Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Kasım '08

 
Kategori
Sinema
 

Michael Haneke'nin Tartışma Yaratan Filmi

MICHAEL HANEKE VE TARTIŞMA YARATAN FİLMİ “FUNNY GAMES”

Amerikan <ı>Funny Games (Tuhaf Oyunlar) ve Michael Haneke İle Filmleri Üzerine Röportaj

Avrupa Sinemasının son dönemde dikkatleri üzerine çeken, modern sinemanın önde gelen yönetmenlerinden Michael Haneke hakkında yaptığım bir çeviri yazısını paylaşmak isterim. Özellikle sanatseverlerin, sinema düşkünlerinin zevkle okuyacağını düşündüğüm bir yazı.

Çeviriyi, değişiklik yapmadan olduğu gibi aktarıyorum sizlere.

Amerikan Funny Games

İngiliz yapımcılardan Chris Coen ve Hamish McAlphine Haneke’ye <ı>Funny Games’in yeni bir çekimi için başvurduklarında, bir şartla, anlaşmayı kabul etti – Haneke’nin yarattığı ve Susan Lothar’ın oynadığı tehlike içindeki eş ve anne rolünü Watts’in almasıydı. Hem yıldız hem yardımcı yapımcı olarak yer alan Avusturalyalı aktrisiyle ve basına duyurulan 15 milyon dolarlık bütçesiyle, <ı>Funny Games U.S’nin (yapım aşamasında filme verilen ismiyle ve basına ilk yansıtılan görüntülerinde geçtiği şekilde ) 2006 sonbaharında Brooklyn’de sesli sahnelerde ve Long Island’da studyo dışı mekânlarda olmak üzere çekimine başlandı. Ancak, Haneke, kelimesi kelimesine aynı kopyası elde bulunduğu ve final kesimi ona garanti edildiği halde, filminin izini takip etmenin sözde kolay, eylemde zor olduğunu anladı. Dil engelinin yanı sıra, ilk kez bir Amerikan filmi çekme deneyimini yaşayan bir çok yönetmen gibi, Haneke de kendini buzda kulaç atar misali yavaş ilerleyemeye sebep olan birbirine zincirleme bağlı bozulmaz kurallarla ve ekip hiyerarşisiyle kavga eder buldu.

“Aktörlerle çalışma güzeldi ve kamera ekibi çok iyiydi, ama gerisi zordu, ” diyor iç çekerek. “Her iş için beş kişiye ihtiyaç duyuyorsunuz. Bu kalemi şuradan şuraya hareket ettirmek istersem, bunu önce asistanıma söylemek zorundayım ve o da kendi asistanına söylemek durumunda; kendi başıma yapamıyorum. Sekiz buçuk hafta boyunca film çektik, bu süre bile yeterli gelmedi. Öte yandan Avusturya’da (filmin orijinal versiyonunu) tüm çekimi altı haftada bitirmiştik.” Kendini, Haneke’nin deyişiyle, çoğu zaman omzunda halatla asılı koca bir buharlı gemiyi okyanus aşırı çekiyormuş gibi hissetmişti. “Bu kocaman ekipmanla çalışmak hem çok zaman hem de çok para gerektiriyor. Eğer devasa bir stüdyo yapımını 100 milyon dolarlık bir bütçeyle çekerseniz, bu harikadır – günde 30 saniyelik bir görüntü (metraj) elde edersiniz, ve bu da iyi demektir. Ancak günde 3 dakika elde etmek isterseniz, felç olursunuz.”

Haneke’nin, artık montaj odasına girdiğinde, haklı olarak kendine güveni artmıştı. Eksiltilen altyazısıyla <ı>Funny Games’in bire bir çevirisi olmaktan veya orijinal el boyamasından taşbasması bir resmin toplu pazarı olmaktan çok öte yeni filmi, ne önceki filmden dolayı ağırlığını kaybetmiş ne de onun önbilgisine ihtiyaç duyan, çarpıcı, bilinç sarsıcı apayrı bir çalışma olarak karşımıza çıkmaktadır. Asıl olan oyundur, diyebilirsiniz: gösterimin ortasında oyuncu kadrosunu değiştiren veya yıllar sonra bir başka şehirde yeniden canlandırılan bir tiyatro yapımı gibi, ( Haneke tarafından ilk olarak 2006’da Paris’te sahneye koyulan, 2012’de New York’a gelecek olan, Mozart’nin <ı>Don Giovanni’sinin tartışma yaratan sahneleme tarzı gibi ) Amerikan yapımı <ı>Funny Games de, ilk başta karesi karesine Haneke’nin ilk kez on yıl önce yaptığı filmin aynısı gibi ama aynı zamanda insana gözünün önünde evrim geçiriyormuş gibi gelen canlı, yaşayan bir şey.

Filmin başarısındaki payın büyüğü oyunculara, özellikle de, fiziksel ve psikolojik cezalandırmaları bol filmin yükünü insanı ipnotize edici bir yoğunlukla çekip götüren Watts’e düşer. <ı>Funny Games, filmin birinci davetsiz misafiri Paul rolündeki performansı (orijinal versiyonunda <ı>Benny’s Video’nun yıldız oyuncusu Arno Frisch tarafından oynanmıştı), müzik ve danslı, şen ahlak dışılıkla örülü <ı>A <ı>Clockwise Orange filmindeki Malcolm McDowell’nin ikonik dönüşüyle rekabet eden, 26 yaşındaki Amerikalı aktör Michael Pitt’in ( <ı>Last Days, <ı>The Dreamers ) oyunculuğuna rağmen, yine de, gerçekçi bir dışa vurum sergiliyor. Öte yandan, o filme çok hakim olan bir performans, öyle ki, filmin ilgi noktasını ev sahiplerinden davetsiz misafirlere çevirmekte. “Avusturya versiyonunda, filmin esas parçasının aile olduğu izlenimi alıyordunuz, ama şimdi durum değişti, ” diyerek onaylıyor Haneke. “Şimdi biliyorsunuz ki, ( Paul ) filmin esas noktası.”

Bununla beraber, Haneke’nin filmi her şeyden önce en önemli gücünü hiç dinmeyen kavramsal sertliğinden alıyor. On yıl önce seyredildiğinde, filmin medya şiddetine ve onun insana işkenceye yönelik seyirlik bir eğlenceye dönüştürülmesine karşı sıkı eleştirisi size çocukça bir tepki gibi gelmiş olabilirdi. 2008’de ise, anma nitelikli Ebu Garip enstantanelerinin elden ele dolaştığı kültüre, 11 Eylül saldırılarının hiç bitmeyen yavaş çekim dublajına ve Irak Savaşından tutun başkanlık seçimlerine kadar her şeyi kendi usullerinde tuhaf oyunlara dönüştürmek amacıyla ayrım yaratan yerel dilin kullanılmasına atılan yüksek zekâ ürünü bir bomba gibi gelir.

Aktrist Beatrix von Degenschild’nin ve aktör ve tiyatro yönetmeni Fritz Haneke’nin oğlu olan Michael Haneke, <ı>The Piano Teacher’da betimlediği karakterden farklı olmayan yüksek kültürlü bir çevrede büyüdü. Çocukken, ilk başta aktör olma düşüncesiyle oyalandı, daha sonra, kötü sonuçlanan birkaç ses sınavına ve onu çok seven yetenekli ailesinin başka bir alana yöneltmesine rağmen, klasik bir piyanist olmayı istiyordu.

“Üvey babam besteciydi ve bana, ‘Sen iyi bir müzisyen olmayacaksın, ’ derdi” diye konuştuğunu anımsıyor Haneke. “Öğrencilerime her zaman yönetmenliğin bir hilekârlık mesleği olduğunu söylerim. İşbirliği yaptığı kimseler tarafından korunursa bir zırdeli de iyi bir film yapabilir, ama bir müzisyen kötü çalıyorsa, tüm dünya onun kötü bir müzisyen olduğunu bilir.”

Haneke, hayatını değiştiren filmi ilk kez gördüğünde, Viyana Üniversitesinde öğrenci idi – daha sonra, ondan bir makalesinde, “sanki başka bir gezegenden düşen bir UFO gibi bizim seminere çarptı adeta ve bizi fanatik destekleyici ve hiddetli muhalifler olarak ikiye böldü” şeklinde bahsetmişti. Film büyük Fransız yönetmen Robert Bresson’nin, dünya yüzündeki kısa ömrü insan inceliği ve gaddarlığının her türüyle karşılaşmaya yetecek kadar uzun olan bir eşeğin hayatını konu alan, 1966 yapım klasiği <ı>Au Hasard Balthazar idi. Haneke makalesinde film hakkında şöyle devam eder, “Benim gözümde sinemaya ait tüm cevherlerin en kıymetlisi olarak kalmıştır. Hiçbir film onun kadar hem kalbimi hem aklımı yerinden oynatmamıştır.”

Hiç şüphesiz ki, Haneke’nin filmleri üzerinde Bresson’nin etkisi büyük ölçüde hissedilir – görsel haşinliğinde, orijinal müzik yokluğunda ve her şeyden çok insan davranışının itici güçleri hakkında cevap vermekten ziyade bir çok önemli soru yöneltmesinde. Haneke ‘nin ilk uzun metrajlı filmi <ı>The Seventh Continent’i ( 1989 ) ele alalım; film görünüşte sıradan Avustruyalı bir ailenin önce Viyana’daki apartmanlarında kendilerine ait her şeyi yok edip daha sonra topluca intihara teşebbüs ettiği (asıl olarak davanın bu kısmının kendisini çok ilgilendirdiğini söyler Haneke ) gerçek bir olayı dramatize eder. Dramanın gerçek yıldızları bir alarm saati, bir balık tankı ve bir paket donmuş brokoli (ki hepsi de, sahipleri gibi, kötü sonla karşılamaktadır ) gibi görününceye kadar, Haneke’nin ısrarla insanları ve nesneleri ayrıştırdığı – <ı>Amerikan Beauty ve <ı>Little Children filmlerinin onun yanında <ı>Leave It to Beaver kadar hafif varoş filmi olarak kaldığı, varoşun can sıkıntısının ve çılgınlığının bir portresi –insanı endişeye sevk eden bir film. Haneke <ı>Benny’s Video ve onun ardından, manşetten kesilip alınan bir başka olayın – 1993 yılında 19 yaşındaki bir öğrencinin bir Viyana Bankasında eyleme geçirdiği cinayet ve intiharı – ifade edilmemiş öfkeyle için için kaynayan yalnız, ilişkilerden kopuk toplumun değişken bir portresine çıkış noktası olduğu, <ı>71 Fragments of a Chronology of Chance ( 1994 ) ile yola devam etti.

Haneke, vaktiyle, bu üç filmini “duygusal buzlanmanın” serbest bir üçlemesi diye tabir etmişti – dediğine göre, bu onu ömrü boyunca takip edecek kötü talih gibi bir yafta olarak üzerine yapışıp kaldı. Aslında demek istediği basitçe, filmlerinin bu sözde iletişim çağında – Haneke’nin ifadesiyle, “hiçbir şey söylememek için bolca konuştuğumuz bir çağda” – insan ilişkilerinin yıkılmasına yönelik korkusundan çıkıp geliştiği idi.

“Korktuğumda agresif olurum ve bir şeyi anlamadığımda korkarım” diye açıklıyor. “Neden anlamıyorum? Çünkü iletişim yok. İletişim yokluğu tüm kişiler arası problemlerin sebebidir. Yabancı düşmanlığı” – sonraki iki filmi <ı>Code Unknown ve <ı>Caché’nin konusu – “bunun klasik bir örneğidir.”

Üçlemeyle birçok açıdan benzerlik taşısa da, orijinal <ı>Funny Games – telefon ve golf sopası torbası dahil olmak üzere, cansız nesneler grubunun yardımcı rolüne çok fazla önem vermiştir – Haneke’nin filmleri arasında her zaman için özel bir yer tutmuştur. Cannes’daki Resmi Seçimde gösterilen filmlerinden ilki olarak (siyah smokinli galada biletlere kalbi zayıf olanlar için uyarlar eklenmişti) Paul’in kameraya dönerek seyirciyi eylemlerine bulaştırması yoluyla birinci şahsı kenarda tutarak sözde dördüncü duvarı sıklıkla yıkan, en dolaysız yüzleştirme yaptığı filmiydi ve öyle de kaldı. “Ne düşünüyorsun? Kazanma şansları var mı sence?” diye ekranda karakterleri yaşama şansları üzerine bahse girmeye zorladığı bir anda bize sorar. “Makul bir gelişmeyle beraber, gerçek bir son istiyorsun, değil mi?” der ve az sonra vuruşunu yapar.

Film kötü ün salan geriye sarma sahnesine vardığında, izleyicilerin bazısı salondan öfkeyle hayıflanarak çıkmıştı. Yine de, film Haneke’nin, çağdaş sinemanın en uzlaşmazlarından, farklı seslerinden, filmi yaygın oranda seyredilenlerden ( Amerika dahil ) biri olarak, önceki filmlerine oranla daha fazla uluslar arası çapta tanınmasını sağladı ve hemen arkasından, Pedro Almedero’nun yanı sıra, onu İngilizcenin dışında bir dille film yapan dünyanın tanınmış birkaç “isim yapan” yönetmenlerinden biri haline getiren, Fransız dili ortak yapım ( <ı>The Piano Teacher ve <ı>Code Unknown dahil olmak üzere ) serilerine sevketti.

Haneke tam olarak İspanyol çağdaşı kadar tüm dünyaca kucaklanmış sayılmaz. Filmlerinin altı kalın çizgiyle çizilen provokasyonları ona paylayan, insan sevmez ve bedbaht şeklinde eleştiri kazandırmaya devam etmektedir. New York’ta buluştuğumuz gecenin hemen öncesinde, Haneke onuruna düzenlenen bir MoMa yemeğinde, Avusturyalı bir kültür ataşesi ve karısı masamda oturup, akşamın büyük bölümünü beni ağırlamaya ayırdı, ve bu arada yönetmenin çalışması hakkındaki çekincelerini dile getirdi. “Bize bilmediğimiz bir şeyi anlatmıyor, ” dedi karısı, gerek basında gerekse seyirci kitlesi arasında, yönetmene karşı sert eleştiriler yönelten birçok kimsenin duygularını yansıtarak. Haneke, kendi namına, <ı>Funny Games gibi bir filmin herkes için olmadığını söylüyor. “Çoktan beri şiddet görüntülerinden endişe eden ve üzerinde kafa yoran entelektüel kişiler – onlar için, bu çok bariz olabilir, ” diyerek hak veriyor. Bazen de, burjuva ilgi alanlarına uygun burjuva filmleri yaptığı söylenir ki, yönetmen yine burada da, seçtiği konu hakkında “bütün dünyayı ilgilendirmez ama tüm zengin ülkeleri ilgilendirir. Afrika’daki insanların başka sorunları var – benim filmlerimi izlemeye ihtiyaç duymaz. Ben filmlerimi belli seviyedeki bir topluma yaparım, sinemaya gitmeye parası olan ve hoşlanmasalar da, kendilerini içinde bulanlara, ” diye not düşerek suçunu kabul ediyor.

Haneke, onu ne şekilde eleştirirseniz eleştirin, insanları – hem kendi hakkında hem filmleri hakkında – konuşturmayı başarmaktadır. Filmleri Bresson’nın derin izlerini taşısa da, bir Hitchcock veya bir Kubrick’nin – seyircinin beklentilerini çökertmeden önce onları yerlerine yerleştirmeniz gerektiğini bilen yönetmenlerdi – dikkatli ve isabetli içgüdülerine sahiptir. Ve ayrıca seyircinin film sanayinin bütün potansiyel tuzaklarına karşı eşsiz bir özenle uyanık olduğu bir anda, üzerinde olduğunu bile fark etmediği bir halıyı çekip altından almakta ustadır – <ı>Caché’nin boğaz kesme sahnesini görenler buna tanıklık edebilir. Filmin sonunda, zihni allak bullak olmuş seyirci sersemlemiş halde salondan çıkarken kendilerine ve birbirlerine “ Gerçekten o video bantlarını kim gönderiyordu?” diye soruyordu, tıpkı eski jenerasyondan sinemaya gidenlerin Antonioni’nin <ı>Blowup’nin fotoğrafik gerçekliğini ( veya yokluğunu ) ve Coppola’nin <ı>The Conversation’nındaki tuvalet deliğinin içinde ne olduğunu aynı yoğunlukla tartışıp durduğu gibi. Amerikan <ı>Funny Games en az onlar kadar insanı kışkırtmaktadır.

Bu arada, Haneke on yılı aşkın süre sonra yeniden Almanca dilinde çekeceği, <ı>The White Ribbon adlı yeni projesine başlamış durumda. “ Nazileri nazi yapan jenerasyonun eğitimi ile ilgili, ” diyor bana, bu sefer, ön yapım aşamasıyla meşgul olduğu Berlin’de, Noelden önce bir araya geldiğimizde. “Bu benim çok ilgimi çekiyor çünkü Alman faşizmi İtalyan faşizminden tamamen farklıydı ve benim görüşüme göre, bu eğitimle ilgili bir şey olsa gerek.”

Haneke, <ı>Funny Games’nin<ı> Sundance Film Festivalinde Amerika prömiyerini yapmasından bir ay önce, şehrin kalabalık caddesi Kurfürstendamm’daki bir Viyana barında birlikte schnitzel yerken, Amerikan yapımı film denemesini yüzünün akıyla başarmış olmanın rahatlığını yaşıyor gibi görünüyor. Başka bir Amerikan filmi yapıp yapmayacağını sorduğumda, sadece <ı>Funny Games’nin bu aşamayı nasıl aşacağını görmeyi beklediğini söylüyor. “Eğer bu bir başarı olursa, başka teklifler alabilirim. Olmaz ise, hiç teklif gelmez, ben de Avrupa’da devam ederim.”

Öte yandan, sokaklar Noel heyecanıyla dolup taşarken, Haneke’nin kafası son anda ortaya çıkan bir dizi sıkıntıyla meşgul. Kameralar <ı>The White Ribbon’yı çekmeye başlamış ama proje daha şimdiden bir dizi belirgin aksiliklere maruz kalmış; filmde oynaması düşünülen, Haneke’nin uzun yıllar beraber çalıştığı (<ı>Benny’s Video ve <ı>Funny Games’de baba karakteri ) ve Oscar kazanmış Alman filmi <ı>The Lives of Others’nin gizli telefon dinleyicisi karakteriyle dünya çapında ün kazanmasından kısa süre sonra, Temmuz 2007’de mide kanseriyle mücadelesine yenik düşen, yıldız Ulrich Mühe’nin ani ölümü buna dahil. Bundan başka, prestijli bir Amerikalı sanat evi distribütörü filmi ortak finanse etmek üzere anlaşma yapmasının ardından, Haneke’nin filmi siyah-beyaz çekmeye niyetlendiğini öğrenmesiyle projeden çekilmiş.

“C’est difficile, c’est difficile, ” (çok zor) başını sallayarak tekrar tekrar söylüyor ve devam ediyor, “Haneke sinir bozukluğu ve aşırı psikolojik baskılar üzerine filmlerde ustadır şeklindeki bir izlenimi ilk kez almıyorum.” Haneke müzikte kalmış olsaydı, ihtimal Stravinsky gibi, konserleri seyirciyi aşırı beğeni ve iğrenmenin eşzamanlı yükselişiyle irkilterek uyandıran bestecilerden biri olurdu. Aynı şekilde, onun bu uyumsuz sinema senfonileri sistemimize yönelttiği darbeleri inceden inceye vurmaya devam ediyor. Haneke’nin de tam olarak istediği şey bu. “Bütün filmlerimde, gerçeğe karşı içten bir güvensizlik yaratmaya çalışıyorum, ” diyor. “Çünkü bütün bilgilerimizi medyadan alıyoruz, gerçek hakkında bir şey bildiğimizi sanıyoruz. Aslında, hiçbir şey bilmiyoruz. Gerçekte, tek bildiğimiz bizzat tecrübe edindiklerimizdir. İşin tehlikeli yanı bir şey bildiğimizi sanmaktır. Bizi kullanmaya niyetlenenlerin hazır kurbanı oluyoruz.”

Haneke ile röportaj bir sonraki yazıda…

 
Toplam blog
: 103
: 8825
Kayıt tarihi
: 18.10.08
 
 

İngilizce Öğretmeniyim. Ek olarak makale, kitap çevirisi yapıyorum. Antalyanın bir yerel gazetesinde..