Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Şubat '16

 
Kategori
Eğitim
 

Meydan savaşı kazanmış gibi

Meydan savaşı kazanmış gibi
 

Özellikle şu son bir haftadır pek çok dost, “Necmiye’ye  ne oldu Hüseyin Bey?” diye sorup durdu. Olup biten bir şey yok. O, Kur’an Kursu’na gidiyor hâlâ!
Beklenmedik biçimde Roman kızı Selvet Can giriverdi araya. Öyle olunca, Necmiye Yenice’yi unuttum sandınız; değil mi?
Olacak şey mi! Nasıl unuturum o yetenekli kızı orada!
Anlatacağım. Sırasıyla anlatacağım her şeyi.
Biliyorsunuz, köyde kiralık bir ev bulamadığım için henüz, okulda yatıp kalkıyordum.
Bir yandan Muhtar Şaban Akkaya’yı, öte yandan Paşayiğit ve Üzeyir Ağa’nın damadı Haspi Öğretmen’i sıkıştırıp duruyordum; kiralık bir ev bulmaları için.
Selvet Can’ı ortaokula kaydettiğim gün çok sevinçliydim. Öğle paydosunda muhtar uğradı okula.
“Müjde hocam, müjde!” diye girdi kapıdan.
Doğrusu ya, okula yeni bir öğretmen atandığını öğrendi de onu haber verecek sandım. “Hayrola!” dememe fırsat kalmadan:
“Beğeneceğini umduğum kiralık bir ev bulduk. Birlikte gidip görelim; beğenir ve fiyatta anlaşırsanız tutalım onu.” dedi.
Bu da güzel bir haberdi benim için.
 
“Gel hele gel; sevgili muhtarım! Önce bir kahve içelim, sonra gideriz.”
Kahvelerimizi yudumlarken, Selvet’i anlattım muhtara. Coşku ve sevinçle…
“Haberim var, dedi. Dün akşam, evlerine gitmişsin. Pek çok kişi, ‘Hüseyin Hoca, bir Canbaz’ın evine mi gitmiş? Bir Canbaz’ın kızını mı kaydetmiş ortaokula?’ diye sordu hep.”
Doğru ya, köyde ne olup bittiğinden muhtarın haberi olmaz mı?
Dolayısıyla şunu da öğrenmiş oldum ki, bazıları benim Selvetler’in evlerine gitmemden de, Selvet’i okula kaydetmemden de rahatsız olmuş gibi…
    “Olabilir; bütün bunların normal olduğunu da öğretmek görevim benim” diye düşünüp durmadım üzerinde hiç.
    Kahvelerimizi içtikten sonra kalktık hemen. Dramalı Ahmet Bakkal’ın önünden geçip köyün batı yamacına doğru yürüdük. Tepede, bahçe içinde yeni yapılmış bir ev… İçimden, “Keşke bu ev…” diye geçiriyordum ki, “İşte burası” demesin mi muhtar!
    Doğuya bakıyordu; yeşile boyanmış ahşap kapısı. Cebinden bir anahtar çıkarıp açarak, “Buyurun” deyip bana yol verdi; Muhtar Akkaya.
    Bomboş, geniş bir salon… Sonunda mutfak olarak düşünülmüş beton bir tezgâh ve lâvabo.  Ve bir pencere…
    Sağda iki oda… İlk odanın doğuya bakan genişçe bir penceresi var. Aydınlık,  güzel bir oda… Duvarlar ve tavan bembeyaz kireç…
    İkinci oda da öyle… Bu odada ayrıca, duvar içine yerleştirilmiş yarım metre kadar genişlikte, bir insanın oturarak yıkanabileceği bir boşluk “banyo” olarak düşünülmüş.
    Oh be! Bu güzel işte!..
    Kaç gün olduysa bu köye geleli, henüz yıkanmamış olduğum aklıma gelince, sırtım kaşınmaya başlamasın mı?
    İyi, güzel de tuvaleti nerde idi bu evin?
    Sağda, solda bir belirti göremeyince:
    “Muhtar Bey, tuvalet unutulmuş mu yoksa?” diye soruverdim.
    “Olur mu, tuvaletsiz ev olur mu öğretmen bey!” deyip giriş kapısından dışarı çıktık. Bahçenin elli, altmış metre kadar güneyinde bir kulübeyi işaret edip, “İşte orada!” dedi.
    Evet mutfağı, banyosu ve tuvaleti de vardı bu evin!
    Üstelik, bahçenin ortasında kova ile su çekilen bir kuyusu da…
    Körün istediği bir göz, Tanrı vermiş iki göz… Daha ne isterim ben!
    “Tamam muhtarcığım, beğendim. “Kirası da uygun. Tutuyorum bu evi.” deyip alıp anahtarını, koydum cebime.
    Oh be, benim de bir evim vardı artık! Paşayiğit köyünü kuşbakışı gören… Üstelik bahçeli ve bahçesinde su kuyusu olan bir evim…
    Henüz bir sandalyesi, bir ranzası, bir yatağı ve yorganı bile yoktu ama bir evim vardı ya!
    Mutlu olarak döndüm okula.
    Son dersten çıkıp da elimi cebime atınca, kocaman bir demir parçası… “Bu da ne!” diye şaşırdım önce.
    “Evinin anahtarı…” cevabını verince beynim, öyle bir rahatladım ki!..
    Uzun süre evi barkı olmayan bir insanın, ister öyle, ister böyle bir evinin olması ne büyük mutlulukmuş meğer! Yaşamayan bilemez, anlayamaz bu duyguyu.
    Anahtarı cebimde olan bir evim olduğuna göre, okul da tatil olmuş, neden gitmeyeyim evime?
    Öğleyin, Muhtarla birlikte gittiğimiz yolu izleyerek yürüdüm. Okulla ev arası ben diyeyim üç, siz deyin beş dakika… Bu kez daha bir dikkatle baktım karşıdan. Yalnız kapısı değil, penceresi de yeşil boyalı… Tek katlı, kiremitli…
    Üç basamaklı beton bir merdivenle çıkılıyor; kapı önündeki sahanlığa.
    Bakımsız bahçesinde iki üç akasya ağacı…
    Ve en önemlisi, hemen yanı başında, öğleyin fark etmediğim, sacla kapalı bir kömürlük…
    Tabiî ya!.. Havalar hep böyle eylül sonu, ekim başı gibi sıcak gitmeyecek ya. Önümüz kış… Soğuklarda neyle ısınacağım?
    Anahtarla açıp kapıyı girdim eve. Şöyle bir dolaşıp çıktım dışarı. Tuvaleti de yakından gördüm. Elbette alaturka idi. “Suyu, sifonu, musluğu, porselen taşı var mıydı?” diye ne siz sorun, ne ben söyleyeyim! Benim için hiçbiri dert değildi bunların.
    Nasıl olursa olsun, bana ait bir tuvaletim olacaktı ya bundan sonra.
    Tuvaletten dönüşte, kova ile su çeken bir genç kız gördüm kuyu başında. İncecik, açık kumral saçlı, güzel bir kız.
    “Hoş geldiniz öğretmen bey” dedi gülümseyerek.
    “Hoş bulduk.”
    “Evi kiralamışsınız, duyduğumuza göre. Hayırlı olsun!”
    “Teşekkür ederim. Evet, kiraladım.”
    “Bu durumda komşu olacağız öyleyse.” Eliyle kuzey yönde yakın bir evi işaret ederek, “ Ben şu evin kızıyım; dedi.  Adım Nazlı…  Nazlı Yenice…”
    “Nazlı… Ne güzel bir adın var! Soyadın Yenice, öyle mi?”
    “Evet…”
    “Necmiye Yenice neyin olur senin?”
    “Necmiye kardeşimdir; ben ablasıyım.”
    “Ya!.. Tesadüfün böylesi…”
    “Nasıl yani? Anlayamadım.”
    “Ne güzel tesadüf, diyorum. Önce baban İbrahim Bey’le tanıştım; sonra kardeşin Necmiye ile… Şimdi de seninle… Ve komşu olacakmışız; söylediğine göre. Üstelik yakın komşu… Memnun oldum. Annen, baban evdeler mi?”
    “Annem evde de, babam ikindi namazı için çıkmıştı; biraz önce. Neden sormuştunuz?”
    Köylü bir genç kızın, ilk kez karşılaştığı yabancı bir erkekle böylesine rahat konuşması çok hoşuma gitmişti. “Keşke bütün köylerimizin kızları böyle olsa!” diye geçti kalbimden.
    “Baban evde olsaydı, on dakikalığına da olsa, ziyaret etmek isterdim.”
    “Olsun, yine de buyurun. Biraz sonra gelir babam.”
    “Şimdi olmaz. Akşam gelmek isterim. Müsait olup olmadığınızı haber verin lütfen. Ben okulda olurum. Selam söyle babana.”
    “Baş üstüne! Sizce sakıncası yoksa, kuyunuzdan ara sıra birkaç kova su alabilir miyiz?”
    “Elbette, elbette… Ne sakıncası olurmuş, kuyudan su almanın! Ne kadar isterseniz, o kadar alın.” deyip tuttum okulun yolunu.
    Yarım saat geçti geçmedi, on yaşlarında sevimli mi sevimli bir delikanlı geldi.
    “Akşama babamlar sizi bekliyorlar öğretmenim.” dedi.
    “Dur bakayım; senin baban kim; sen kimsin?”
    “Ben İbrahim Yenice’nin oğluyum. Adım Halil İbrahim…”
    “Ya!.. Demek İbrahim Yenice’nin oğlusun, öyle mi?”
    “Evet öğretmenim.”
    “Yani Necmiye ve Nazlı Ablaların kardeşi mi oluyorsun?”
    “Evet efendim.”
    “Ne güzel konuşuyorsun sen! Okula gidiyor musun bakayım?”
    “Gidiyorum; dördüncü sınıfa…”
    “Afferin!.. Gel öpeyim seni bir…” deyip öptüm yanaklarından.
    “Teşekkür ederim öğretmenim.”
    “Hem akıllı, hem kibar bir delikanlısın sen. Ben de sana teşekkür ederim; haber getirdiğin için. Haydi, selam söyle babana. Akşama görüşürüz.” deyip kapıya kadar uğurladım Halil İbrahim’i.
Olgunlaşmış bir meyve, nasıl kolayca koparsa dalından, o akşam Necmiye’yi de hiç zorlanmadan Kur’an Kursu’ndan ortaokula “transfer” ediverdim!
Ülkemizde  “üç büyükler”, “beş büyükler” dahil, hiçbir spor kulübü bu yeteneğimi keşfedemedi henüz!
Bundan sonra da keşfedeceklerini sanmam.
Ertesi gün, bu haberi duyan herkes sevindi. (Bir kişi hariç, desem; daha doğru olur sanırım.)
En çok sevinenin Haspi Öğretmen olduğunu söylememe gerek var mı?
Bir meydan savaşı kazanmış gibi, nasıl da kutladı beni, görmeliydiniz!   Üzüntüsü gibi sevincini de belli etmekten hiç çekinmezdi.  Hâlâ da öyledir.         
 
                    
                                                                                                       huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..