Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Aralık '11

 
Kategori
İstanbul
 

Metro'daki akordiyoncu

Metro'daki akordiyoncu
 

Bazen, hatta sıkça  etrafımızdaki insanları kırarız, ya da hayal kırıklığına uğratırız. Ve çektirdiklerimizin şiddeti pek de umursamadıklarımız'dan umursadıklarımız'a doğru, doğru orantılı bir şekilde artar. Ne kadar yakınsan o kadar çektirirsin. Dolayısıyla, en yakın olduğuna, yani kendine, ettiğin eziyetin gerçekten de haddi hesabı yoktur. 

Şimdi, asıl acımasızlığı açıklıyorum; okduğumuz bir kitap, izlediğimiz bir film, dinlediğimiz bir şarkı ya da tamamen o konu üzerinde gerçekleştirdiğimiz bir düşünme seansı sayesinde o insanlara haksızlık ettiğimizi fark edip gönülleriini alırız ama kendimize yaptığımızı her zaman görmezden geliriz. Kendimizi affetmek için sürpriz bir not yazmayız mesela-tamam bu çok hastalıklı olurdu gerçekten-, ya da hadi gel beni sinemaya götürelim, hadi gel bana şu benim çok istediğim şu şeyi alalım demeyiz kendimize. Hayatımızdaki herkesi affedebilir ve herkes tarafından affedilebiliriz ama kendimizin yüzüne bile bakmayız. En hassas, en düşünceli olduğu söylenen  insan bile çoğu zaman kendine yaptığı şeyleri görmezden gelir. Ve gönlümüzü almayı bilmediğimiz için de hep küs kalırız kendimize. Bu da yavaş yavaş kendimizden hoşlanmamamıza ve uzaklaşmamıza neden olur. Bir süre sonra da gurur yapmaya başlar, hiç muhattap olmayız ve tekrar kendimizin değerini anlayabilmemiz için hasta olmamız ya da ölüm'e yaklaşmamız gerekir muhtemelen. Sonuç; kendini sevmeyen insanlar... Kendisini bile sevemeyen insanlar... Dolayısıyla hiç kimseyi sevemeyen insanlar.. Ve gergin, ikiyüzlü bir sosyal ortam...

Bu sabah işe geldiğimde yine bir sürü insana selam verdim, onlara gülümsedim, nasıl olduklarını sordum.. Sonra bilgisayarımı açtım, çalışmaya başlamadan önce biraz haber okuyarak insanlık ve onların yaşadıklarıyla da ilgilenmiş oldum. Daha sonra, o sürekli hissettiğim burukluğu hissettim yine. Gerçek bir varoluş'a duyduğum isteğin yarattığı bir burukluktu sanırım bu. Onun gözüyle görülmek, onun teniyle hissedilmek, onun kulağıyla dinlenilmek istediğim insan ya da insanlar beni var etsin, gönlümü alsın istedim. E tabi herkes kendi derdinde, kimsenin kimseyle uğraşacak hali yok, bunun beklentisine girmek hiç mantıklı değil. Hadi kalk dedim Emre, seni metro'daki Starbucks' götüreyim, o sevdiğin kahve'den alırsın. Aşağı inerken akordiyoncu'nun çaldığı müziği duymaya başladım. İnsan kendisini Amelie filminin bir sahnesinde gibi hissediyor. Akordiyoncu'nun yanından geçip Starbucks'a gittim ve kahve aldım. Aslında sade kahve severim ama Starbucks'ta sadece Latte içiyorum ve o da sütlü. Herneyse.. Dönüşte akordiyoncu'nun yanından geçerken dedim ki; 'Ya boşver, 10 dakika daha geç gidersin, gel otur, müzik dinle. Akordiyoncu'nun karşısındaki merdivene oturdum ve neredeyse 15 dakika kadar dinledim. Bir anlığına kendimi hiç gitmediğim Fransa'da gibi hissettim ve çok keyiflendim. Ama hüzünlü bir keyif'ti tabi. Çünkü Levent'teydim ve az sonra işe dönecektim ve kendimi Fransa'da gibi hissettiğim anda benimle olan kadın da aniden ortadan kaybolacaktı. Herneyse, hayallere geri döndüm, müzik bitene kadar orada oturdum. Bittiğine ayağa kalktım ve akordiyoncu'ya doğru yürümeye başladım. Bana bakıyordu, muhtemelen fark etmişti oturup onu dinlediğimi. Ve sanırım, itiraf edeyim; hafif kızarmıştı gözlerim, duygulanmıştım yani. Yanına gittiğimde cebimdeki bozuk paraları önünde duran çantaya bıraktım ve 'Çok rahatlatıcıydı, teşekkür ederim' dedim. O sadece gülümsedi. Oldukça anlamlı bakıyordu, kesinlikle anlamıştı neler hissettiğimi. Metro'dan oldukça hafiflemiş bir şekilde çıktım. Daha önce önlerinden geçerken, 'işim var!' deyip dinlememe izin vermediğim müzisyenlerden sonra oldukça kırgındım kendime ama bugün gönlümü aldım. 

 
Toplam blog
: 16
: 111
Kayıt tarihi
: 06.12.11
 
 

Freelance Reji Asistanı Her felsefe, yazarının kişisel itirafı ve bir şekilde de, kasıtsız ve..