Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Ocak '13

 
Kategori
Deneme
 

Mehmet Akif şehidine hain, Bedevi’ye şahin çıkmış!..

Birkaç zamandır dikkatimi çekiyor. Birileri Mehmet Akif için TV kanallarında konuşmalar yapıyor. Bu birilerine Başbakan da dahil. Ancak kötü kısmet; ben bu konuşmaların hep sonuna yetişiyor, neler olduğuna dair bir bilgi de edinemiyordum. En sonunda yarım yamalak bir bilgi edinebildim. Değil Mehmet Akif’in, bizler gibi san’atla yakından ilgisi olan ve bilgisi bulunan apt-i acizlerin dahî, dişinin kovuğunu dolduramayacak ve kim olduğunu halâ bilmediğim bir diş doktoru, Akif’e kusur bulmuş. Bir kusurun, kusursuz bir işe kusur bulması, oldukça kusurlu bir iş olsa gerektir. Kusur da Akif’in. “-Ancak Bedr’in(+)Arslanları bu kadar şanlı idi.” teşbihinde imiş “-Kusur bu teşbihin neresinde?” diye, arif olanlarınızın sorularını duyar gibi oluyorum. Efendim, Çanakkale’de savaşan ve şehit ya da gazi olanlar, nasıl olur da; Bedevî’ler ile mukayese edilebilirmiş?!. Bu Şehid-i şühedanın benzetilebileceği başka bir harp, darp ve millet yok muymuş?!.

Dişçi vatandaş işini bırakıp, üzerine hiç de vazife olmayan bu konuya, konu hakkında tek bir bilgisi de behresi de olmadan niş oldu madem; O nişi dişi ağrıyana kadar millet adına törpülemek de, bize görev oldu demektir. Nişli dişçi ilk bakışta sanki haklı gibi. Sıkıntı da zaten burada. İnsan-ı kâmil odur ki; haklı olduğunu zannettiği her yerde, yedi kerre dolanıp, sekiz kerre durup, her suale kerrelerce baş vurup, her cevabı def’atle inceler. Aldığı cevapları iyice yoğurur. Bilenlerle oturup konuşur. Fevkalâde emin olduktan sonra da, fikrini beyan eder.. Buna rağmen, hiç akıl edilmedik, haklı bir itiraz, yine de olabilir. Çıplak göz ile hiç analiz edilmeden bakıldığında: Bedir Savaşı(+), sıradan bir mahalle kavgasına benzetilebilir. Bir tarafta ÜçYüz kişi, Diğer tarafta DokuzYüz ya da Bin kişi, hepsi aynı yöreden, hatta aynı aileden, tabiî top yok tüfek yok. Günün modası pala kılıç! Bir tarafın doğru düzgün atı bile yok. Diğer tarafta at da deve de bol. Bu insanlar savaşsalar da savaşmasalar da kime ne?!. Ezcümle Bedevi’ler birbirlerine kızmışlar da; kapışmışlar gibi bir manzara var ortada. Bu akıl ile bakıldığında: Çanakkale savaşı nerede? Bedir savaşı nerede? Çanakkale’ye bir misâl vereceksen, Mohaç’tan misâl ver. Hiç olmadı; Doğu Roma İmparatorluğu’nu İslâm eden, fetihten örnek ver ki; şânın yürüsün; değil mi ama? Ruhsuz, kültürsüz, bilgisiz, düz mantık ile konuya bakıldığında, dişçi haklı. Hele şiirin tümünden cımbız ile bu satırı çekip alır, ancak manzumenin diğer satırlarına bakmazsan, dişçi İki Üç kerre daha haklı çıkar. Ancak şiirin aşağıdaki birkaç satırına baktığımızda, dişçide ne diş ne niş ne de hak hukuk kalmaz tabiî... Gelin bu şiirin birkaç satırını, kısa bir şekilde, birlikte analiz edelim.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi(1)...  Yaradan’da ve Yaradan ile var, Bir ve Bir bütün olma fiilinin, şehit kanına münhasır gücü vasfediliyor.

Bedr'in Arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Bedir’de (maalesef) karşı karşıya gelenler, aynı yörenin insanları ve aileleri, bir tarafta baba diğer safta oğul, bir safta amca diğer tarafta kuzen, bir safta dede diğer safta torun halinde, bir birlerine kılıç sallamak üzeriyken, ortada paylaşılamayan ve uğruna savaşılacak bir namus meselesi, bir hürriyet anlayışı ya da bir toprak parçası yoktu. Sadece Cenab-ı Hakk’a halkın huzur ile secde etmesi, İslâm’a imân etmesi içindi, bu beşerî zaaf. SAV Efendimizin zafer için ettiği duada bile, sadece ve münhasıran Hakk yolunda halkın muvaffakiyetini, Yaradan’dan talep edişi vardı. Bu sebeplerle Bedir savaşı, savaşların en kutsî ve ûlvî olanıdır. Dişçi efendinin Bedevî kastına muhatap olan, Hz.Muhammet SAV, Hz.Alî Efendimiz ve o savaşta saf tutmuş olan, bütün Müslimanlar gibi, bu savaşın sadece Hakk yolunda bütün savaşanları da, Bedr’in Arslanları idi... “Sen de Hakk ve halk yolunda ancak bu kadar şanlısın;” îması ile zımnen kasıt olunan: “-Çünkü karşındaki Yedi düvelin ordusu, burada sadece Osmanlı’yı değil; Onun şahsında, temsil ettiği İslâm’ı da yenmeye gelmiştir. Bak ki; bu kaçıncı haçlıdır. Sen ki; Hilâfet temsilcisi olarak, İslâm’ın sancak milletisin. Ve ancak Senin sayende İslâm’a inananlar, adalet içinde huzurla ibadet edebilirler..” denmekteydi.

Bu, taşındır' diyerek Kâ'be'yi diksem başına; Şair nasıl muazzam bir heyecan içindedir ki; ancak Kâbe-i Muazzama’yı bu şehid-i şühedaya, bir mezar taşı olarak lâyık görmektedir.

Ruhumun vahyini(2)duysam da geçirsem taşına; Kâbe’den olan o mezar taşına yazılacak bir kitabeyi de, sıradan bir kitabe olarak kabul etmeyip; ancak ruhuna doğacak bir vahiy yolu ile yazılabilecek bir kitabe olarak görmektedir.

Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ(3)namıyle, Yapay olan bütün kubbeler, O Şehide dar geleceği için, Şair gök kubbeyi yıldızlarla parıldayan bir şâl gibi alıyor.

Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;(4)   ve yine o yıldızlarla mücellâ gök kubbeyi kanayan lahdin üzerine seriyor.

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Kubbeli türbelere sığdıramadığı şehitlerine Çanakkale akşamlarının moraran bulutları ile kubbe çatıyor.

Yedi kandilli Süreyyâ'yı(5) uzatsam oradan; Her türbede yanan bir kandile mukabil şair, O Şehitlerin türbesine, Samanyolu Galaksisinde mevcut olan, bir takım yıldızını kandil etmeyi tercih ediyor.

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına, Ve o takım yıldızının yıldızlarını avize misâl kabul edip, bu semavî türbede, vurulmuş ve uzanmış yatan şehidinin kanını, Onun tenine bürünmüş olarak görüyor.

Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Ve gece mehtabı getirip O Şehidin yanına

Türbedârın gibi tâ fecre(6)kadar bekletsem;  Türbedarı gibi ta seher vaktine kadar bekletmek istiyor.

Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz(7)etsem;  (Zaferi kasten) Ve yeni doğan günün ışıklarını, avizenin yanan (uyanan) ışıkları gibi kabul ile bu türbeyi ya da o İlâhi mekânı, dudaktan taşarcasına aydınlatmak (neş’elendirmek) istiyor.

Tüllenen mağribi(8)akşamları sarsam yarana... Kendi karanlık yüzü sebebi ile adeta sisler tüller arkasında yok olmaya yüz tutmuş olan Batı’yı, (karikatür gibi) akşamları yarana sarsam, derken: Şair o dev şehitler karşısında esasen taharret bezi mesabesinde bile olmayan Batıyı, lûtfen yara bezi mesabesinde gösteriyor.

Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana. Ve tabiî böyle bir hatıraya yine de bir şey yaptığını iddia etmiyor.

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Ömrünü savaşlarda geçirmiş bu milletin şehit oğlu şehit olduğu gerçeğine parmak da basarak; Peygamber ocağının mahsulü olan bu şehitler için, verebileceği bir makber de olmadığının şuuru içinde:

Sana âğûşunu(9)açmış duruyor Peygamber. Şehidine, varacağı esas mertebesi olan Peygamberinin ağûşunu gösteriyor.

Herhalde herkesin bildiği gibi, tabiî bu şiir sadece bu satırlardan oluşmuyor. Ancak bu satırlar, şairin içinde bulunduğu halet-i ruhîyeyi gayet iyi anlattığı, mazrufunda söz konusu olan satırı da barındırdığı için, ben burada o satırlara yer verdim. Bu şiiri ilk okuduğumda ve tabiî okumakla da kalmayıp, çalıştığımda; henüz çocuk yaştaydım. Nedense Akif’in bu şiiri Çanakkale’de yazdığını düşündüm hep. Oysa, Akif bu şiiri belki de o zamana değin hiç görmediği Çanakkale’de yazmamıştı. Çanakkale’de zafere ulaşıldığının haberini aldığı Mısır’da, kısmen çöl ortasında bir yerde, kumlar üzerinde şükür namazı kıldıktan sonra, secdede avaz avaza ağlayarak bir vahiy halinde yazmıştı... Bu şiirin en hoşuma giden ana resmi, şairin şehidi için yarattığı, yukarıda da değindiğimiz: Taşı Kâbe’den, çatısı mor bulutlardan, örtüsü gök kubbeden, türbedarı mehtaptan, kandili  Süreyya’dan neş’elenerek, avizesi lebriz olan İlâhî türbedir. Belki de bu sebepledir ki; kızım doğduğu zaman, ismini “Lebriz” koymuşumdur.

Kim ise bu diş doktoru(?!) Tabiî ne Bedir’i, ne Arslanlarını, ne Akif’i, ne bu şiiri, ne Çanakkale’yi ne şehidini, ne beni, ne de Lebriz’i bilir. Bilmesin de zaten. Akif bu şiiri anlamayanlar okusun diye yazmadı. Ben de bu yazıyı onlar için değil; her işin aslını öğrenmek için, can atanlara yazıyorum. Bu eyyam, kültürüne kökten yabancı olan, her darbeyi marifet sayan, eçhel bırakılmış ve cehaleti marifet belleyen, önüne gelene raspa çekmek isteyen, lâik Cumhuriyet çocuklarının son eyyamıdır. Yeni gelen seküler, demokratik Cumhuriyet çocukları ile tarihe gömülmüş gerçekler ve bilgiler, tekrardan gün yüzüne çıkacak ve Türk aslına dönecek, aslını çok kısa sürede tekrar anlayacak ve yöneldiği Dünya zirvesindeki yerini alarak, ebedî bahtiyar olacaktır.. Sadece heba olan seksen yıla ve dişçi gibi insanlarımıza olanlar olmuştur.

Ben bütün ömrümce, karşılaştığım edebiyat hocalarına, bu dişçi gibi kültürünü bilmeden inkâr eden, iddialı işçi vatandaşlara, Akif’in en çok okunan bir başka satırının manasını sordum, hep. Ama bu güne kadar, hiçbir seferinde, doğru bir analizin cevabını alamadım. Sual çok basit ve şekli herkesçe çok bilindik. “-Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.” cümlesi, nasıl analiz edilirse, doğru bir netice elde edilmiş olur?.. Bütün edebiyatçılara, dişçilere ve işçilere cevap hakkı doğmuştur. Lûtfen buyursunlar...

Bu konu ile ilgili, bu güne kadar hiç değinilmeyen bir bilgiyi daha, umuma sunmak isterim. Çanakkale şehitleri için sonradan açılan bir şiir müsabakası olmuş, bu müsabakaya tabiî Mehmet Akif üstadın da bilinen bu şiiri sunulmuştur. Ancak bu müsabakaya sunulan diğer şiirler arasında, Yılmaz isimli karacı bir subaya ait olan ve gerçekten muhteşem bir şiir, Jüri tarafından esasen birinciliğe lâyık görülmüş. Ve fakat jüri bu değerli subayın şiiri ile şair-i azamın şiirinin, karşı karşıya kalması hâlinin dahî, efkâr-ı umumî üzerinde, çok ciddi bir sıkıntı yaratacağını düşünerek; diğer şiiri değerlendirmeye bile almamıştır. İşte bu ve benzeri birkaç fahiş mesele sebebi ile ben, jürilere hiç inanmaz olmuşumdur. Tüm şehitlerimize Cenab-ı Hakk’tan Rahmet niyaz ediyor, bu Rahmet-i Rahman’a Rabb’imin Akif kulu ile Ahiret’e intikâl etmiş olan, cümle şair ve sanatkâr kullarını da hissedar etmesini, temenni ediyorum.

Akif, gurbet ellerinde oldukça uzun bir süre vatan hasreti içinde yanmış, ömrünün son demlerinde İstanbul’da ikametine yardımcı olunmuşsa da, ne hazindir ki; ikamet ettiği mahalde, takip altında tutulmuş, bu takibatı bilen dostları ise, kendi başlarına bir şey gelmesinden korkarak, Akif’e gelip gitmez olmuşlar ve şair ömrünün son demlerinde ciddi bir yalnızlık içinde kalmıştır. Ve bu unutulmuşluk içinde, Belediyenin kimsesizler bölümündeki görevlileri tarafından, o mahut günün, öğlen namazına acele ile yetiştirilen naşı, Beyazıt Camiinin musalla taşında dururken, tabutunun üzerinde doğru düzgün bir örtü bile yoktur. Ondan daha da acısı, tabutun taşınması için, dördüncü koluna lâzım olan bir fert dahî cenazesinde bulunmamaktadır. O sırada oradan geçen üniversiteli birkaç gençten recacı olunur ki; mevtanın namazı cemaatsiz, tabutun bir kolu boş kalmasın, diye. İş dua faslına geldiğinde: Gençler imamın ağzından “-Akif kulunun” sözünü duyunca, esasen hasta olduğu bilinen Mehmet Akif hatırlarına gelip, o anda hocaya “-Bu Akif hangi Akif?” diye sorarlar. Ve tabiî aldıkları cevap karşısında, dona kalırlar!.. O fukara tabutundaki Akif, şair-i azam  Mehmet Akif’tir... Bir anda mesele kulaktan kulağa, bütün İstanbul Üniversitesi ve tabiî İstanbul’da, oradan da Türkiye’de yayılır. Talebe cenazeye el koymuştur. Sonra Mehmet Akif’e yaraşan bir cenaze, İstanbul Üniversitesinden Şehitliğe kadar Şair’in tabutu Türk bayrağına sarılı olduğu halde, omuzlar üzerinde(10)  milletin sel olup aktığı, bir mahşerî manzume hâlinde, ebedî istirahatgâhına tevdî olunur. Ve Üniversite talebeleri, harçlıklarından arttırdıkları paralar ile Akif’in bugünkü mezarını yaptırırlar. Bu ayıp da herkese rezil olması için, hem bu millete, hem de o günkü devlete, yeter de artar bence. Çünkü Dünya üzerinde hiçbir millet ve devlet, Türkler kadar sanatkârlarını sahipsiz bırakmaz. Ve Dünya’da hiçbir millet ve devlet Türkler kadar satılsa pul etmeyecekleri “san’atkâr” diye adam yerine koymaz!..

BEDİR SAVAŞI (+)
İslâm'ın gelişinin 15'inci, hicretin ikinci, miladın 624'üncü yılında Medine'ye 80 millik mesafedeki Bedir köyünde meydana geldi. Kâfirlere karşı korunmak ve Allah-ü Teâlâ'nın dinini yaymak için verilen savaş izninden sonra yapılan ilk gazâ olan  Bedir'in; tarihteki yeri çok büyük ve mühimdir. Müslümanları Medine'de de rahat bırakmayan, tehdit mektuplarıyla şehirde huzuru bozan, yakın yerlere kadar gelerek yağmacılıkla mal emniyetini sarsan Kureyş müşrikleri harbe hazırlanıyorlardı. Bunun için Ebû Süfyan idaresinde büyük bir ticaret kervanını Şam'a göndermişlerdi. Elde edilecek gelir ile silahlarını ve kuvvetlerini iyice arttırmak istiyorlardı. Peygamberimiz Aleyh-is selâm Ramazan ayı içerisinde, Kureyş kervanının halini anlamak ve hazırlık olmak için sahabileri ile beraber Medine’den çıktı. İslâm Ordusunda ilk defa Medineli ensâr da yer almıştı. Müslümanların bu hareketini haber alan Ebû Süfyan, kervanının korunması için Mekke'ye haber saldı. Mekke'de koparılan yaygara üzerine büyük bir kâfir ordusu yola çıkarıldı. Müminlerden önce gelerek Bedir'de su başını tuttular. Peygamberimiz Aleyh-is selâm bir savaş maksadıyla çıkmamıştı. Ancak Kureyşli’lerin bu kötü niyetleri karşısında sahabileri ile görüştü. Onların fikirlerini, düşüncelerini öğrendi. Buraya kadar sokulmuş bulunan düşmana karşı konulmasında birleşildi. Sahabiler Fahri Kâinat Efendimize sonuna kadar bağlılıklarını bildirdiler. Ebû Süfyan ticaret Kafilesini sahilin kestirme yollarından geçirerek tehlikeli bölgeden uzaklaştırmıştı. Kervanı kurtardığını Kureyşli’lere de bildirmişti. Ancak Müsliman’larla savaşmak, onların birliğini dağıtmak için çoktan beri fırsat arayan müşrikler geri dönmediler. Sayı ve silah üstünlüklerine güvenerek Müsliman’ları ortadan kaldırabileceklerini sandılar. Tarafların Kuvvetleri Kureyşli’ler saldırarak, müminler ise kendilerini koruyarak savaşa başlayacakları sırada kuvvet dengesi birbirinden hayli farklıydı. Ebû Cehil'in kumandası altındaki kâfirler, 100 atlı, 700 develi, geri kalanı yaya olmak üzere 950 kişiydi. Çoğu zırhlı ve ağır silahlarla donatılmıştı. Müminler ise 3 atlı, 70 develi 313 yiğitti. Hayvanlara nöbetleşe biniyorlardı. Ancak Peygamberimiz Aleyh-is selâmın kızı olan, zevcesi Hazreti Rukayye'nin ağır hastalığı sebebiyle Hazret-i Osman gibi birkaç sahabiye izin verilmişt,

Bedir'de, şimdiye kadar kan ve başka anlaşmazlıklar için çarpışan Arap kavmi, ilk def’a din uğruna savaşıyordu. Bunun içindir ki, iki tarafın askerlerinden çoğu birbirlerinin en yakınıydı.Müslümanların sancağını Hazret-i Mus'ab, kâfirlerin bayrağını kardeşi Ebû Aziz taşıyordu. Peygamberimiz Aleyh-is selâmın amcalarından Hazret-i Hamza kendi yanında, diğer amcası Abbas düşman safındaydı. Yine damadlarından Hazret-i Ali yanında iken; diğeri, Hazret-i Zeyneb'in kocası Ebû Âs kâfirler arasındaydı. Hazret-i Ebû Bekir'in oğullarından Hazret-i Abdullah yanında, Abdurrahman ise karşısında bulunuyordu. Diğerlerinin yakınları da bunlar gibiydi.

Savaş Başlıyor (M. 13 Mart 623 - H. 17 Ramazan 2) Hazırlıklardan sonra, iki ordu 17 Ramazana rastlayan Mîlâdî 13 Mart 624 Cuma günü sabahı karşı karşıya geldi. Peygamberimiz Aleyh-is selâm müminlerin orucunu bozdurdu. Gece yağan yağmurla su ihtiyaçlarını da karşılamışlardı. Çünkü su kuyusu kâfirlerin elinde bulunuyordu. Peygamberimiz Aleyh-is selâm Allah-ü Teâlâ'ya dualarda bulunuyor, yalvarıyor, müminlere müjdeler veriyordu. Müslümanların da kendilerinden üç misli fazla düşman karşısında,maneviyatı artıyor, gayretleri çoğalıyordu. Hazret-i Abdullah b. Cahş seriyyesinde öldürülen Amr'ın kardeşi Âmir, bir ok atarak Hazret-i Ömer'in âzadlı kölesi Hazret-i Mihca'yı şehît etti. İslâm yolunda savaşta, ilk düşen şehîd o oldu ve çarpışma da böylece başladı. İlk hücumu ve öldürmeyi kâfirler yapmış, müminler de karşılık vermek zorunda kalmış oluyorlardı. O zamanın âdetine göre, Kureyşli’ler ortaya üç kişi çıkardı. Müminlerden de Hazret-i Hamza, Hazre-i Ali ve Hazret-i Ubeyde karşılık verdiler ve düşman kâfirleri yere serdiler. Artık savaş, iyice kızışmış, Kureyşli’ler korkunç bir saldırıya geçmişti. Müminler iman kuvvetiyle karşı koydular ve büyük bir azimle dayandılar. Sonunda Allah-ü Teâlâ'nın yardımına kavuştular.

Zafer Müslümanların Savaşın sonunda kâfirler bozguna uğramış, galip gelenler Allah ve Rasûlüne inananların olmuştu. Aralarında Ebû Cehil gibi büyük kâfirlerin de olduğu 70 Kureyşli öldü, 70 kişi de esir düştü. Canını kurtarabilenler de ölülerine, mallarına bakmadan kaçtı. Müminler ise 14 şehît verdi, bol ganimet aldı. Peygamberimiz Aleyh-is selâm esirlere hoş davranılmasını emretti. Kâfirlerin ölüsünü ise bir çukura doldurttu. Haber Mekke'ye ulaşınca kimse inanamadı. Şehir halkı mateme büründü. Savaşa gelmeyen ve yerine paralı asker gönderen Ebû Leheb, bir  hafta sonra kahrından öldü.

TEVHİD(1)

Birleme. Bir Allah'tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilahe illallah sözünü tekrarlama. Her yerde ve her şeyde Allah'tan başkasının te'sirhâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek ve bilerek yaşamak. Edb: Allah'ın varlığına ve birliğine dair yazılan manzume.İnsanlar, Allah'ın birliğine inananlar ve birliğine inanmayanlar olarak ikiye ayrılır. Allah'a inanmayanlar sözü, aslında Allah'ın birliğine ve sıfatlarına inanmayanlar sözünün kısaltılmış şeklidir. Çünkü insanı ve kâinatı kim yaratmıştır? Sorusuna inananlar da inanmayanlar da cevap vermektedir. İnanmayanların verdikleri cevaplardan "kendi kendine olmuştur" sözü hem mantıksızlık, hem de varlığı bir ilâh gibi tasavvur ettiklerinden kâinatta mevcut varlıklar kadar ilâh edinmiş olurlar. "Muhtelif sebepler ve şartların bir araya gelmesiyle yaratılmıştır" diyenler, sebepleri ilâh olarak kabul etmiş ve kendisine kâinattaki sebeplerin sayısı kadar ilâhlar edinmiş olur. "Tabiat yaratmıştır" diyenlere gelince: Tabiattaki varlıklar atomlardan meydana geldiğinden hem atomu bir ilâh yerine koymuş olur ve atomlar sayısınca ilâh edinmiş olur. Demek ki Allah'ın birliğine inanmayan inkârcılar, kendi düşüncelerinin ürünü olan ilâhlara tapan putperestlerden başka bir şey değildir. (Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, tevhid ve ferdiyeti pek çok tekrar ile, kuvvetli bir hararetle, yüksek bir halâvetle ders verdiği gibi, bütün enbiyâ ve asfiyâ ve evliyâ en büyük zevklerini ve saadetlerini kelime-i tevhid olan Lâ ilâhe illâllah'da buluyorlar. L.) (Arkadaş! Tevhid iki çeşit olur: Birisi âmiyâne tevhiddir ki, -Allah'ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür - der. Bu kısım tevhid sahiplerinin fikirce gaflet ve dalâlete düşmeleri korkusu vardır. İkincisi hakiki tevhiddir ki, -Allah birdir, mülk onundur, vücud onundur. Her şey Onundur der. Lâyetezelzel bir itikada sahiptirler. Bu kısım tevhid sahipleri her şeyin üstünde Cenab-ı Hakk'ın sikkesini görür ve her şeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sâyede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar. M.N.) (Tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki İlm-i Mantıkta, tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir. Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz'an ve kabuldür ki; her bir şeyle Rabb’ini bulabilir ve her şeyde Hâlik’ine giden bir yolu görür ve hiç bir şey huzuruna mâni olmaz. Ş.)

VAHİY(2)

Bir fikrin, bir hakikâtin veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi.

Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyen i'lâm, bazı hususi maksatları tebliğ gibi mânalara gelir. Şeriatta vahiy: Dilediği ahkâmı, esrar ve hakaik-i Peygamberan-ı Zişanına rüya, ilham, kitap, irsal-i melek yollarından biriyle Cenab-ı Hakk'ın bildirip ifham buyurması demektir. (Vahiy ve ilhamın farkları: Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekserisi melâike vasıtası ile ve ilhamın ekserisi vasıtasız olmasıdır. Meselâ: Nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yâverini bir vâliye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazen vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir.İkincisi: Sultanlık unvanı ile ve padişahlık umumi ismiyle değil, belki kendi şahsı ile hususi bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmi raiyyetiyle, hususi telefonu ile hususi konuşmasıdır. Öyle de Padişah-ı Ezelî'nin umum âlemlerin Rabb’i ismiyle ve kâinat Hâlikı unvanı ile vahy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamları ile mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zihayatın Rabb’i ve Hâlik’i olmak haysiyetiyle hususi bir surette fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var. İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise; gölgelidir, renkler karışır, umumidir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit, hem pek çok envaiyle denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniye’nin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. Ş.) (Vahiy iki kısımdır: Biri: "Vahy-i Sarihî" dir ki, Resul-i Ekrem (A.S.M.) onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazı hadis-i kutsiye  gibi. İkinci kısım: "Vahy-i Zımnî" dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinat eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyh-is salât-ü Vesselâm'a aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde Zât-ı Ahmediye Aleyh-is salât-ü Vesselâm, bazen yine ilhama, ya vahye istinat edip beyan eder; veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadı ile yaptığı tafsilât ve tasviratı ya vazife-i risalet noktasında ulvi kuvve-i kudsiye ile beyan eder veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyan eder.İşte her hadiste bütün tafsilâtına, vahy-i mahz noktasıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvi âsârı aranılmaz. Mâdem bazı hâdiseler mücmel olarak mutlak bir surette O'na vahyen gelir, o da kendi ferasetiyle ve teârüf-ü umumi cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkülâta bazen tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünkü bazı hakikatler var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasıl ki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp, şimdi Cehennem'in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevap geldi ki: "Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp, Cehennem'e gitti." Zât-ı Ahmediye Aleyh-is salât-ü Vesselâm'ın beliğ bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin te'vilini gösterdi. M.)

RİDA(3) Örtü, belden yukarı örtülen şey, çar ve şal. Akıl. İlim. Seha. Zinet. Parlaklık veren şey. Hırka.

 ECRAM(4)  (Cirm. C.) Ruhsuz büyük varlıklar. Cirmler. Yıldızlar.

 YEDİ KANDİLLİ SÜREYYA(5) Bu yıldız kümesi, Hyades'in bir karış uzağındadır ve oldukça belirgin bir kümedir. Şekli küçük bir kepçeyi andırır. Birbirine çok yakın bu yıldızların kapladığı alan parmağınızın ucu kadardır. Böylesine sıkışık olmaları, bu kümeyi, ışıklı küçük bir grup haline getirmiştir. Ülker yıldız kümesi, fiziksel büyüklük ve yıldız sayısı bakımından Hyades'e çok benzer. Fakat Ülker yaklaşık 440 ışık yılıuzaklıkta olduğu için biraz küçük görünür.

 FECR(6) Tan yerinin ağarması. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık.

 LEBRİZ(7)Taşacak kadar. Ağıza kadar. Taşkın.

 MAGRİB(8)   (Mağrib) Batı taraf. Garp. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrika’nın şimâl tarafı. Türkiye'ye nispetle Garp’da bulunan Fas, Tunus, Cezayir ve İspanya tarafı.

 AĞUŞ(9) Kucak. Sığınılan yer.

Omuzlar üzerinde(10) İslâm’da tabut aslâ eller üzerine alınmaz. Bu hâl mevtayı  murdar eder.

Haydar Volkan

Çiftehavızlar:10.01.2013

 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..