Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Ekim '10

 
Kategori
Tarih
 

Mesele başka (Muktedir güçlerin kan kaybı)

Mesele başka (Muktedir güçlerin kan kaybı)
 

Osman Yüksel Kitabı


Muktedir olan güçlerin “kan” kaybetmesinden dolayı; “Vatan elden gidiyor, irtica hortladı, laiklik tehlikede, rejim için tehlikedir bu…” teraneleriyle tarihi hesaplaşma, muhalifleri susturma, “3 kuvvet”in (yasama, yürütme, yargı) köşe başlarını tutmuş kişilerin ummadıkları bir şekilde ve bir anda hür iradenin seçimiyle gelen iktidarları darbe yaparak tasfiye etme ve tasfiye edilenlerin cezalandırılması ve hatta idamlara gönderilmesi Cumhuriyet tarihinin sayfaları arasında sık sık görülür. 

Bu sayfalarda beni en çok etkileyenlerden biri “Ayıcı” Arif Bey’dir. Halide Edip Adıvar’ın Kurtuluş Savaşı günlerini anlattığı “Türk’ün Ateşle İmtihanı” kitabındaki Albay Arif Bey. Cephedeki çadırında ayı beslediğinden bu adla anılır. Balkan Savaşları’ndan tutun İnönü Savaşları”na kadar birçok savaşta bulunmuş, 16 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal'in kurmay ikinci başkanı olarak Bandırma Vapuru'yla Samsun'a çıkan 19 kişiden biri. 1923’te de Eskişehir’den milletvekili olarak TBMM’de. 

Onu nasıl bir son bekler, bilir misiniz? 15 Haziran 1926 günü Mustafa Kemal Balıkesir’deyken, İzmir’de Giritli Şevki adlı bir motorcu İzmir Valisi Kazım Dirik'e gider ve Mustafa Kemal’e suikast yapılacağını ihbar eder. Suikast ortaya çıkar. Meseleye anında el konur. Hemen bir İstiklâl Mahkemesi kurulur. Yargılananlar arasında kimler yoktur ki: Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Bekir Sami Kunduh, Cafer Tayyar Eğilmez, Rauf Orbay(Ki olay sırasında yurtdışındadır.) … Aklanan aklanır ama Albay Arif Bey 13 Temmuz 1926’da İzmir’de darağacına gider. Ve 18 Haziran 1926 Mustafa Kemal Paşa suikast girişimi hakkında Anadolu Ajansı’na verdiği demecin son cümlesi şudur: 

“Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet pâyidar kalacaktır.” 

Şimdi baktığımızda o olayların arkasındaki asıl meselenin “İttihatçı” kadroların tasfiyesi olduğu çok net görülür. 

Ne gariptir ki bu tasfiyelere tarihimizde sık sık başvurulur. Sayın sayabildiğiniz kadar. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997… Daha sonraki yazılarda yer vereceğim bu tarihe dönüşleri Yassıada'da kurulan Yüksek Adalet Divanı Başkanlığı’na getirilen Salim Başol’un, Başbakan Adnan Menderes'in tutukluluk şartlarına itiraz etmesi üzerine verdiği "Sizi buraya tıkan güç böyle istiyor." cevapla nokta koyayım. 

Rahmetli Özal dönemini başka bir yazıya bırakarak atlarsak 2002’den beri yapılmak istenen de budur. Cumhurbaşkanından tutun yargıya kadar, yargıdan tutun üniversite rektörlerine kadar kendi aralarında paslaşarak giden bir sisteme siz çomak sokuyorsunuz. Taşlar yerinden oynuyor. 

Siz kimsiniz peki? Biriniz 1954 İstanbul doğumlu. İmam Hatip Lisesi mezunu. Sonra Ticari İlimler Akademisi’ni bitiriyorsunuz. Milli Türk Talebe Birliği, derken “milli görüş gömleği” devamında MSP İl Başkanlığı… 1994’te şehirler padişahı İstanbul’a Belediye Başkanı oluyorsunuz. Kasımpaşa’daki berberde tıraş oluyorsunuz. Başörtülü eşinizi alıp Üsküdar’daki balıkçılar çarşısından balık alıyorsunuz. Ortalama bir Anadolu insanı gibi. Daha sonraları, 2002’de %34.29 oy oranı ile Başbakan oluyorsunuz. Camide bir başbakan birilerince pek de alışılmamış bir tablo. Yerleşmiş mantığın kadrolarında bir şaşkınlık. 

Bir başağrısıdır, geçer gider diye düşünürlerken 2007’de Türkiye seçimler tarihinin rekorlarından birine imza atıyorsunuz: %46.6. Yerleşmiş mantığın kadroları çıldırıyor. Somut adımlarla açılımlara başlıyorsunuz. Mâlum kadro telaş içinde. Aynı teraneleri başlıyor, üstelik sloganları bile hemen hemen aynı: “Rejimin temellerine dinamit koyuyorlar. Ülke elden gidiyor. Laiklik tehlikede. Türkiye’yi İran yapmak istiyorlar….” Sivil Toplum Örgütleri’nden tutun eski yargı adamlarına kadar, rektörlerden tutun emekli paşalara, Türkiye’nin gündemine yıllarca sekiz sütuna manşet atma hakkının sadece kendilerinde olduğu sanan medyanın da desteği ile başlıyorlar “fikir” alışverişine (!) Bununla da yetinmiyorlar “Ordu Göreve!” bile diyebiliyorlar. 

Tam bu toz duman arasında diğeriniz görünüyor. O da kim? Anadolu’nun bağrı Kayseri’den. Kayseri Lisesi mezunu. Kayseri eşrafından bir zanaatkârın oğlu. İstanbul İktisat’tan. Doç.Dr. pâyesi de mevcut. Hem siyaset ocağında pişmiş biri hem de akademisyen. Sâkin, dâima mütebessim bir Anadolu insanı. 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyetinin 11. cumhurbaşkanı seçilmez mi? Üstelik de yerleşik kurum, kuruluş ve kişilerin somut muhalefetine rağmen. Şimdi ise camide başbakandan sonra camide cumhurbaşkanı. Üstelik de “Frenkçe” tâbirle “First Lady” başörtülü… 

İşte mesele budur. Bu, her şeyi sadece kendine hak sayan yerleşik “Beyaz Türkler’in” mevzi ve “kale” kaybetme sıkıntısıdır. Demokrasiyi “nalıncı keseri” gibi kendine kendine yontanların, sandığa hürmet etmeyenlerin tavrıdır. 

Hem Ankara Valisi, hem Ankara Belediye Başkanı hem de Parti İl Başkanı olan Nevzat Tandoğan’ın 3 Mayıs 1944’te “Turancılık” davasından tutuklanıp karşısına çıkarılan büyük dava adamı Osman Yüksel Serdengeçti’ye söylediği hakaretâmiz sözler bu “tavrı” çok net özetler sanırım: 

"Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek." (Bakınız: Doç. Dr. Özcan Yeniçeri, Yönetim ve Bürokrasinin Yozlaşmadaki Rolü-II)
 

 
Toplam blog
: 300
: 1022
Kayıt tarihi
: 13.06.10
 
 

Tarih, edebiyat, şiir, dil ..