Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Mart '11

 
Kategori
Siyaset
 

Millî bütünlük problemimizde solun ahlâkî çıkmazı

Millî bütünlük problemimizde solun ahlâkî çıkmazı
 

Solla ilgili eleştiri yapmak memleketimizde zinhar günahtır! Sol, sol kampa göre, ahlâkın, insanlığın tek şekli ve gereğidir. Bir insan solcu değilse ya henüz insanlaşmamıştır veya insanlık düşmanıdır. 

Bunu nasıl bu kadar keskin mi iddia edebiliyorum? Sadece Nihat Genç’in yazılarına bakmanız bile yeter, Mahir Çayan ‘la sabrınızı zorlamanıza gerek yok. Solculardan birinin çıkıp da “Hemşerim o kadar büyük konuşma, boğazına durur!” dediğini hiç işittiniz mi? Ben de işitmedim. Neden böyle bir yazı yazmak ihtiyacı hasıl oldu? Çünkü memleketimiz bir yol ayırımında ve solun ibreyi ne tarafa çevireceği az çok belli oldu: Etnik ırkçılık tarafına… Çünkü bunun yanında, “sağcı” olmanın ahlâksızlık olduğu anlamında saçmalıklar ayyuka çıktı! Sağ ile ilgili her türlü fütursuz sol saçmalık yayınlanırken solun bilhassa ahlâk felsefesi eleştirisinin yapılmaması haksızlık olurdu. 

Peki bu hengâmede etnik ırkçılarla mücadele etmek dururken neden “ulusalcı” davranan solcular da olduğunu görmezden gelip sola toptan yükleniyorum? Çünkü solda, solun yanlışlıklarını eleştiren vicdanî bir tepki, bir eleştiri göremiyorum. Bu noktadan solun ikircikli ahlâk felsefesine girmek istiyorum. Neden ikircikli diyorum? Çünkü sol kesim, tepkilerini “adamına göre” vermiştir, vermektedir. Kim ki “soldandır”, yaptığı şey yanlış dahi olsa susulmalı ve “devrim” engellenmemelidir. Tarih Bolşevik alçaklığının, sol denen kesim üzerinde yürüttüğü kasaplığın kanlı imzalarıyla doluyken, adam öldüren, soygun yapan Mahir, Deniz gibi adamlar hâlâ solda birer kahraman olarak sayılmaktadırlar. Bu adamlar vatanımızın bütünlüğüne, değerlerimize kast eden, Türk adını enternasyonalist gerekçeleriyle reddedip millî egemenliğimizi komünizm adına milletleşmemiş topluluklara bölüştürmek isteyen adamlardı. Böyle düşündükleri bir hakikat olmasına rağmen bunu açık açık söyleyemezsiniz, derhal sol, SBF’ye kendilerinden başkasının afişinin asılmasına tahammül edemeyen yavrularının hırçınlığıyla size saldırır, sizi susturur. 

Bakınız Hocalı Katliamı’nın yıldönümünde bundan iki veya üç yıl evvel, Ermeni zulmünü kınayan Azeri öğrencilere ODTÜ’de saldıran enikler gibi... Sola göre insan her zaman isyan ve eleştiri halinde olmalıdır. “İnsan, başkasının egemenliğinde olmalıdır! Başkasının sömürüsü altında yaşamamalıdır…” Solun ahlâk felsefesinin özünü bu iki cümle ile ifade edebiliriz. Mesele şudur: bu iki cümle o kadar “geniş” ve anlamsızdır ki anlamı belirleyecek bir sınırlarının olmamasından dolayı istendiği gibi yorumlanabilirler. Zaten solun “pratiğini” belirleyen de bu tip muğlâklıkları kendilerine göre yorumlayan bir avuç seçkinin aklîleştirmelerinden ibarettir. Sol mantığın genel şekli şudur: “Bir şey, şu şartlar altında böyle, başka bir şart altında şöyledir. Öyleyse insan davranışları da şartlar değiştikçe değişmeli.” Sol mantık, “şeylerin değişmesi” hakikatini çarpık bir algılayışla böyle yorumlamıştır. Şeylerin değişmesi demek başka şeyler olmaları, başka şeyler haline gelmeleri anlamına gelmez. Bir ayakkabı ir ayakkabı olarak eskir, eskidiğinde mamut haline gelmez! Bu şekilde idealizme karşı çıktığını sanan sol aslında şeylerin değişip başka şeylere dönüştüğünü söylerken, değişmeyen bir öz fikrine bağlandığının dahi farkında değildir. Yani? Bir ruh vardır ve o ruh, değişen şekiller arasında gezip durmaktadır, solun diyalektikle açıklamaya çalıştığı “değişim” mantığı budur. Bu size saçma geliyorsa, Marx’ın değişimin “değişmeyen özü” fikrini bir kere daha düşünmenizi öneririm. Marx , “değişimin değişmeyen özünü” bulmaya çalışıyordu ve değişimin değişmeyen özü fikri idealizmin ta kendisiydi! Ama Marx, muhtemelen, bunun sapına kadar idealizm olduğunun farkına varmıştı ki değişim “idesini” anlamak yerine değişimin görünümleriyle uğraşmayı daha kolay buldu. Ama şunu unutmuştu, her şey değişiyor ve başka bir şeye dönüşüyorsa, o zaman şeylerden bahsedemezdik. Daha doğrusu hakkında konuşulacak hiçbir şey olmamalıydı. Çünkü şu anda “yumurta” dediğim şey iki saniye sonra yumurta olmuyordu. İki saniyede bozularak artık yumurta olmayan şey, ne oluyordu, ne haline geliyordu, peki? Başka bir şekilde söylersek bir şeyin dönüşmesi, değişmesi halinde dönüştüğü şey, gene bir “şey” olmuyor muydu? Eğer her şey bilinmez şeylere sürekli dönüşüp duruyorsa biz nasıl oluyor da “Yolda yürüyor, su içiyor, kitap okuyabiliyorduk?” Bir şey “aynı anda” başka bir şey olabiliyorsa o şeyin varoluşunun bağlamı, aynı anda var olan bu iki şekilden hangisine göre gelişiyordu? 

Günümüzde kuantum fikrinin Marx’ın fikirlerini ispatladığı kanaati başta Alatlı olmak üzere az sayıdaki düşünen beyin tarafından iddia edilse dahi, atlanan nokta şuydu: Kuantum fiziği “zamanın bir bölümünde” şartı ile görünümlerin değişmesinden bahseder. Yani kuantum fiziği “bir zaman ve başka bir zaman” şartını kullanmaksızın farklılığı açıklayamaz. “ Bir zaman ve başka bir zaman” demek bu anın eşsizliği ve tekliğini kabul etmek demektir. Ve bu anın tekliği içinde her şey, ne ise odur! Eğer zamanı dondurup ”anlık” parçalara bölebilseydik belki iki farklı anda iki farklı evreni gözleyebilirdik. Ama mesele şu olacaktı ki her iki evrende var olanlar da ancak kendi “zaman bağlamlarında” tek ve değişmez olarak varlıklarını sürdürüyor olacaklardı. Zaman, bizin evrenimizdeki ardışık tutarlılık anları olarak bizim için eşsiz ve tek olarak var olduğundandır ki bir şey ne ise odur!Bu an ne ise o olan şey, bizim evrenimizde, bir sonraki an da o olacağından dolayıdır ki çelişmezlik tabiatın ikinci yasasıdır. Eğer bir an ve bir saniye sonra timsah olacağınızı bilseniz ve sonraki an ne olacağınıza dair hiçbir bilginiz olmasa nasıl yaşayabilirdiniz? Veya şöyle soralım: Şu anda hem katil hem masumsanız size hangisine göre muamele edilmelidir? Bir insanın bir an masumken diğerinde katil olması halinde dahi insan olmak hakikatinin değişmezliğini bildiğimiz içindir ki onu sorumlu tutar ve mahkûm ederiz. Çünkü masumiyet ve cinayet birbirlerinden farklı şeylerdir! Hani komünizm geldiğinde - ki komünizm bal gibi Marx’ın hayalindeki bir “idealdir” ( bilmeyenler için söyleyelim, solcuların bir insana ettikleri felsefi hakaretlerin başında onun idealist olduğu gelir)- insanlar sabah balık tutup öğleden sonra kitap eleştirisi yapacak ve bunları yapmasalar dahi, “içinden bal ve süt akan ırmakların kenarında” insanca” var olacaklardı ya? Marx değişimin komünizmle duracağını sanıyordu, çünkü kafasında, bütün felsefesini dayandırdığı iktisadî model kendi gözüyle gördüğü ve sınırlı bilgisiyle kavrayabildiği bir ortamın yarı dondurulmuş haliydi… Marx bu dondurulmuş halin, değişimin değişmez özü olduğunu sanıyor, sanmasa bile bize öyle yutturmaya çalışıyordu. Neden “yarı dondurulmuş” diyorum? Çünkü iş arzının ( işsizler ordusu) arttığını ama iş talebinin durağan kalacağını iddia ediyordu. Teknolojik gelişmeyi de bu talebin gelecekteki gerileme gerekçesi olarak sunuyordu. Böylece çelişkiler ortadan kalkacak ve herkes birer “melek” haline gelecekti. Yani şartları zorla değiştirdiğimiz takdirde insan doğasındaki çelişkiler de kendiliğinden değişecek ve böylece insanların vicdanları, egoları, fikirleri gibi lüzumsuz ayrıntılarla uğraşmaya gerek kalmayacaktı. Bu sebepten dolayı solcular komünizm ideali dışındaki her halin bir “sapma” olduğunda ısrarcıydı. O “ideale” ulaşmak için de ne gerekiyorsa yapılmalıydı, çünkü o ideale ulaşmak için girişilecek katliamların nasıl olsa “bir şekilde” mazur gösterilebileceğini düşünüyorlardı. İçinde yaşanan ortamın “anormal” olduğunu düşünürseniz o ortamı yıkmanız sizin üzerinize bir vazife haline gelir ki dünyadaki bütün Marksist rejimlerin katliam yapmasının temel mantığı da budur. Solun “amaç güdülü ahlâkının ” da temelinde, aynı şekilde “yerçekiminden şikâyetçi” olmak nevrozu yatar. Devrimcinin durmaksızın bir şeyleri devirmek istemesi, içinde yaşadığı evreni çarpık algılamasındandır. Emekçinin hakkını savunduğunu söyler ama emekçinin en az çalışarak en fazla parayı kazanmak istediğini bilmez. Çünkü emekçi dediğinin insan olduğunun farkında değildir. İşverenin işçinin emeğini sömürdüğünü iddia eder ama aynı şeyi üreten iki fabrikanın verimliliğinin “emek-değer” denen düşünceyi nasıl baştan yanlışladığını anlamaya çalışmaz. Veya “emek değer” kuramında bir sektördeki bütün işçilerin sanki aynı ücreti aldıkları gibi bir saçmalıkla, günlük hayattaki emek arzındaki rekabetin nasıl açıklanacağını bilemez. Bunlar insanların “doğal” olarak yaşayıp rıza gösterdikleri şeylerdir, çünkü bunları gerçek insanlar yapmaktadır! Sol bu açıdan, ciddi bir algılama bozukluğunun politiğidir. Solun, bundan dolayı, barışçıl gibi görünen tek hali, liberalizmin ilkelerini sömürerek oluşturduğu sentetik “sosyal demokrasi” uygulamasıdır. Burada bile, özünde, “sosyal” olan karşısında bireyin mümkün olduğunca ezilmesine dayalı bir ahlâkî ikiyüzlülükle karşılaşırız. Burada da solun yerçekiminden rahatsızlığı devam eder ve dikkat edilirse bir sosyal demokraside yasama organının hukuk mantığı pozitivist ve mülkiyet hakkının yıpratılmasına ve sonunda yok edilmesine yönelik olarak kazuistik bir mantıktır. Yani hayatın her alanının yasama organı eliyle her ayrıntısına kadar düzenlenmesi, kısacası emir altına alınması mantığı… Sosyal demokrasinin sosyalizm gibi kaba ve vahşi görünmemesinin sebebi, insanlarda mülkiyet, hayat ve hürriyet haklarına saygı duyacağına dair oluşturduğu illüzyondur. Oysa özünde solun bu parçası da komünizmi idealize eder ve ona ulaşmak için seçtiği yolun ancak “rızayı sömürmek” olmasıyla diğerlerinden ayrılır. Günümüzde solu bir “hümanizm tanrısı” gibi görenlerin en büyük yanılgısı da budur. Sosyal demokrasi, insan rızasını yanlış yönlendirerek büyük vergi havuzunda insan hesaplamasının körlüğünü istismar eder. Bir sosyal demokrat aslında içinde yaşadığı düpedüz liberal demokrasiden de şikâyetçidir. Zaten solcuların tamamının şeklî demokrasiyi küçümsedikleri, bir hakikattir. Onlar, toplumu sosyalizme götürmedikçe, demokrasiyi küçümserler. Buraya kadarki anlatımın ahlâkla ilgisi nedir? Şudur: Bir insan eylemlerindeki tekliğini ve bütünlüğünü reddettiğinde , kendince ahlâkî olarak sorumluluktan kurtulur. Solun Marx’a göre yorumladığı diyalektik cambazlık ile yaptığı şey, önce bu dünyanın şartlarının “olması gerektiği şekilde olmadığı” yolunda bir kanaat yaratıp sonra Marx’ın hayalindeki bir “doğal hali” meydana getirmektir. Bugünkü dünyanın doğal hali “ahlâksızlık ve sömürü” ise o halde bu dünyayı yıkmak devrimcinin görevi olmalıdır. Bu durumda mevcut ahlâkî ilkelerimiz de sahtedir. Yani mevcut sahteliğin ilkeleri, devrimciyi bağlamamaktadır. O halde? 

O halde meselâ herkesin bildiği gibi millet diye bir gerçeklik yoktur ve “halklar” adına girişilecek her türlü katliam, aslında olmayan bir şeyin yıkılmasından ibarettir ve meşru kabul edilmelidir. Etnik ırkçılığa ve teröre, solda sosyal demokratların dahi sessiz kalması ve içten içe bir rıza göstermelerinin sebebi budur! Onların PKK’yı ve sözde siyasi destekçilerini ahlâkî olarak eleştirmeleri, ideolojilerinin yarattığı çarpık doğal hal algılamasından dolayı zaten mümkün değildir. Solcular için etnik ırkçılar, doğal müttefiklerdir. Çünkü her ikisi de “kendilerine ait olmayan bir doğanın parçası” saydıkları “millet” kavramına karşıdırlar. Çünkü her ikisine de göre “millet” denen kavram, düşman burjuva sınıfının, yani “doğal olmayan”, dolayısıyla ahlâkî olarak yanlış bir sınıfın bir uydurmasıdır. Görüldüğü gibi sol tepkiselliğin temelinde, gerçek hümanist ve ahlâki endişeler yer almaz. Sol memnuniyetsizlik, devrim denen insan kıyımına kadar sürecektir. Ama hiç kimsenin aklına devrimden sonra ne olacağı sorusu gelmemektedir. Çünkü devrim denen mezbahanın, herkesi kendiliğinden ahlâk sahibi yapacağına dair batıl itikat, en yerleşik dinî inançlardan bile daha büyük bir taassupla korunmaktadır. İşte bu hedef, yani devrim hızarıyla melek yaratma hayali, solcuları kendilerine göre ahlâken sorumsuz kılar. Daha iyi ve ahlâklı insanları yaratmak gibi bir hedef dururken neden burjuvanın yarattığı sahte ahlâkın onları duraksatmasına izin vermelidirler ki? “Halkların kardeşliği” ile her “halkın” bağımsız olması hayali onlara göre en tartışılmaz ve doğru ilkeyken burjuvanın, adına “millet” dediği sahte beraberliğin yıkılmaması için ne sebep vardır? Bu açıdan meselâ CHP’nin anadil tartışmalarında millî bütünlüğümüz ve egemenliğimiz yerine PKK’nın fikirlerini savunması, şaşırtıcı değildir. Bunu geçmişte de yapmıştır, Baykal dönemi hariç şimdi de yapmaktadır. Sol ideolojinin özündeki çarpık algılamadan dolayı, solun içinde etnik ırkçılıkla zımnen beraberliğin ahlâkî eleştirisinin yapılması da imkânsızlaşmaktadır. Bugün Türk solu, sosyal demokrasinin yarattığı hümanizm ve medeniyet illüzyonunu alabildiğine sömürerek Türk Milleti’ni etnik ırkçılığın Marksist bölünme tuzağına itmektedir ve bunun sol ideolojinin kaçınılmaz bir hareket tarzı olduğunu maalesef Nihat Genç gibi idealistler bile anlamamaktadır. Yangın yerine dönen ülkenin Türk ülkesi olduğunu şüphesiz bütün ideolojik çarpıklıklarına rağmen solcular da bir gün anlayacaktır ama umalım ki o gün ülkemiz bölünmemiş olsun… 

 
Toplam blog
: 153
: 503
Kayıt tarihi
: 11.02.11
 
 

Eczacıyım, memlekete meraklıyım.....