Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Eylül '10

 
Kategori
Öykü
 

Memleketimin Delileri-1

Memleketimin Delileri-1
 

Bu memlekette deliden bol ne var?


Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde… Masal bu ya, bir ülkede adı sanı belli olmayan birçok insanın yaşadığı bir yerleşim yeri varmış. Buraya masalcılar Memleketim adını vermişler.

Memleketimin kasaba, belde, ilçe ya da vilayet olup olmadığı tartışmalı bir konuymuş. Girişinde yolun üzerindeki tabelada MEMLEKETİM-Nüfus:10001 yazıyormuş. Ancak sonradan tabelanın altına Hayır: 10000 ibaresi eklenmiş. Görünen o ki birisinin nüfus miktarına itirazı vardı. Bu kişi İddiacı Veysel’di. Veysel’e göre burada yaşadığı varsayılan <ı>“Sıska Umut, çeyrek porsiyon bir insandı. O nedenle böyle bir kişi nüfus miktarının içinde gösterilemezdi.”

Üzerine kısa kollu kahverengi bir tişort, altına kot bir pantolon, ayaklarına ise spor bir ayakkabı giymiş olan genç bir adam, oturduğu koltuğu arkasındaki kişiyi rahatsız etmeyecek bir şekilde azıcık yatırdı, başını otobüsün camına dayayıp gözlerini kapattı. Teypten “Gücüme gidiyor böyle yaşamak” şarkısı duyuluyordu.

Bu kişi Memleketim’e yeni atanan Al-Makam’dı. Görevine resmen başlamadan önce çalıştığı eski işyerinden yıllık iznini almış, yeni görev yerini kimseye haber vermeden incelemek üzere yola çıkmıştı. Bu görevi kabul edip etmeyeceğine incelemeden sonra karar verecekti.

O devirde, o ülkede Al-Makam’ın yetkisi çok fazlaymış. Ağzından çıkan her söz kanun sayılırmış. <ı>”Şu makamı al sana verdim, bunu ona verdim, şunu buna verdim!” diyebiliyormuş.

Genç adam, gözlerini aralayıp yılan gibi kıvrılan virajlı yola baktı. Biraz sonra Memleketim-10 yazan trafik levhasını gördü. <ı>”Az kaldı.” diye düşündü. Memleketim’e yaklaştıkça otobüs hızını artırıyordu. Karşıdan ya da arkadan gelen başka bir otoya rastlanmadığından sürücü aracı adeta uçuruyordu.

Memleketim üç tarafı ormanla kaplı, bir yanında da deniz bulunan şirin bir yerdi. Alt tarafında yani güneyinde kendi adını almış bir dere şehri ikiye bölüyordu.

Otobüs ormanın kenarındaki Otogar’a girdiğinde genç adamın burnuna çam kokuları gelmeye başladı. Bu havayı doya doya içine çekti. ”Güzel bir yere benziyor.” diye düşündü, yani ilk intibaı olumluydu. Otobüsten inip, valizini alıp birkaç adım attığında karar vermek için erken davrandığını anladı. Çünkü beş-altı çığırtkan kendi yazıhanelerine götürmek için kolundan bacağından çekiştirmeye başlamışlardı. Bir yere gitmediğini, az önce otobüsten indiğini tek tek çığırtkanlara anlatıncaya kadar göbeği çatlamıştı.

En son derdini anlattığı çığırtkandan, kaptığı valizini kurtarınca otogarın çıkış kapısına doğru yürüdü. Yürüdü ama yürüyemedi, çünkü bu sefer de taksi şoförlerinin saldırısına uğradı. ”<ı>Götürelim abi.Valizini bagaja koyayım mı abi? Taksimetreyi gündüz tarifesinden açarım (O sırada zaten gündüzdü). Kazıklanmak istemiyorsan benim arabaya bin.” Konuşmaları ve yine orasından burasından çekiştirmeler. Neyse ki onlardan da kendini kurtardı ve <ı>“Çattık!” deyip, başını sallayarak yoluna devam etti.

Otogarın dışına çıkıp biraz yürüdükten sonra bir benzin istasyonu gördü. Buradan da üzerine benzin pompacılarının hücum edeceğini zannetti, ama böyle bir şey olmadı. Arabası olmadığına ilk defa sevindi.

Bir caddeye ulaştı. Caddenin girişinde “Şehit Onbaşı Koray Caddesi” yazıyordu. Caddenin karşı tarafına geçerek yürümesini sürdürdü. Biraz gidince bir dere ve üzerinden geçen köprüyü, köprünün hemen çıkışında Yangel Oteli yazısını gördü. İlk gördüğü bu otelde kalmaya karar verdi. Şu an dinlenmek ve sakal traşı olmak niyetindeydi.

Otelden içeri girdi. Resepsiyonda kimse yok gibi görünüyordu. Biraz dikkat edince koltuğun arkasına yaslanarak uyuyan resepsiyon memurunu fark etti. Rahatsız etmemek için geri dönmeye, başka bir otel aramaya karar verdi. Geri dönerken spor ayakkabılarının çıkardığı ses resepsiyon memurunu uyandırmaya yetti:

<ı>-Buyruuun! Sesini işiterek durdu.

<ı>-Buyrun beyefendi! Boş yerimiz vardır, fiyatlarımız hesaplıdır, yataklarımız temizdir, odalarımızda haşereye rastlanmaz.

Bir şey sormamıştı, ama adam otomatiğe bağlanmış gibi otelinin reklamını yapıyordu.

<ı>-Bir oda istiyorum.

<ı>-Nehir manzaralı mı olsun?

<ı>-Eh, olursa iyi olur!

<ı>- Kaç gün kalmayı düşünüyorsunuz?

<ı>-Şimdilik iki diyelim. Beğenirsem uzatırım.

<ı>-Tamam, kimliğinizi ve 150 lira rica edeceğim.

<ı>-Ama tarifede bir kişilik oda 35 lira yazıyor. İki gece 70 lira olması gerekir. 150 de neyin nesi?

<ı>-O tarifede yazan sıradan odaların fiyatı. Sizinki ise dere manzaralı.

<ı>-Tamam, tamam al paranı! dedi. Çünkü tartışacak hali yoktu.

Odasına girdi, yarım saat dinlendi, traş oldu ve tekrar dışarı çıktı. Çıkarken resepsiyon memuru ona yol gösteriyordu:

<ı>“-Abi, buranın esnafı kazıkçıdır. Yabancı olduğunu belli etme! Yoksa soyarlar valla.” Sanki kendisi farklıydı…

Caddeye çıktığında otelin hemen karşısında Hükümet Konağı’nı gördü. Demek ki çalışma yeri buradaydı. ”Büyük bir ihtimalle makam odamın dere manzarası da vardır.” diye düşündü. İleride binaların arasında kalmış Niyet Müdürlüğü’nü de gördü. Kapısında polis nöbet kulübeleri vardı.

Birden araba korna sesleriyle irkildi. Karşı caddeden bir düğün konvoyu geçiyordu. En önde üstü açık bir kamyonet, içindeki iki davulcu, bir zurnacı, bir de kameraman ile ağır ağır ilerliyordu. Davulların sesi zurnanın sesini bastırıyordu. En önde gelin arabası olması gerekirken bu konvoyda en önde yer alan arabanın plakasında “Düğüncü Başı” yazıyordu. Aynı arabanın camının üstüne de <ı>“Baş ol da istersen düğüncü başı ol!” yazılmıştı. Arabanın içinde ise, önde, kendi koltuğundan şoförünkine taşmış bir kadın kasıla kasıla oturuyordu. Arabanın arka koltuklarında oturan yoktu. Demek ki bu araç sadece Düğüncü Başı’na tahsis edilmişti.

Gelin ve damadı taşıyan araba düğüncü başınınkini izliyordu. Ön plakasında <ı>“Beraber Ölelim” arka plakasında ise <ı>“Mutlu muyuz, kime ne?” yazıyordu. Gelin arabasını damat annesinin arabası izliyordu. O arabanın da önünde <ı>“Kaynana değil!” arkasında <ı>“Kayınvalideciğim!” yazıları vardı. Aynalarına havlu bağlanmış arabalar kornalarını bağırta bağırta ilerliyorlardı. Bunlar belli ki oğlan tarafıydı, çünkü çok neşeliydiler. Geleneklere göre oğlan tarafı neşelerini açıkça belli edebilirlerdi. Konvoya katılan bazı arabalardan patlayan tabanca sesleri de duyuluyordu. Yol kenarına park etmiş bir polis otosundakiler ise olanları seyretmekle yetiniyorlardı. Haklarını yememek lazım, çünkü bir tanesi seyretmekle yetinmedi ve konvoy geçerken polis aracından fırladı. Al-Makam <ı>“İşte vazifesine düşkün bir memur! Yasaları düğün de olsa uygulamak amacında. Zaten bu tip memurlar olmasa…” diye düşünürken araçtan inen polis Al-Makam’ın şaşkın bakışları arasında tabancasındaki mermileri gökyüzüne boşalttı. O da kutlamalara bir katkı sağlamak istemişti!..

Oğlan tarafının konvoyu bittikten sonra, on metre geriden kız tarafının konvoyu geliyordu. Onlar eğlencede daha dengeliydi, fazla taşkınlık yapmıyorlardı. <ı>”Uçan da kuşlara nail oldum, ben annemi özledim” parçası kulaklara kadar ulaşıyordu.

En arkada bir kamyon ve bir traktör vardı. ”Belli ki tesadüfen konvoya katılmışlar” diye düşündü Al-Makam, a ma gene yanılmıştı. Çünkü kamyon gelinin çeyizini taşıyan üstü açık, büyük bir araçtı. Halılar kamyonun kasasından sarkıtıldığı gibi içindeki her türlü beyaz eşya da görülebiliyordu. Ya traktör? Koskocaman tekerlekli, klimalı, CD çalarlı pahalı bir şeydi. Lastiklerinin yeniliğinden bile sıfır olduğu hemen anlaşılıyordu. Peki bunun ne işi vardı burada? Yolunu şaşırmış sanabilirdiniz, ama üzerindeki balonlar, süsler hiç de öyle olmadığını gösteriyordu. Üzerindeki <ı>“Gelinime hediyem olsun” yazılı pankart meseleyi aydınlatıyordu. <ı>”Bu kadarı da olmaz!” diye düşündü Al-Makam.Oysa “Bu kadarı ise hiç olmaz” demesine çok az kalmıştı.

En arkadan ağır ağır, gıcır gıcır parlayan bir biçerdöver geliyordu. Yolun neredeyse tamamını kapladığından arkasında uzun bir araç kuyruğu oluşturmuştu. Biçerdöver de tarım şenliklerine katılıyormuş gibi süslenmişti. İşte Al-Makam’a <ı>“Bu kadarı da hiç olmaz!” dedirten yazı bu aracın üzerindeki pankarttan rahatlıkla okunabiliyordu: <ı>”Bu da benden damadıma…”

Biçerdöverin arkasından durup baktı, baktı. Konvoy gözden kaybolunca kaldırımdan yürümeye devam etti. Tıngırbank’ın önüne geldiğinde insan sayısı çok artmıştı. Bazılarının yanından sürtünerek geçmek zorunda bile kalıyordu. Bu sırada karşısından gelen bir genç, yere tükürüyormuş gibi yaptı, tükürüğü geldi Al-Makam’ın göğsüne yapıştı. Genç, hemen cebinden bir mendil çıkarıp tükürüğü silmeye kalkıştı.

<ı>-Özür dilerim beyefendi, çok özür dilerim. Şimdi silerim, diyor, bir eliyle silerken diğer eliyle Al-Makam’ın arka cebindeki cüzdanı çekmeye çalışıyordu. Al-Makam gencin niyetini anlamakta gecikmedi, hemen cebinin üzerindeki eli yakaladı:

<ı>-Ne yapıyorsun sen?

<ı>-Abi n’olur affet! Polis olduğunu anlamadım. Bağışla be abi!

<ı>-Ne polisi? Tamam tamam. Defol git başımdan!

<ı>-Sağ ol ağabeyciğim. Allah senden razı olsun! Sana bundan sonra ben dahil buradaki hiçbir tırnakçı yaklaşmayacak, dedi ve koşarak gözden kayboldu.

Al-Makam iyice acıkmıştı. Kaldırımın kenarında çakmaklara gaz dolduran adama sordu:

-Yemek yiyebileceğim iyi bir lokantaya nasıl gidebilirim?

<ı>-Beyefendi, buradan düz yürüyün. Biraz sonra büyük bir bina göreceksiniz. Orası kütüphanedir. Kütüphaneyi geçince trafik ışıkları karşınıza çıkacaktır. Işıklardan sola geçip devam edin. O cadde Aşiyan Caddesidir. Hiç bir yere sapmadan caddeyi takip ederseniz, sonuna gelmeden Bol Kepçe Lokantası’na ulaşırsınız.

Az sonra lokantayı eliyle koymuş gibi buldu, çünkü adam çok ayrıntılı tarif etmişti. Lokantanın kapısından girer girmez garsonlar kendisini karşılayıp pencere önündeki bir masaya oturttular. Taskebabı, fasulyeli pilav, cacık ve kadayıf söyledi. Birkaç dakika içinde tüm ısmarladıkları masasına getirildi. İştahla yemeklerini yemeye koyuldu.

Lokantadaki sinek sayısı biraz fazlaydı, ama yemekleri doğrusu lezzetliydi. Eliyle alnına konan sineği kovalarken yemeklerin sergilendiği tarafta daha çok sinek olduğunu gördü. ”Acaba o gariban aşçılar ne yapıyor bu sineklerle?” sorusunun cevabını almakta gecikmedi: Aşçı yemek tezgahının üzerindeki sinekleri zehir sıkarak öldürmeye başlamıştı bile. Üstelik yemeklere düşen ölü sinekleri bir yemek kaşığı ile ayıklayıp çöpe atıyordu. Bu görüntü midesini bulandırmıştı. Yediği sinekli yemeklere mi yoksa zehirli yemeklere mi yanması gerektiğini bilemedi. Garsona:

-<ı>Gıda maddelerinin olduğu yere zehir atılır mı? dedi. Garson:

<ı>-Bişey olmaz abi. Biz her gün aynısını yapıyoruz. Buranın insanı dayanıklıdır. Geçen bir tüp zehir bitti bir günde. Kimseciklere de bir şey olmadı. Sineği bile zor öldüren bu zehirler insana nasıl zarar verecek?

Böğürmemek için kendini zor tuttu, hemen hesabı istedi. Yabancı olduğunu zehir muhabbetinden anlamışlardı. Hiç buralı olsa böyle konuşur muydu? Madem ki yabancısın, al sana hesap: 26 lira. Gelen hesabı fiyat listesi ile karşılaştırdığında en az bir misli fazla yazıldığını anladı.

Hesabı mecburen ödedi. Olay çıkarmak istemiyordu. Böyle bir şey yaptığında gerçek kimliğini de açıklamak zorunda kalabilirdi.

Bugün göreceğini görmüştü. Bu kadarı yeterdi. Otele dönüp biraz kitap okuyacak, s onra da erkenden yatıp uyuyacaktı.

Otele girdiğinde resepsiyon memurunun muhabbete giriş yapmak isteyen sözlerini duymamazlıktan geldi ve hızla odasına çıktı. Doğrusu bu kadar olaydan sonra bir de onun muhabbetini çekemezdi…

(Devam edecek)

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..