Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Mart '08

 
Kategori
Ben Bildiriyorum
 

Mehmet Gül ve yitik baharlar hikayesi...

Mehmet Gül ve yitik baharlar hikayesi...
 

Gençlik, milletlerin geleceği, umudu yani baharıdır. Gençlik, bireyler için de bahar yıllarıdır.Hayatın doya doya yaşandığı, cıvıl cıvıl hayallerin kurulduğu yıllardır gençlik yılları.İşte 70'li yıllarda bir milletin baharı silindi, toptan yok edildi.Bu yazı bir yitik baharlar hikayesidir.

13.3.2008 günü akşam haberlerini izlemek üzere televizyonu açtığımda spikerin son dakika haberi uyarısı üzerine daha da pür dikkat kesildim;

"Eski MHP milletvekili Mehmet Gül öldü!"

Mehmet Gül geçtiğimiz yıl hepatit B'nin yol açtığı siroz hastalığı nedeniyle karaciğer nakli yaptırmıştı. Bir iş seyahatı için gittiği Ukrayna'da rahatsızlanmış ve vefat etmişti.

Bir anda şoka girmiştim. Bu ölüm benim için sıradan bir ölüm değildi.

Mehmet Gül adı, hesabı görülmeden tarihin karanlığına gömülen 70'li yılları çağrıştırıyordu bana. Bu karanlık yıllarda benim de yolum Mehmet Gül'le çakışmış, çok kısa olsa da bir hatıramız olmuştu.

İçten içe bir savaşın yaşandığı, sokakların, mahallelerin ve okulların taksim edildiği yıllardı o yıllar...

1976-77 ders yılında İstanbul Hukuk'a kaydımı yaptırmıştım. Milliyetçi Cephe hükümeti iş başındaydı. İstanbul Hukuk da Ülkücülerin elindeydi.

Yani benim şansıma ülkücü idare düşmüş ve onların emir ve komutaları altına girmiştim. Bazı olayları bahane ederek, zaman zaman, ülkücü olsun olmasın hatta renk vermeyen solcular da dahil olmak üzere tüm öğrencileri bir koyun sürüsü gibi caddede topluyorlar, bir asker disiplininde sıraya dizerek yürüyüş yaptırıyorlardı.

Henuz öğrenemediğimiz İstanbul caddelerinde nereye gittiğimizi ve başımıza nelerin geleceğini bilmeden yürüyorduk.

Demirel; "Yollar yürümekle aşınmaz" diyordu ama bal gibi de aşınıyordu yollar. Üstelik aşınan sadece yollar değil umutlarımız, hayallerimiz de aşınıyordu!

Yürüyüşü organize edenler, yani komutanlarımız, gerçekte okul arkadaşlarımız açıktan yürüyorlar, düzeni sağlıyorlar, durmadan bazı sloganlar söylüyorlar ve bizlere de söylettiriyorlardı...

Böyle bir ortamda tanıdım Mehmet Gül'ü. Orhan Çakıroğlu ve Kazım Ayaydın'la beraber İstanbul Hukuk'un ülkücü öğrenci liderleriydi.

İlk yılım, zoraki yapılan bu yürüyüşleri saymazsak, nisbeten sakin geçti. Okul ülkücülerin kesin hakimiyeti altındaydı. Solcu öğrenciler okula gelemiyorlardı. Birkaç defa toplu halde okula gelmeyi denediler; her defasında ülkücü öğrenciler ve görevli polislerin yardımlarıyla kapıdan içeri giremeden püskürtüldüler ve yedikleri dayaklar yanlarına kar kaldı.

Solcuların gelişi, anında haber alınıyor, bina içerisinde yerini bilmediğim bir odada saklanan sopalar çıkartılarak ülkücülere dağıtılıyor, solcular tam kapıdan içeri girecekken hucuma geçiliyordu. Solcular neye uğradıklarını şaşırıyorlardı. Bir taraftan ülkücüler ellerindeki sopalarla Allah ne verdiyse vururlarken, bir taraftan da, düzeni sağlamakla görevli polisler coplarla takviye yapıyorlardı!

Bir seneyi böyle geçirmiş ve ikinci seneye başlamıştık. Türkiye'de şartlar değişmişti. 77 genel seçimleri yapılmış, Seçimi kazanan Ecevit, AP'den yaptığı milletvekili transferleriyle tek başına hükümeti kurmuştu. Ülkücülere yakın olan Demirel gitmiş, yerine solculara yakın olan Ecevit gelmişti. Tepeden tırnağa bürokrası bu minval üzere değişmişti. Bu değişimin bizim okula yansıması ülkücü bıyıklı polislerin yerini solcu bıyıklı polislerin alması şeklinde oldu. Yani POL-BİR gitmişti, yerine POL-DER gelmişti.

Ülkücülerin okuldaki hakimiyetleri çatırdamaya başlamıştı. Adım adım zayıflıyorlardı. Artık, toplu halde de olsa, solcu öğrenciler okula gelebiliyorlar ve derslere girebiliyorlardı. Anfinin kürsüye göre sağ tarafında solcular, sol tarafında da sağcılar oturuyorlardı. Tarafsızlar da sağda veya solda tercihlerini yapıyorlardı. Polisler de arka aralarda nöbet tutuyorlardı. Sırayla teneffüse çıkılıyordu; bir teneffüs solcular, bir teneffüs sağcılar.

Benim samimi olduğum iki ülkücü arkadaşım vardı. Onlarla beraber oturuyor ve geziyordum. O sıralar karete kursuna gidiyor olmamdan olacak, kendime aşırı bir güven ve cesaret gelmişti; üç beş kişiyi gözüm görmüyordu bile! Solcuların sırası olan bir teneffüste ben de dışarı çıktım ve tuvalete girdim. Genişce bir alandı. Tam elimi yıkıyordum ki aynaya bir göz attım, bana doğru bir grubun hamle yaptığını farkettim. Ani bir refleksle geri dönüp, sert bir uslupla "ben ülkücü değilim" diye bağırdım. Bu şekilde kendimi kurtardım. Yoksa komaya sokulmam işten bile değildi.

Okulun düzeni ülkücüler aleyhine değişmişti, moralleri bozuktu. Bundan bizler de etkileniyorduk. Sükünet yerini kargaşa ve gerilime bırakmıştı.

İşte tam da bu ortamda, birkaç dakikalığına da olsa, kader beni Mehmet Gül'le karşı karşıya getirdi. O Mehmet Gül ki, okulda nam veren üç kişiden biri, belki de en ünlüsü idi.

Yukarıda bahsettiğim iki ülkücü arkadaşımla beraber teneffüs sıramızda koridorda yürüyorduk. Mehmet Gül yanımıza geldi ve moralleri bozuk olan ülkücü arkadaşlarıma, bir komutan edasıyla, moral vermeye çalıştı.

İki gün sonrası 16 Mart 1978 idi. Öğlenciydim. Her zamanki gibi, öğlen saatlerinde okulun ön kapısına geldim. Etrafta olağanüstü bir durum vardı. Her taraf polis kaynıyor ve bir koşturmaca yaşanıyordu. Bu tür görüntülere alışmış olmalıyım ki, hiçbir şey yokmuş gibi kapıdan içeriye girmeye kalktım. Bir polisin sert ve azarlayıcı uyarısıyla irkildim ve geri döndüm. Okulun kapalı olduğunu öğrenebilmiştim sadece. Etraftaki ürkütücü havayı iyice sezinledikten sonra oradan ayrıldım.

Sonradan öğrendiğime göre, benim okula gelmemden sadece 10 dakika önce gerçekleşen olay tam anlamıyla bir katliamdı. Katliam olarak da tarih sayfalarında yerini aldı. Toplu halde okula gelen solcu öğrenciler üzerine bomba atılmış, sonra da silahla taranmışlardı; 7 ölü, 41 yaralı vardı.

Bu olayla ilgili Mehmet Gül sorgulandı ve delil yetersizliğinden serbest bırakıldı.

Bu olay nedeniyle okulumuz geçici bir süre kapatıldı. Açıldığında yaşananlar ise çok daha trajikomikti;

Önceden olduğu gibi anfide solcu öğrenciler bir tarafta, sağcı öğrenciler bir tarafta oturuyorlar, ara boşluğun arka tarafında da polisler nöbet tutuyorlardı.

Solcu öğrenciler, yaşadıkları katliamın etkisiyle, intikam ateşiyle yanıyorlar, burunlarından soluyorlardı.

Bu durumun farkında olan ülkücülerin çoğu okula gelmemişlerdi, azınlıktaydılar.

Solcular, her ders başlangıcında, gelen hocaya, arkadaşları için saygı duruşu yapmak istediklerini söylediler ve her hocadan ret cevabı aldılar. Son olarak Murat Sarıca hocanın dersi vardı. Ondan da izin istediler. İzin anında verildi. Meğer Murat Sarıca dünden razıymış!

Saygı duruşu için solcular ayağa kalktılar. Benim de aralarında olduğum ülkücüler oturmaya devam ettiler. Saygı duruşu bittikten sonra sataşmalar başladı ve sonunda hucum...

Ben, yukarıda bahsettiğim gibi, kendime olan aşırı güven nedeniyle, ülkücüler tarafında, arka sıralarda solculara en yakın yerde oturuyordum. İlk darbeyi ben alacak ve arada ezilip gidecektim. Solcuların hucuma geçmesiyle, başka kaçış noktası olmadığından, aniden sıraların üzerine çıktım, sıradan sıraya atlayarak bir anda kendimi kürsüde Murat Sarıca hocanın yanında buldum. Saniyelerle kendimi kurtarmıştım. Ve şimdi kürsüde Murat hocanın yanında, onunla birlikte bir meydan dayağı izliyordum. Solcu öğrenciler yumruk ve tekmelerle, POL-DER'li olduklarını bıyıklarından anladığımız görevli polisler de coplarıyla olanca güçleriyle vuruyorlardı. Kapıda yığılma olduğundan bu işkence uzunca bir süre devam etti.

Murat Sarıca hocanın keyfine diyecek yoktu!

Muhtemelen diğer sınıflarda da benzer olaylar yaşanmış olacak ki okul tümüyle solcuların eline geçmişti. Ve şimdi de ülkücüler okula gelemiyorlardı artık!

Ben ve benim gibi diğer arkadaşlarım güzelim okulumuzdan soğumuştuk. Sınavdan sınava geliyorduk. Daha sonraları hükümet yeniden değişti, Sıkı Yönetim ilan edildi. Güvenlik nisbeten sağlandı ama özgür düşüncenin egemen olması gereken üniversitede bizler jandarma gölgesinde eğitimimizi tamamlamak zorunda kaldık ve bu şekilde mezun olduk.

Üniversite hayatımda anlatabileceklerim sadece yukarıdakilerdir!

İçimde uhde olarak kalmıştır üniversite yıllarım, kayıp yıllarım...

Gençliğimizin baharı böyle geçmemeliydi. Askerlik anıları gibi; bir hayat boyu anlatacak güzel anılarımız olmalıydı. Yaşanmalıydı güzel şeyler...

Peki, Mehmet Gül bu olayın neresindeydi acaba?

Mehmet Gül yürekli, yiğit, mert bir Anadolu delikanlısıydı. İnandığı idealleri uğruna kellesini koltuğuna almıştı...

Gerçekte Anadolu topraklarında büyük bir oyun oynanıyordu ve bu oyunun büyük oyuncuları vardı!

Beş Bin tane genç fidan baharlarında sarardılar soldular, yazlarını göremeden.

Kalanlar 12 Eylül'ün tornasından geçirildiler, budandılar, törpülendiler...

Mehmet Gül gibiler yine de şanslı sayılabilerler. Milletvekili olarak, mücadelesini verdiği davanın hasatını, kısmen de olsa, toplamış olabilir.

Ama O bile milletvekiliyken gittiği Küba'da, Che şapkasyla gülümseyerek bozkurt selamı verirken kameralara, belki de kendisine gülümsüyordu. Kaderinin kendisine oynadığı oyuna, çelişkilerine, pişmanlıklarına... 70'li yıllarda fotoğrafına bile tahammul edemiyeceği kıyafetler kendi üzerindeydi ve dahası kendisi o topraklardaydı!

Ne için dökülmüştü bunca kanlar, telef olmuştu canlar. Kendisi, teselli babından da olsa, iyi bir noktadaydı.

Ya diğerleri; sağcısıyla solcusuyla koca bir dönemin gençliği. Bir milletin baharı, geleceği. Topyekün kaybolan, yok olan hayatlar manzümesi, yitik baharlar hikayesi...

Ve ben bugünün üniversite gençliğini televizyondan izliyorum ve üzülüyorum; 70'li yıllara özeniyorlar ve özlem duyuyorlar.

Birileri onlara gerçekleri anlatmalı, fazla geç olmadan...

Mehmet Gül'e Allah'tan rahmet diliyorum.

 
Toplam blog
: 337
: 4184
Kayıt tarihi
: 03.08.07
 
 

Hukukçuyum... Hukukun üstünlüğünün ve hukukçunun saygınlığının ülkemde gelişmesini ve kalıcı olma..