Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ağustos '08

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Midilli'den bakınca karşı yaka memleket

Midilli'den bakınca karşı yaka memleket
 

Her Yerde Bulunur da, Midilli Eksik mi Kalsın?


Dünyanın her yerinde mutlaka Karadenizli bulunur, diyenler bir kez daha haklı çıktı…


Midilli’de adım başı Türk turistle karşılaşmak mümkün. Yanı sıra, kökleri Anadolu’da olan çok sayıda Adalıyla da tanıştım. Edremit, Ayvalık, Foça, İzmir, Aydın, Bursa... Ama Karadenizli Midillili?… Öylesine rastlayacağım aklımın ucundan geçmezdi…


Ege kıyılarında tatil yapmak üzere yola çıktığımızda nerede, ne kadar kalacağımıza karar vermemiş, herhangi bir rezervasyon yapmamıştık. İlk iki gün Assos’ta konakladıktan sonra, hemen karşı yakadaki Midilli’nin neredeyse yüzme mesafesinde olduğuna kanaat getirince, oraya geçmeye karar verdik.


Pasaportlarımız cebimizde... Vizemiz de var… Başka hiçbir şeye ihtiyaç kalmıyor…


Ayvalık Gümrüğü'nün hemen yanı başındaki Jale Tur'dan içeri adımım attığımda, kaç dereden su getireceklerini merak ediyordum doğrusu. Korktuğum gibi olmadı. Kişi başı 50 Euro verdiniz mi, başka hiçbir şey yapmanıza gerek yok. Bu fiyat gidiş-dönüş üstelik.


Ayvalık'tan her akşam feribotla Midilli'ye sefer var. Her sabah da dönüş. Yani gittiniz mi, bir gece konaklamanız kaçınılmaz. Aynı zorunluluk Yunanlılar için geçerli değil. Onlar sabah geliyorlar, beğenirlerse kalıyor, beğenmezlerse, akşam evlerine dönüyorlar.


Türk olmanın cefası bu kadarlar bitse iyi. Diyelim arabanızla geçmek istediniz Midilli'ye. Elbette mümkün. Ama triptikti, turingti, bakmışsınız 1.000 YTL'niz pırr! Bu yüzden feribotta Türk plakalı araç yok. Dileyen Türkler orada kiralıyorlar.


Feribotun kalkış saatinden 40 dakika önce limana gittik. İyi ki öyle yapmışız. Feribot dediğiniz öyle Harem-Sirkeci feribotlarından değil, demir alıp ayrıldıktan sonra denize düşmeyi göze alıp içeri zıplayasınız.


Elimiz kolumuzu sallayarak içeri girecekken, görevli durdurdu bizi, eliyle binanın içindeki dar koridoru gösterdi. Koridora girdik, sola döndük... O da ne! İnsanı sola saptığına pişman edecek bir kuyruk! En az kırk kişi pasaport işlemleri için bekliyor...


Görünüşü ürkütücü olan o kuyruğun erimesi- yalanım varsa yamuk yumuk olayım- en fazla beş dakika sürdü. Önümüzdekilerin hepsi Yunanlı. Polise bir kağıt parçası veriyorlar, o da kağıda bakarak, bir iş merkezine gelenlerin kimliklerini bıraktıkları bankoya benzer bir yerden aldığı kimliği iade ederek geçişlerine izin veriyor. Koca memleket bir iş merkezi statüsünde adeta. Tabii sıra bize gelene kadar. O anda, "Ben iş hanı değil, devletim yahu, " diyerek, başlıyor isteklerini sıralamaya:


"Pasaport?"

"Buyrun."

"Vizeniz var mı?"

"Var."

"Çıkış harcınız?"


Başımdan kaynar sular dökülüyor o anda. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki, harç isteyecekleri doğrusu aklımıza hiç gelmemişti.


Neyse ki devletimiz bizim bu işi unutacağımızı tahmin ederek, çekmeceye bir sürü pul zulalamış. Pasaportlarımıza birer tane yapıştırıyor, damgayı basıyor, çıkışımıza izin veriyor, bizden önceki 40 Yunanlının hepsinin işlemini hallettiği süre içinde. E, Türk olmanın bedelini en başta kendi devletimiz ödetmeli şüphesiz.


Bu cümleyi, pasaportlarımı elime aldığımda yüksek sesle dillendiriyorum.


"Maalesef öyle" diyerek bana katıldığını ifade ediyor anarşist ruhlu muhalif polis.


Midilli’de yaşayan Yunanlıların önemli bir kısmı alış verişlerini Türkiye’den yapıyor. Özellikle perşembe günkü Ayvalık pazarına Yunanistan’dan en az 250 kişi gelirmiş. Bindiğimiz feribottaki dolu çantaların yanı sıra dolaplar, kapılar ve resim çerçeveleri bunun göstergesi.


Ayvalık’tan Midilli bir saat kırk dakika. Gökçeada ya da Bozcaada’dan daha kısa anlayacağınız. Adaya yanaşırken herhangi bir ilginçlik çarpmıyor göze. Yeşilin olmadığı çorap bir toprak hissi veriyor.


Limana girdikten sonra, tıpkı bizim gümrükte olduğu gibi Yunanlılar vınlayıp giderken, Türkler dakikalarca pasaport kontrolünden geçiyor. Limanın olduğu yer bir koy ve bizim Karaköy ya da Kadıköy vapur iskelesinden pek farklı değil. Belki biraz daha bakımlı. Öyle insanın gözüne giren çıkıntılı tabelalar burada yok. Kaldırımların yüksekliği medeni ölçülerde, binaların dış görünüşleri iyi...


Sahil boyu kafeler, barlar, turistik eşya satan dükkanlar ve bankalar yan yana sıralanmış. Bir de çok sayıda araba kiralama şirketi var. Adaya gelenler, merkez olarak kabul edilen Mytilini dışına çıkacaksa, en uygun araç, kiralık araba. Bizdeki minibüs sistemi oraya ulaşmamış.


Lokantalar, bir yayı andıran sahil şeridinin bir ucunda yan yana dizilmişler. Balıktan, pizzaya, dönere, kebaba kadar her şey var. Önünden geçtiğiniz lokanta İngilizce lâf atarak davet etmekle kalmıyor, bizdeki eski Kapalıçarşı esnafı gibi adeta kolunuza yapışıyorlar.


Bir balık lokantasına yerleşiyoruz. Menüye baktığımızda görüyoruz ki, bizdeki çeşitlilik burada yok. Hemen karşı yakadaki Cunda’daki lokantalardaki zenginliğin burada zerresi bulunmuyor. Bizim çoban salatasının üzerine Hacı Şakir kalıp sabun büyüklüğünde beyaz peynir koyarak Greek Salat dedikleri salata ile midye, kalamar ve birkaç meze ısmarlıyoruz.


Balık siparişi de vereceğiz ama Rumeli Kavağında yemiş olduğum kazığın acısı henüz geçmediğinden, seçim yapmak ve fiyatları öğrenmek için tezgâha yanaşıyorum. İsmini bilmediğim, muhtemelen çipura ile levreğin çiftleşmesinden meydana gelmiş koca bir balık ilişiyor gözüme. Bir kilodan biraz fazla. 80 Eurodan açıyorlar pazarlığı ve bir cent aşağı inmiyorlar. Bende o balığa o parayı verecek göz var mı? Zaten mezelerden yeterince doymuşuz, balıktan vazgeçiyoruz.


Şarabımız bitmek üzereyken, garson bir şişe daha açıyor. Böyle bir sipariş vermediğimizden müdahale ediyorum. Gülümseyerek birkaç masa ilerideki bir adamı işaret ediyor. O göndermiş. Bu, feribotta tanıştığımız emekli doktor Mihailis. Babası Foçalıymış. Evde sürekli Türkçe konuşulduğundan ve uzun süre Türklerin yoğun olarak yaşadığı Gümülcine’de hizmet yaptığından, oldukça güzel Türkçe konuşuyor. Bir ayağı Türkiye’de. Hatta oğlu Bursalı bir kıza sevdalandığından yakında kızı istemeye gideceklermiş.


Teşekkür için yanına gidiyorum.


“Aslında Uzo gönderecektim ama kandil dolayısıyla belki içmezsiniz diye düşündüm, ” diyor.


Kandilin bir önceki gün olduğunu hatırlatıyorum. O gece şarap da tüketilmediğini elbette.


Bizim Çiçek Pasajı’nda olduğu gibi, burada da seyyar satıcıların ardı arkası kesilmiyor. Oyuncaktan, elektroniğe kadar her şeyi satıyorlar. Bir de çalgıcılar...


Küçük bir kız uzun süre akordeon çalıyor yanımızda. Elimi cebime atıyorum ama metelik Euro bulunmadığımdan elime gelen en küçük banknotu uzatıyorum: 5 YTL. Kız bozularak, belki de gelmişimi geçmişimi kalaylayarak uzaklaşıyor yanımızdan.


Sıra hesabı ödemeye geldiğinde, kredi kartı geçmediğini öğrenerek ikinci bir şok geçiriyorum. Adanın birçok yerinde kart geçmiyor. Pastaneler, oteller, kafeteryalar, hatta benzin istasyonları hep nakit çalışıyor. Kart kabul edenlerde ise POS makineleri yerine eski usul aletler var.


Neyse ki zulada bir 100 Euro saklamışım. 33 Euro tutan hesabı ödemek için parayı uzatıyorum. Birkaç dakika sonra üstünü getiriyorlar. O arada, bitişik masadaki Türk gurubuyla sohbete dalmışız. Garson 17 Euro’yu elime tutuşturuyor ve hızla uzaklaşıyor. Öderken 100 Euro verdiğimden en ufak bir tereddüdüm olmadığından arkasından seslenip 50 Euro daha vereceğini hatırlatıyorum.


“Pardon!” dedikten sonra yanlışlıkla gömlek cebine girmiş olan parayı çıkartıp uzatıyor.


Yaptığı, dalgınlığımdan yararlanmak için giriştiği ucuz bir numara mıydı, yoksa gerçekten yanlışlık mı olmuştu; emin değilim. Genelde, adadaki herkesten çok yakın ilgi ve sıcaklık gördüğümden, bunu basit bir unutkanlık olarak kabul ettim.


Gelen hesap bizdekilerle kıyaslandığında oldukça makul. Kaldığımız oteller de, hemen karşıdaki Assos ve Ayvalık’tan en az yüzde 40 ucuz...


Saat 24.00’e gelmek üzereyken, ertesi gün için araç kiralamak üzere Hertz’ten içeri atıyorum adımımı. Bu tür şirketler gece yarılarına kadar açık. Dükkanlar ise haftanın ilk üç günü öğleden sonra kapanıyor. Fazla çalışmayı böyle telâfi ediyorlar belki de.


Hertz şirketinin sorumlusu Marios acayip cana yakın bir adam. Türk olduğum öğrenince daha da ilgi gösteriyor.


“Biliyor musun, ” diyor, “En iyi müşterilerin hep Türkler.”


Sözlerinin mübalağa olmadığını anlatmak için şöyle sürdürüyor:


“Adaya gelenler hep elit Türkler...”


Ertesi sabah arabayı almaya gittiğimde, basit bir teslimatın tam 70 dakikada yapılması canımı sıkıyor. Üstelik benden önce sadece bir kişi var sırada. Bu durumdan Marios da şikayetçi.


“Atina’dan buraya üç günlüğüne geldim, ” diye şikayete başlıyor. “Ve iki ayı geçti hâlâ buradayım. Maalesef adam yetiştiremedim.”


Aracı teslim aldıktan sonra adanın kuzeyine, Molivos’o doğru yola çıkıyoruz. Buraya gidişin iki yolu var: Birincisi kıyıya paralel olanı; ikincisi içeriden, adanın tam ortasından giden yol. Gidişi sahilden, dönüşü ortadan yapmaya karar veriyoruz. Hem Marios’tan öğrendiğim, görmemiz gereken yerleşim yerleri sahil kesiminde.


Yollar oldukça güzel. Daha doğrusu ana yollar fevkalade ama arka sokaklar delik deşik, bakımsız. Ancak, son derece düzgün bir yoldan giderken, bir de bakmışsınız mıcır ya da toprak bir yola girmişsiniz. Ya eldeki asfalt bittiğinden ve yenisi için tahsisat çıkmadığından böyle olmuştur ya da bozuk yerde belediye başkanlığı rakip partide. Ne diye yolunu yapıp adama oy kazandırayım, diye düşünmüş olabilirler. İnsanın aklına başka bir şey gelmiyor.


Marios’un övgüyle bahsettiği ve haritada kalın harflerle yazılı yerleşim yerleri beklediğimiz gibi çıkmıyor. Birisinde sadece üç lokanta var, diğerinde hiç yok.


Gözümüze kestirdiğimiz bir kafede kahvaltı yapmaya karar veriyoruz. İnsanlar ne kadar iyi niyetli ve candan olurlarsa olsunlar, hizmet işi biraz da yetenek galiba. Garson kız o kadar yavaş ki, önce kahvelerimizi getiriyor... Kahveler bitiyor, ama daha kahvaltılıklar yok ortalıkta... Mecburen ikinci kahveleri ısmarlıyoruz. Bu defa kahvaltı bitiyor, kahve yok! Kahve ile kahvaltıyı bir arada alamıyoruz anlayacağınız.


Kahvaltımızı bitirince Molivos’a doğru yola devam ediyoruz. O ana kadar bana fazla zorluk çıkarmayan yolun seviyesi birden yükseliyor. Aşağısı en az iki yüz metrelik bir uçurum. Hani ez kaza aşağı düşecek olsanız, aynı hızla yukarı yükselirsiniz. Sırtınıza takılmış yepyeni kanatlarınızla. Benim gibi yükseklik korkusu olanlar için geçilebilecek gibi değil. Allah’tan bariyerler var da, titreyerek de olsa, terleyerek de olsa, geçiyoruz.


Türkiye’ye dönüşte eşim, illa Kaz Dağlarına çıkalım diye ısrar edince, otel görevlisine yolun nasıl olduğuna soruyorum. O da, bir hafta kadar önce katıldıkları turda Fransız kız arkadaşıyla oraya çıktığını söyledikten sonra ekliyor:


“Bizim şoförler çılgın... Defalarca çıktıkları için yolu biliyorlar, ama kız arkadaşım çığlık çığlığaydı...”


Eşime, ben vazgeçtim, diyecek oldum, ama kurduğu cümle ikna edici:


“Sen bakma onun öyle söylediğine! Kız, ona sarılmak için yolu bahane etmiştir.”


Keşke öyle olsaymış! Altınoluk’un havasının temiz olmasını sağlayan kanyon boyunca gittik. Yerden yüksekliği 600 metre. Arabayı durdurup aşağı baktığımda, az kalsın geri kalan 20 kilometreyi yürüyerek dönecektim. Ve tek arabanın ancak geçebileceği o yol asfalt değil, toprak... Kenarda tek bir korunak bile yok...


İşte Kaz Dağları ile kıyaslandığında Molivos yolu TEM gibi duruyor...


Kasabaya girdiğimizde o yola değdiğine karar veriyorum. Küçük ama son derece şirin bir yer burası. Tepeye doğru arka arkaya sıralanmış taş evler, Arnavut kaldırımlı daracık sokaklar ve tertemiz bir deniz. Denizi çok da fazla sevmeyen ben bile her fırsatta suya dalıyorum...


Ertesi sabah erkenden Molivos kalesine çıkıyoruz. Otel sahibi en iyi yöntemin taksiyle gidip, yürüyerek dönmek olduğunu söylediğinden, onun tavsiyesine uyuyoruz. Kale Bizans döneminde yapılmış. Broşüründe anlatıldığı kadarıyla, Osmanlı tarafından da korunmuş.


Herhangi bir özelliği yok. Duvarları, taşları olan bildiğiniz tipik bir kale. Kasabaya bakan tarafları restore edilmiş, diğer tarafları ve içi dökülüyor. Yunanlılar, atalarının eserlerine yeterince sahip çıkmamışlar anlaşılan.


Bir de, her açık hava müzesinde duyduğum keskin amonyak kokusu burada da var. Tarihi yerlere çiş yapmanın nasıl bir keyfi var, anlayabilmiş değilim. Bilsem, her şeyi göze alıp, ben de deneyeceğim.


Kalenin tek güzelliği Türkiye’ye yakınlığı. Tepeden bakınca memleket o kadar yakın görünüyor ki, neredeyse Boğaz’ın karşı yakası... Uzansam değeceğim ülkem, bir-iki gün sonra döneceğimi bildiğim halde öyle bir gözümde tütüyor ki, Cem Karaca’nın o şarkısını anımsıyorum.


12 Eylül’de ülke dışına kaçmak zorunda kalıp, bir daha geri dönüp dönemeyecekleri belli olmayan, hatta "Memleketim... Memleketim..." diye hasretini şiirlerine döken... Ya da kavuşmanın imkânsızlığını, "Ölürsem bir köy mezarlığında gömün beni...” dizelerine yansıtan rejim muhaliflerinin, Adalardan ülkelerine bakarak iç geçirmelerini anlatan şarkının sözleri şöyle:


Şu adadan şu Bodrum’a yüzesim gelir.

Yüzsem de çıkmamam ki, oh be!

Kuş olup da o yakaya uçasım gelir.

Uçsam da, konamam ki, oh be!

Geceleri ben adadan Bodrum’a bakardım.

Işıkları ben görürdüm, oh be!

Türküleri ben dinlerdim.

Gökyüzünü ben koklardım.

Ve de nasıl özlerdim, oh be!


Aynı özlemi, İkinci Dünya Savaşında, Nazi İşgalinden kaçıp ülkemize sığınan Yunanlı mülteciler hissediyor...


O anda içimden dua ediyorum: Tanrı kimseyi ülkesine özlemle bakmak zorunda bırakmasın!


Kaleden ayrılırken, girişteki odada oturan üç görevlinin üçünün birden fosur fosur sigara içmesi tuhafıma gidiyor. Hem bir kamu kurumu, hem kapalı mekân, hem de üç kişi aynı anda. Olacak şey değil! Yunanlıları gördükten sonra “Türk gibi sigara içmek” tabirinin ne kadar haksız olduğunu düşünüyorum. Adada sigara kullanmayan yetişkin insan yok neredeyse. Herkes sigara içiyor.


Muhaliflik ve çıkıntılık görevimi burada da yerine getirip, kapalı alanda sigara içmeye sınırlama olup olmadığını soruyorum görevlilerden birine.


“Var!” diyor pişkince.


Peki bu ne? anlamında içerideki kesif dumanı işaret ediyorum.


“Burası kapalı alan değil ki, ” diye yanıtlıyor gülümseyerek ve önündeki açık camı göstererek.


Kalenin içi bakımsız olsa da, inişi gerçekten yürümeye değer. Uzaktan bakılınca insanı büyüleyen taş evler sıralanmış yana yana. Minik dükkanlar serpilmiş aralara. Bakkaliye, hediyelik eşya satıcıları, kafeteryalar...


Öğlen yemeğimizi sahilde bir restoranda yiyoruz. Burada da müşterilere karşı çok sıcak ve sempatikler. Ama kendi aralarında öyle bağırarak konuşuyorlar ki, kavga ettiklerini sanırsınız. Kavga ettiklerinde de, nasılsa gene muhabbet ediyorlardır, diye düşünmeniz işten bile değil.


Yemek sonunda sütlü kahve ısmarladım, ama garson kapuçino getirdi. Geri çevirdim, itiraz etmeden götürdü. Ocağa gittiğinde birden bağrışmalar yükseldi. Her zamanki sohbetlerinden b iri değilse, siparişi alan garsona çıkışıyordu besbelli. Birkaç dakika sonra ikisi birden, suratlarından düşen bin parça, dışarı çıktılar. Servis yapan garsonu yanıma çağırdım.


“Bizden dolayı mı atıştınız?” diye sordum.

“Evet, ” dedi tereddütsüz, “Ama bunda sizin bir kabahatiniz yok.”


Siparişi alan garsona bizim ne istediğimizi sormuş. O da “Sütlü kahve!” diye yanıtlayınca, bizimki köpürmüş: “Sütlü kahve siparişi alıyorsun ama kapuçino yapıyorsun.”


Berikinin cevabı ilginç:


“Ha sütlü kahve, ha kapuçino! Kolayıma geldi onu yaptım. Nerden bileyim adam geri çevirecek.”


Akşama doğru Mytilini’ye dönüş için aracımızı park ettiğimiz yerden alıyoruz. Adadaki park yerlerinde değnekçi olmadığı gibi, her adımınızda sizden bir şeyler koparmaya çalışan belediye görevlileri de yok. Yer bulduysanız aracınızı sorunsuz park ediyorsunuz.


Adayı ortadan bölen dönüş yolu, sahil gibi uçurumlarla dolu değil. Birkaç keskin viraj dışında, rahat bir sürüş imkânı sağlayacak kadar geniş. Adanın, uzaktan bakıldığı gibi çıplak olmadığını ancak bu yolda anlayabiliyorsunuz. Her taraf çam ve zeytin ağaçlarıyla dolu; yemyeşil.


Tek sorun Yunanlı sürücüler. İstanbul şoförlerini mumla ararsınız orada. Yavaş sürüyorsanız, önce selektör, ardından korna ile rahatsız ediyorlar, sonra tamponunuza kadar yanaşıyorlar. Bizdeki yol verme kibarlığı onlarda asla yok. Yayalara bile toleranslı değiller.


Kasabada, dönüş feribotunu beklerken sokaklarda vakit öldürüyoruz. Bir pastane çıkıyor karşımıza. Tabelasında Yunan harfleriyle KAPA?ENI??H? yazılı. Bu harfleri tanımasam da, Karadeniz’le ilgili bir şeyler yazıldığı ilk bakışta anlaşılıyor:


Ayaklarım içeri götürüyor beni, kasadaki genç kıza, dışarıdaki tabelada ne yazdığını soruyorum.


"Karadenizli, " diyor.


Tam da düşündüğüm gibi.


"Peki kim bu Karadenizli?" diye soruyorum merakla.


"Benim, " diyor kız, "Benim soyadım Karadenizli."


Dedeleri Mübadeleden önce göçmüşler Karadeniz’den. Yaklaşık yüz yıl kadar önce. Kız, hangi kent olduğunu bilmiyor, ama bu soyadını kullandıklarına göre, Karadeniz’i çok önemsemişler.


Kıza ismini sormak gelmedi aklıma. Soyadını alacak kadar Karadeniz’e aşık bir aile, çocuklarına Fadime ismini vermiştir belki de.


Benzerleri bizim ülkemizde de az değil. Anadolu’dan göç edip Adalarda yaşayan Rumlar kadar; Adalardan göç edip Türkiye’de yaşayan Türk var. Kaçının soyadı Giritli, Midilli, Sakız, Rodos kim bilir?...

 
Toplam blog
: 173
: 2173
Kayıt tarihi
: 03.10.07
 
 

1958 Trabzon doğumlu. Darüşşafaka Lisesi ve M.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu. Yazdığı kitapla..