Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Mayıs '19

 
Kategori
Sosyoloji
 

Mehlika/ Cılavuz Köy Enstitüsü

'' Hafızam beni yanıltmıyorsa 1948-49 tedrisat yılının Ocak veya Şubat aylarından birisi olacaktı. Çok kar yağmış, dışarıda şiddetli bir fırtına esiyordu. Rüzgar, yeni yağan karı havaya savuruyor, pencerelerin, sallanan camların sesi, dışarıda uğuldayan rüzgarın sesine karışarak acı bir şeylerin habercisiymiş gibi uğursuz bir senfoni oluşturuyordu.
 
Akşam olmuş, herkes yatağına çekilmiş, dağlarda ıslık çalan rüzgarın, fırtınanın ninnisiyle uyumaya çalışıyordu. 
 
Sabahleyin sanki fırtına yapacağını yapmış, artık dinmişti. Yolların bazı yerlerine kardan barikatlar kurulmuştu. Her sabah erkenden bizleri uyandıran zankaların(at kızağı) atlarının üzerindeki çanlar her nedense bu sabah çalmıyordu. Sanki ortalık bir matem havasına bürünmüştü. Belki fırtına yolları kapatmış, her yolcu olduğu yerde mahsur kalmıştı. 
 
Bizler de artık yavaş yavaş uyanmaya başlamıştık. Birçoğumuzun yatağının başında asılı su dolu şişelerin suyu donmuş, şişeler çatlayıp dökülmüş, kalıp halinde donan buzlar asılı duruyordu. Bazılarımız kalkıp yatağımızın üstünde oturup ders çalışıyorduk. Birdenbire nöbetçi öğretmeni Mahir Kuşakçı kapıda göründü. Yorgun ve üzgün bir sesle 'çocuklar, kalkın' diye seslendi. Herkes, yatağından fırladı, bu zamansız emrin sebebini öğrenmek istercesine hocanın yüzüne bakıyordu. Hoca, 'çocuklar, Mehlika yatağında yok. Göreniniz var mı?' diye sordu. Sanki herkes bir ağızdan 'hayır öğretmenim, dışarda kuvvetli fırtına vardı, göz gözü görmüyordu ki onun için kimse dışarıya çıkmamış ki herhangi bir şey görsün'
 
'haydi çocuklar, kahvaltı zamanınız da yaklaştı, kalkın giyinin' deyip başka yatakhaneleri kontrol etmek ve Mehlika hakkında bilgi almak için bizim yatakhaneden ayrıldılar. Kalktık, giyindik. Herkes Mehlika'yı konuşuyordu. Mehlika, bir dünya güzeliydi. Buğday benizli, ela gözlü, sevecen bir ablamızdı.
 
Okulumuz, gerçek bir aile yuvasını andırıyordu. Herkes kendisinden bir öndeki sınıfta olana yaşı ne olursa olsun 'abla' veya 'ağabey' diye hitap eder, onun her sözünü emir telakki eder, ona göre hareket ederdi.
 
Öğretmenlerimizle öğrenciler arasında bir ebeveyn-evlat ilişkisi hakimdi. Aramızda sevgiye dayanan bir saygı vardı.
 
İşte böyle bir aile yuvasından dünyalar hanımefendisi bir ablanın birdenbire kaybolması herkesi şok etmişti. Bu üzüntüyle kahvaltımızı yaptık. Bu arada öğrenci başkanı olan bir arkadaş bir sandalyenin üstüne çıkarak bir konuşma yaptı; 'Arkadaşlar Mehlika abla, kendisini elektrik santralinin havuzuna atmak suretiyle intihar etmiştir. Cenazesi sınıf arkadaşlarınca getirilerek morga konmuş, akrabalarının gelmesi beklenmektedir. Hepimizin başı sağolsun' 
 
Bu kara haber kısa sürede tüm okula yayıldı. Haber, hepimizi üzmüştü. Tüm öğrenciler ilk derse girmeyerek olayın varsa perde arkasını öğrenmek için boykota gidiyordu. Bunun üzerine herkesin top sahasında içtima etmesi anonsu edildi. Herkes, top sahasında toplanmış, kimseden çıt çıkmıyordu. Biraz sonra nöbetçi öğretmen kürsüye çıkarak şu açıklamayı yaptı;
 
'Çocuklar, Mehlika kızımızın sınıf arkadaşlarından birisiyle seviştikleri ve gizli gizli konuştukları, bunun da okul idaresince bilindiği halde göz yumulduğu bazı kimseler tarafından şikayet edilmiş. Bunun üzerine bakanlıktan gelen müfettişler tarafından yapılan tahkikat sonucunda Mehlika'ya on gün okuldan uzaklaştırma cezası verilmiştir. Bu ceza, kendisine tebliğ edilerek yarından itibaren okulu terk ederek babasının evine gitmesi istenmişti. Bunu gururuna yediremeyen kızımız, gece yatağından gizlice çıkmış, fırtınalarla boğuşarak yattığı yerden tahminen 3-4 km mesafedeki elektrik santraline gitmiş. Küçük sınıftan iki nöbetçi öğrenciye 'çocuklar, burada en kuvvetli elektrik nerede bana gösterir misiniz' diye sormuş. Durumu o anda anlayamayan çocuklar 'bilmiyoruz, abla' demişler. Uyku sersemi oldukları için tekrar uyumuş, Mehlika ile ilgilenememişler. Bunun üzerine Mehlika, dışarıya çıkmış, santral binasının bitişiğinde bulunan ve 7-8 m derinliğindeki havuzun üstündeki buzu kırmış, kurdelesini buzu kırdığı taşın altına koymuş ve kendisini havuzun buzlu sularına atarak intihar etmiştir. Biraz evvel cenazesi sınıf arkadaşlarınca getirilerek morga kondu. Babasının gelmesi bekleniyor. Hepimizin başı sağolsun. Şimdi herkes sessizce sınıfına girip derslerine devam etsin. Cenaze merasiminde sizleri çağıracağız.'
 
Hepimizin başı aşağıda sessizce sınıflarımıza girdik. Öğlen paydosuna çıktığımızda Mehlika'nın sınıf arkadaşları dışarıdaydılar. Aralarında 3-4 sivil vatandaş vardı. Bunlardan birinin Mehlika'nın babası, diğerlerinin de dayıları olduğunu söylediler. Etraftan öğrenebildiğimiz kadarıyla babası, 'ben böyle bir evladın cenazesine sahip değilim, beni niye çağırdınız' diyormuş. Biraz sonra Kars'tan savcı ve doktor geldi, morga gittiler. Tahminen 1-1.5 saat sonra çıktılar. Okul müdürümüzün isteği üzerine  doktor bize dönerek, 'yaptığımız otopside Mehlika'nın bakire olduğunu ve ölümünün suda boğularak gerçekleştiğini tespit ettik. Hepimizin başı sağolsun.' diyerek konuşmasını bitirdiğinde bu sözler üzerine mendilini iki eliyle gözüne basıp hüngür hüngür ağlayan babası okulumuzun müdürüne dönerek 'çocuğumun cenazesini evime götürmem için bana yardım eder misiniz' deyince müdür, 'elbette yardım edeceğiz. Mehlika, senin kadar bizim de evladımızdır. Yanlış yapmış. Tanrım günahını affetsin. Cenazeniz evinize kadar götürülecektir.
 
Büyük bir cenaze merasimi tertiplendi. Namazdan sonra Mehlika'nın babası yüksek bir kaldırımın üzerine çıkarıldı. Hepimiz sırayla elini öpüp başsağlığı diledik. Mehlika ablamızı göz yaşları arasında son yolculuğuna böyle uğurladık''*
 
Yukarıdaki anlatı, Cılavuz Köy Enstitüsü'nde öğrenci olmuş Kamil Taşkın'a ait. Prof.Dr. Emine Öztürk'ün 'Köy Enstitüleri' adlı kitabını okurken bu bölüm üzerinde donakaldım. Üzerine düşünmeden edemedim. Günlerce aklımdan çıkmadı. 
 
Özetle üstünden geçersek 17 Nisan 1940'da açılan Köy Enstitüleri, zamanın cehaletine, toprak ağalarının açgözlülüğüne, gizli sömürgeciliğin alttan vuran entrikalarına yenik düşüp türlü mazeretlerle kapatılana dek kısa tarihinde temel örgün ve uygulamalı eğitimin birlikte yürütüldüğü çok yönlü insan yetiştirmeyi hedefleyen müthiş bir atılımdı (Hasan Ali Yücel'in 1946'da görevden ayrılmasından sonra Köy Öğretmen Okullarına dönüştürülüp 1954'te kapatıldı.)
 
Köy Enstitülerinin kısa tarihinde zamanın koşullarının Türkiye'sinde üretimin kalbi olan kırsaldaki eğitim hem çok önemli hem de çok anlamlıydı. Köy çocuklarının mental ve psikolojik olarak güçlenmesinin yanısıra uygulamada Köy Enstitüleri sayesinde 1940-46 yılları arasında araştırmalara göre 15 bin dönüm tarla tarıma elverişli hale getirildi. 750 bin fidan dikildi, 1200 dönüm bağ oluşturuldu. 150 büyük çaplı inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 100 km yol, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 20 uygulama okulu ve 12 elektrik santrali yapıldı. Tüm bunların zamanın şartlarında bizzat öğrenci ve öğretmenlerin elleri, akılları ve emekleriyle yapıldığını düşünürsek müthiş bir eğitim sisteminin köklenmeye başladığını da görebiliriz.
 
Gidişatın kısa zamanda ne kadar verimli bir noktaya geldiği ve daha neler yapılabileceği üzerine düşünenler bir yana gidişattan rahatsız olanlar iç ve dış kaynaklı türlü oyunlarla enstitülerin kapatılması için harekete geçtiler. Ve elbette entrika, çocukları toplumun en cahil yerinden; cinselliklerinden vurdu. Nitekim Cılavuz Köy Enstitüsünde de böyle oldu. Bir alavere-dalavere ile bakanlıktan gönderilen müfettişin 'uydurma ve çok bilinen bir tezgah ile atılmış bir iftirayı' dikkate almasıyla başlayan ve genç bir kızın intiharı ile sonuçlanan bu hareketin tüm zamanlarda çok yönlü irdelenmesi gerek! Zira, yaşanmış bitmiş gibi gözüken bu şey geçmişte yitip gitmedi. Pek çok farklı kılıkla oynanmaya devam ediyor. Genç insanların ölmesi geleceğin ölmesidir. Bir atasözü böyle der; 'çocuklar öldüğünde gelecek ölür, yaşlılar öldüğünde geçmiş ölür.'
 
Mehlika'nın öyküsü, Köy Enstitülerinin 'günah yuvaları' olduğu yanılsamasını yaratmak ve bu iftirayı güçlendirmek için kadın-erkek ilişkileri ve cinselliğe oynanan türlü oyunlardan sadece biri. Çok klişe olmasına rağmen çok etkili! Ahlak üzerine, edep üzerine, aile üzerine yüklenen anlayıştan uzak, içi boş inançlar ve yaptırımlar bu kirli oyunu her defasında aynı marazi tavırla önümüze koyuyor! Bizimki gibi duygusal marazlarla yönlendirilen toplumlarda dengeler çok fazla hassas. Bir dengeden bahsedilemez bile aslında ama kalıplaşmış, tabu haline getirilmiş antlaşmalar su altından sessizce insanların acı çekmesi, ölmesi, öldürülmesi, kendi yaşamına son vermesi pahasına sürdürülüyor! Ve bu minik fısıltılar, zehirli kelimeler çok büyük hasarlara neden oluyorlar. Bunu sorgulamayan her insan ise sürüye dahildir.
 
Düşünemeyenler için beraber düşünelim. Çok basit ve doğal bir şeyin nasıl çözümsüz ve karmaşık bir hale sokulduğunu birlikte görelim. Mehlika'nın öyküsü tam da budur. Okulda birinden hoşlanıyor, bir arkadaşını beğeniyor ve belki aşık oluyor. Mevzu bu. Hepi topu bu. Altı üstü bu. İki insanın birbirinden saf, doğal, şairane bir şekilde hoşlanmaları...  
 
Oysa o yaşlarda insanların birbirinden hoşlanması kadar doğal ne olabilir! Kendisine ait olmayan bir utancı yaşamak zorunda kalan, ölesiye korkan, derdine bir derman bulamayacak denli çaresiz hisseden Mehlika'nın yaşadığı travma o yaşta insana yüklenen ağır bir yükten başka ne olabilir! 
 
Yaşadığı çözümsüzlük, suçlanma, korku gibi ağır duyguları tek başına yüklenemeyen Mehlika'nın ölmeyi düşünecek kadar bu yükün altında bırakılması üzerinde düşünülmesi gereken esas meseledir! Gencecik bir insana bunu yaşatmak kusurların ve ayıpların en büyüğüdür.
 
O yaşta aşık olmak, hoşlanmak, beğenilmek-beğenmek, kendiliğinden-doğası gereği içgüdüsel olarak girilen bu hal ile hemhal olmak istemek insan doğasının gerçeği iken nasıl yanlış olabilir! Nasıl günah olabilir! Anne-babaların bir zamanlar yerin dibine gömdükleri utançlarının hırsını kendi kanından-canından olan çocuklarından çıkarmalarının günah olduğunu söyleyebiliriz. Asıl günah budur. Babasından ölesiye korkan Mehlika'nın onunla durum üzerine, suçlanması üzerine konuşamayacak denli korkması ve bu korkuyla kendini öldürmesi ise çocuklarına korkudan başka birşey verememiş bir babanın büyük kusurudur! Bekaretinin yerinde olduğunu söyleyene kadar kızının cenazesini bile almak istemeyen bir baba!
 
Okul müdürünün Mehlika'nın babasına söylediği 'Tanrı, günahını affetsin, yaptığı yanlıştı.' cümlesi ise kafamda bir süre zonkladı, durdu. Bir eğitimcinin bu lafı etmesi ne büyük talihsizlik! Günah gibi büyük, karanlık bir kelimenin ağırlığının hem ölenin hem de kalanın üstüne bırakılması! 
 
Mehlika'nın başına gelen iftira herkesin başına gelebilir! Cahil, yobaz, eğitimsiz, edepsiz, şeytani yanı gelişmiş iftiracıların oynadığı en aşağı oyun bu. Ve bu oyunlarda insanlar kurban ediliyor!  İnsan hayatının ise bir değeri yok!
 
Bu irdelemeyi Mehlika'nın anısında bu aşağılık oyuna temas etmek zorunda bırakılmış tüm kız kardeşlerime ithaf ediyorum.
 
*Köy Enstitüleri, Prof.Dr. Emine Öztürk
 
Toplam blog
: 118
: 631
Kayıt tarihi
: 07.10.13
 
 

İnsanın kendinden bahsetmesi meselesi benim için zor konuların başında gelir. Bu anlamda söyleneb..