Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Nisan '08

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Mevlana ve 3 Ders

Mevlana ve 3 Ders
 

Kendini “yalan dünyanın yalancısı” diye tanıtan biriyiz.

“Ocak” ve “Alperen” derin kelimelerini bize kazandıran, Türk’ün gönül ocağını şekillendirip o kutlu ateşi yakan, akıl, bilim ve gönül adamı, büyük insan Hoca Ahmet Yesevî’yi bilmeyen veya anlamayanların ülküsünden bahsetmeye gerek yok, ama biz işte öyle bir ülküsü olan kullardanız.

Kendi nefsine tapar hale geldiğinin hiç farkında olmadan -affedilmeyeceği ilan olunan türden- “şirk”e bulananlara acımakla birlikte, en azından taklit düzeyinde nefsine savaş açacak kadar da yürekliyiz ve başka yürek tanımayız.

Yüreksizlere laf yetiştirmeye kalkışacak kadar çok vaktimiz yok. Onların yolu onlara, bizim yolumuz bize…

Yelken açtığımız ummanlarda başlar baş, ayaklar da ayaktır zaten.

Şekille değil, özle ilgiliyiz, yani ayrılan ayrılır, gelen gelir.

Tıpkı Atatürk gibi Fenerbahçeliyiz ve Arda Boyları da vatan sınırlarımız içindedir. Maveraünnehir’de başlayıp Mostar’da duraksayan medeniyet yürüyüşümüzün tekrar başladığının farkında olarak ve asla pisliğe bulanmadan kuyruğu dik tutma kaygısındayız.

Kendine kulluk ederken âleme düzen vereceğini sanan siyasal İslamcılara veya ulusçulukla demlenirken oyun ve oyuncakla meşgul olanlara, kısacası TÜRK MEDENİYETİ hakkında tek bir harf bile bilmeyen, birbirini tamamlayan iki Türkçe cümleyi üst üste kuramayan kapkara cahillere, ahmaklara, buna rağmen Türküm ve Müslümanım diyenlere, evet yine acımaktayız. Mezarlıklarda onlardan ne de çok var, değil mi? Ne Türk’ü biliyorlar ne de İslam’ı… İslam bir kıyafet iğrenç bedenleri veya ruhları için, Türklük de sarhoş zina âlemlerinde bir tür aksesuar… Lâkin bu onların meselesi, bize düşen sadece anlatmak, anlama görevi onların. Biz sadece milliyetçiyiz.

Gönül denen şey, cismimizden önce gelir, münevverlik bir şart, çünkü biz Türk’üz.

Başkalarının bunu nasıl anladığı yine onların kendi meselesidir. Yeter ki bizden ırak olsunlar, gölge etmesinler.

Sevgili okuyucu, lütfen http://www.gazetem.net/aaltanyazi.asp?yaziid=277 adresindeki KİM BU TÜRKLÜK DÜŞMANLARI adlı Ahmet ALTAN yazısını okuyunuz. Bakınız, kim nerden nereye gelmiş ve kimler de nerden nereye gitmişler. Tabi ki bir rehber değildir Ahmet Altan, ama bir ibrettir o yazı.

***

Özetle; üstadın (NFK) dediği gibi, gidince o gün, kalmalı dudaklarda şarkımız bizim.

Geliniz, sözü, sizin de ısrar ile vurgu yaptığınız, ülkü adamı ve Hoca Ahmet Yesevî’nin talebesi diyebileceğimiz Hazreti Mevlana’ya bırakalım.

Hazreti Mevlana, Mesnevi’sinde bir hikâye anlatır, o hikâye şöyledir:

“Ormanda bir fare vardı. Havalı, kibirli, her an bir hayvana musallat olan kuyruğu dik fare. Kuşların yuvasına pislemediği gün maymunun kuyruğunu ısırır, tavşanı korkutmadığı gün tilkinin başını şişirirdi. Orman hayvanları illallah demişti farenin elinden. Bu böyle devam edemezdi… Sonunda hayvanlar aralarında bir heyet kurup aslanı ziyarete gittiler. Ormanın kralı oydu, bir çare bulurdu nasılsa… Bütün hayvanları topladı aslan. Yaşlı kaplumbağayı dinlediler önce, sonra zürafayı, sonra tavşanı, maymunu, ağaçkakanı, yılanı, hatta diğer fareleri… Sözü en son kedi aldı:

-“Saygıdeğer kralım, dedi bıyıklarını burarak, bu işi bana bırakın. Biz onunla ta ezelden düşmanız”.

Aslan diğer hayvanlara baktı, “Ne dersiniz?”, diye soruyor gibiydi. “Olur”, manasına başlarını salladılar. Kedi göğsünü gere gere yeni görevinin başına gitti. Herkes olacakları beklemeye koyuldu. Fare bir ağacın altında, olanlardan habersiz, planlar kurmakla meşguldü. Kuyruğunu dikmiş kendi kendine konuşuyor, sinsi sinsi gülüyordu. Kedi yavaşça yaklaştı arkasından. Doğrusu bu işin kolay olacağını o da beklemiyordu. Avına sessizce yaklaştı, pençesini kaldırdı, o da ne?! Bu farenin ensesinde gözü vardı sanki. Kedinin gölgesini gören fare şimşek hızıyla fırladı. Önde kaçarken bile kuyruğu havada bir fare, arkasında görev aşkıyla yanan azimli bir kedi. Görülmeye değerdi doğrusu. O köşe senin, bu ağaç benim; o kayalık senin, bu kovuk benim, öyle bir koşturmaca ki!.. Nihayet düz bir ovaya geldiler. Fare sağına baktı, soluna baktı, kaçacak yer yok. Karşıda otlamakta olan bir inek gördü. Bütün kuvvetini toplayıp, ineğin yanına doğru koşmaya başladı. Nefes nefeseydi. Az önceki sıçrayışında biraz daha ağır kalsa, neredeyse dik kuyruğunun ucundan yakalanacaktı. Can havliyle bir yandan ineğin yanına koşuyor, bir yandan da, “Dur sen”, diyordu, “Bir kurtulayım neler yapacağım sana, dur sen!..”

Nihayet ineğin yanına ulaştı fare. Yalvardı, yakardı, beni sakla diyerek. Ne derse desin inek kabul etmiyor, “Senden az çekmedim, diyordu, ne halin varsa gör!”

Türlü diller döktü, ağladı.

-“Ben ettim sen etme inek kardeş, diyordu, şu kedi belasından bir kurtulayım, beni sen bile tanıyamayacaksın. Nasıl akıllı-uslu olacağım bir bilsen… Hem bir düşünsene, kuyruğu dik fare ve inek… Asırlar sonra bile bizi anlatacak kitaplar”.

Sonunda;

-“Peki peki”, dedi inek; “Uzatma da geç şöyle arkama”.

Ve farenin üstüne pisliğini bıraktı.

Kedi ovaya vardığında acınacak haldeydi. Ayakta duracak hali kalmamıştı zavallı hayvanın. Hemen sağa-sola bakınmaya başladı. Dümdüz bir ovaydı burası ve karşıdaki inekten başka kimsecikler yoktu. Belki de bu inek fareyi görmüştür diye düşündü. Son takatini toplayarak ineğin yanına geldiğinde, bir şey sormasına gerek kalmamıştı. Kedi gülmeye başladı. Manzara şöyleydi: Dümdüz bir ova, bir inek, ineğin hemen arkasında taze pislik kümesi, onun içinde dik bir kuyruk… Yavaş yavaş yaklaştı kedi, kuyruğundan tuttuğu gibi fareyi parçalayıverdi.”

Hazreti Mevlana bu hikâyeden üç şey anlamak lazım diyor:

“Bir: Sana her pislik atan senin düşmanın değildir.

İki: Seni pislikten çıkaran herkes dostun değildir.

Üç: Bu kadar pisliğin içinde kuyruğu dik gezmenin âlemi ne?"

Mevlana böyle demiş işte. Bize de laf bırakmamış. Hoşça kalınız.

 
Toplam blog
: 84
: 1808
Kayıt tarihi
: 28.04.08
 
 

Elektrik mühendisi, "öğretimci", 2 çocuk babası, aslen Kuzey Kafkasyalı, Türk ve Türk'e dair olan..