordum sen köylüleri götürdüğünde Cengiz de parka arkadaşlarıyla oynamaya gitti dediler. “ o gün anneler çocuklarından kaçacak” ifadesi geldi aklıma. Hayır, ben kaçmayacağım, yavrumu bulacağım; çok korkmuştur şimdi diye düşündüm. Karanlık merdivenleri inerken ilk sarsıntılar belirmeye başladı. Apartmanın bahçe kapısından çıktığımda yer kabuğundan ağlamayı andıran bir uğultu yayılıyordu… Yeryüzü ağlıyordu! Bir şey yapmam lazımdı, af dilemem lazımdı Allahtan ama nasıl dileyeceğimi hatırlayamıyordum. Kulak sağır eden çığlıklar gelmeye başladı topraktan, affet Allah’ım diyemiyor, Kelime-i Şahadet getiremiyordum. Düşüncelerimin sesini bile duyamıyordum kafamın içinde bir uğultu arttıkça artıyordu. Sadece çocuğumu bulmam lazım diye yürümeye çalışıyordum. Ilık bir rüzgâr esmeye başladı birkaç dakika sonra rüzgâr artık rüzgâr değil bir kasırgaydı ve alev alev esiyor. Oğlumu bulmam lazım…

Cehennemden geldiğine inanmaya başladığım o fırtınayla önce saçlarım alev aldı, hissediyordum yanışlarını, iğrenç kıl kokusu sardı etrafımı, sonra elbiselerimin alev aldığını gördüm. Fırtına her şeyi yakıp kavuruyordu alev alev…

Fırtınanın sıcaklığı alevlerden daha keskindi; yanan elbiselerimin olduğu bölgeler bile, yüzüm ellerim ve kollarım gibi açıkta kalan yerler kadar acı vermiyordu.

Oğlumu bulmalıyım! O da yanıyor mudur şimdi?

Hayıııır!

Belki de ölmüştür, onun küçük vücudu bu kadar acıya dayanamaz ki… Ama ya yaşıyorsa, onu bu dehşette yalnızlığa nasıl terk ederim.

Canım çok yanıyor! ben yanıyorum, ama ölmüyorum…

Neden hala ölemedim ki ben…? Artık bunun kıyamet olduğuna kesinkes inanmışken, “affet Allahım” diyemiyordum; Çünkü, Allah’ın adını hatırlayamıyordum.

Yeryüzünün çığlıkları arttıkça artıyordu ve kelimelere sığmayan dehşet yeryüzüne inmişti…

 
Toplam blog
: 20
: 523
Kayıt tarihi
: 13.07.08
 
 

Kütahya; doğduğum ve doyduğum yer, yani her anlamda memleketim. Kamu da çalışıyorum, Lisans mezun..