Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Aralık '06

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Mevlânâ'yı ne kadar anlıyoruz?

Mevlânâ'yı ne kadar anlıyoruz?
 

Bilindiği gibi, büyük mutasavvıf, bilgin ve şair bir kişiliğe sahip ünlü Türk düşünürü Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî'nin ölüm yıldönümü dolayısıyla, içinde bulunduğumuz hafta, onun adıyla kutlanıyor.

30 Eylül 1207'de Horasan'ın Belh şehrinde dünyaya gelen Mevlânâ, 17 Aralık 1273'te vefat etti. Cenazesinde ağlayıp feryat edilmemesini vasiyet etmesi ve ölümü Tanrı'ya kavuşma olarak kabul etmesi sebebiyle, ölüm gününe "şeb-i arus = düğün gecesi" adı verilmiş, ölüm yıldönümleri de günümüze kadar bu şekilde anılagelmiştir.

Her yıl olduğu gibi, yarın 17 Aralık pazar günü Konya'da yine büyük bir sema töreniyle anılacaktır.

Mevlânâ, tam anlamıyla âlim, sûfî ve şairlik özelliklerine sahip bir şahsiyettir. İslâm kültürünün en yaygın ve en önemli eserlerinden biri olan Mesnevî'si, dünya şiirinin zirvelerinden sayılan Divan-ı Kebir'deki şiirleri, ilâhi aşk ve vecdin örnekleriyle doludur.

Önceleri aşkı takvasında gizli iken, sonradan takvasını aşkında gizleyen Mevlânâ, dinî-tasavvufî düşüncesinin kaynağını Kur'an'dan ve sünnetten almıştır. "Canım tende oldukça, ben Kur'an'ın da kölesiyim, Seçilmiş Muhammed'in toprağının da kölesiyim" beytiyle bunu dile getiren Mevlânâ, "Pergel gibiyim, bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum" diyerek, bir müslüman olarak insanlığı kucaklayabildiğini belirtmiştir.

Son zamanlarda gerek ülkemizde, gerek dünyada İslâm'a karşı açıkça bir tavır alındığı; günümüze kadar ve halen, geri kalmış ülkelerin müslüman nüfusa sahip olmaları dolayısıyla, neredeyse İslâm'ın prensiplerine uymanın bir gericilik olduğu; günümüzde de bazı terörist olaylara adı karışan kişilerin müslüman kimliğine sahip olması yüzünden, İslâm'ın terörist bir anlayışa sahip olduğu gibi suçlamalar yapıldığı bir vakıadır.

Bu tür baskılar sebebiyle insanlar, inandıkları dini açıkça belirtmekten, insanlığın temeli ve gerçek yolu olan müslümanlıklarıyla gurur duymak yerine neredeyse müslüman olduklarını söylemekten utanır hale geldiler.

Ortada apaçık kuralları, tarih boyunca süren uygulamaları, bilimsel bazda ortaya konmuş örnekleri varken, bir dinin, bir sistemin, bireysel bazda bazı kişilerin eylemleriyle mahkûm edilmesinin ardında kötü niyet yoksa, en azından bir ihmal, bir bilgi eksikliği, bir iletişim kopukluğu olduğunu düşünmek gerekir.

Mevlânâ'yı Mevlânâ yapan, yukarıda da belirtildiği gibi, onun insanî ve İslâmî yönüdür. Zaten İslâm'la insanlık, birbirinden ayrılmaz bir bütündür. İslâm, insanlığın bir nevi tanıtım ve kullanım broşürü, yaşam kılavuzudur.

Mevlânâ, dinin gerçek anlamına ulaşmış, Tanrı'yla kulu arasındaki ilişkinin özünü yakalamış bir insandır. Ona göre görünüşte birtakım farklılıklar olsa da, varlıkta birlik esastır. İman, küfür, şer, hayır gibi ayırımlar, bize göre değerlendirmelerdir ve dolayısıyla izafidir.

Allah'a nisbetle ise hepsi birdir. Kötülük iyilikten ayrılmaz, çünkü kötülük olmadan iyiliği anlamak da, onu terketmek de imkânsızdır. Yine küfür olmadan din de olmaz. Çünkü din zaten küfrü bırakmak, terketmek demektir.

Halk arasında yaygın olarak Mevlânâ denince akla gelen sözleri biliyorsunuz: "Gel, gel, yine gel! Yine gel! Her ne olursan ol, yine gel! İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta tap, yine gel! Çünkü bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!"

Bu sözlerin Mevlânâ tarafından söylenmediği iddiaları da vardır. Ancak, değil mi ki, Mevlânâyı biz bu yüzden sevdik, bu anlayış, onun şahsıyla bütünleşmiş, insan sevgisiyle yoğrulmuş bir anlayıştır. Bunu biliyorsak ve kabul ediyorsak, biz de İslâm'ı gerçek anlamıyla kavramış ve benliğimizde yoğurmuşuz demektir.

Bir taraftan Mevlânâ'ya böylesine yücelik ve hatta kutsallık yükleyenler, onun asıl kaynağı olan İslâm'a şüpheyle bakarak, sanki Mevlânâ'yı İslâm'ın dışında bir yerlere oturtmaya çalışıyorlar.

Ondaki bu anlayış, dinin somut kavramının da ötesinde, tasavvuf ağırlıklı soyut bir kavrama da yönelmektedir.

Elbetteki tasavvufu yalnız başına ele almaya ve değerlendirmeye kalkarsanız, ortaya başı sonu belli olmayan, köksüz soyut bir kavram çıkar. Bu haliyle tasavvuf, ne izah edilebilir bir özelliğe, ne da kabul edilebilir bir niteliğe sahiptir.

Sebep sonuç ilişkisi açısından, öncelikle meydana gelen olayları bilmedikçe ve kavramadıkça, sonrasını tek başına anlamak, göründüğünden çok daha zordur.

Yanan bir ateşin duman çıkarması kadar doğal bir olay olmaz. Ancak başlıbaşına bir duman, bizim anlayamayacağımız bir varlıktır. Ve o yüzden deriz ki, "ateş olmayan yerden duman çıkmaz". Biz sadece dumanı gördüğümüz zaman bile, bunun çıkmasını sağlayan mutlak bir ateş olduğunu düşünürüz.

Mevlânâ'nın yüreğini dolduran ateş, Tanrı'nın varlığına ve birliğine olan inancı, sevgisiyle bir aşk haline dönüşüp, onda semayı oluşturmuştur. Yani sema bu aşkın sonucudur. İçinizden geldiğinde yapılır. Yoksa tek başına sema, bir folklorik hareketten öteye pek anlam taşımaz. Zaten günümüzde de maalesef böyle bir özelliğe bürünmüş, istenildiği zaman, istenilen yer ve saatte gösteri yapan "Anadolu Ateşi"nden bir farkı kalmamıştır.

Sema'yı daha kutsal bir ortamda değerlendirenler, belki bu benzetmeme kızacaklardır. Eğer böyle bir kutsallık varsa, bu tasavvuftaki zikir ilkesinden kaynaklanan bir özelliktir. O zaman da karşımıza tarikatların, tekke ve zaviyelerin kapatılması, zikir meclislerinin yasaklanması gerçeği çıkacaktır.

Tamamen din içerikli bir vakıayı hem dinden ayrı, hem dinden özel, hem dinden üstünmüş gibi değerlendirdiğiniz zaman, böyle çelişkilerle başbaşa kalırsınız.

Hepimizin hiç düşünmeden sevdiği, benimsediği Mevlânâ der ki, "Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün!"

Biz bu sözün gereğini de layıkıyla yerine getirebilenlerden değiliz. Çünkü göründüğümüz gibi de olamıyoruz, olduğumuz gibi de görünemiyoruz.

O zaman geriye sadece 17 Aralık ihtifallerinde, ortamın genel havasına uyup, bir Mevlânâ sever görüntüsüne bürünmek gibi, ikiyüzlü bir durumla karşı karşıyayız.

Bir ikilemle karşı karşıyaysak, Mevlânâ o konuda da bize yol gösteriyor. Ona göre ikilikten kurtuluş, kulun kendi varlığından soyulmasıyla gerçekleşir. Birlik, kulun kendi izafi varlığından vazgeçmesidir. "Allah'ın yanında iki ben sözkonusu olamaz. Sen "ben" diyorsun, o da "ben" diyor. Ya sen öl, ya da o ölsün ki, bu ikilik kalmasın. O'nun ölmesi imkânsız olduğuna göre, ölmek sana düşer."

Tasavvuftaki "ölmeden önce ölme" ilkesine vurgu yapılan bu görüşle, Mevlânâ, benliğinden sıyrılan kulun gerçek anlamda irade hürriyetine kavuştuğuna inanır.

İşte bu görüşleri, düşünceleri ve özellikleriyle dünyayı etkileyen Mevlânâ, gerçek dinin ve İslâm'ın ortaya çıkardığı bir örnektir. Önümüzdeki 2007 yılı, doğumunun 800. yılı dolayısıyla UNESCO tarafından Mevlânâ yılı olarak kutlanacaktır.

Hiç değilse bu vesileyle bireysel birtakım yanlışlar yapan insanların mensubiyeti dolayısıyla hor bakılan İslâm'a, daha farklı bir gözle bakılması, insanları ve insanlığı kucaklayan İslâm dininin gerçek yüzüyle tanışılması, hiçbir peşin hükme kapılmadan tarafsız bir gözle her şeyin irdelenmesi, herhalde Mevlânâ'nın da bizlerden beklediği bir ilke olsa gerek.

Zaten onun ilkeleriyle hareket etmedikçe, onun tattığı aşkın künhüne ermedikçe, onun sözlerinin anlamını kavramadıkça, onun ateşiyle tutuşup yanmadıkça, kuru kuruya bir Mevlânâ sevgisinin, sema gösterisi izlemek üzere yapılan bir Konya seyahatinin kime ne faydası olabilir ki...

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..